Tıp

Özlem Şan
official discourse

official discourse

Ahmet Coka

Senden önce gelenlerin sözlerine kandın! Daha iyi olacaktı. Düzelirdi yazdıkça... Her şey iyi bir hikaye yazmakta bitiyor. Yazmasaydık, n’apardık? Delirirdik, ölürdük, nasıl yaşardık ya da ne konuşurduk? Oysa ne büyük yalancıdır onlar. Pişkin pişkin, hepsi uydurma derler. Hepsi uydurma bunların, ama bana inan. Bu gerçekten gerçek. Öyle olmalıydı. Öyle olmasının bir yolu olmalıydı. Yoksa n'apardın yaşamaklarınla. Sıkıcıydı, acıtırdı üstelik!

Soluk soluğayız! Koşuyoruz, koşuyoruz. Çağ böyle bir çağ olmuş. Her yer, her yer altın madeni. Bır tıkla evimizde. Yetişmek gerek zamana. Onca yazılana, çizilene, dinlenene, kavgası edilene, yaşanana yetişmek lazım. Yetişmemiz lazım, olmak istediklerimize. Ama biliyoruz, o büyük şakacı zamanı. Cam duvarlar, prezantabl iş arkadaşların ve sen, bitmeyen işler işler işler... Geçmez işte o zaman, müdürün ensene bıraktığı soluğunda donar, katılaşır. Ve paydostan sonra da şımarır. Sanki onca zaman oturup beklediğinden uyuşmuştur. Kımıl kımıldır bacaklarında, karıncalanmadır. Ve açılmak için hızlı hızlı... Geçiverir geceleri zaman.

Dört bir koldan yetişmişler soluğuna. Yapılması, gidilmesi, görülmesi, alınılması, okunulması, izlenilmesi, dinlenilmesi, görüşülmesi gerekenler. Adları “gerekenler”. Uzun listeler, notlar, büyük projeler, kitaplıkta bekleyen kitaplar olarak beklerler. Sonra radyoda bir zevzek, “En son ne zaman kendiniz için bir şey yaptınız?” der ve kişisel gelişiminizi ayda doksan dokuz liraya, on iki taksitle, kur kur alabileceğinizi söyler. Radyoya bir telefon edin. Daha o andan itibaren nasıl geliştiğinizi göreceksiniz.

Ama zaten bütün bunlar kendim için diyeceksiniz. Bu kitabı da okuyun, dünyayı anlayacaksınız. Bu filmi de izleyin, şiirselliğe varacaksınız. Meditasyonun yedi evresini geçin, mutluluktan gebereceksiniz. Aman sakın kaçırma derim ben bu oyunu! Mutlaka dinlemeniz gerek bu albümü! Ölmeden önce görmeniz gereken yerler ve top 250 listeleri.  Zaman yok. Zaman yok. Zaman yok. Yok.

Her bir liste tamamlanmaya varan bir basamak. Kim çizmiş kırmızı kalemle üstlerimizi. Ne zaman olacağız? Ne zaman varacağız? Bir sis bulutu kaplıyor gözlerimizi. Renklerle, ışıklarla, neonlarla, kampanya kampanya, kurs kurs, belge belge tamamlanıyoruz evelallah! Kimin vakti var durmaya?
Tüm bunların yanı sıra, tutunamayanlar olmuş bir varoluşçu şaka! Buna, içinden en çok sen güldün ya! Sen bile bile gittin seni travmakolik yapan o psikoloğun kapısına!

 


Tabi ki Freudyendi! Ve tüm o alaya aldığın soruları sordu sana. Neden yazıyorsunuz Hale Hanım? Neden yazamıyorsunuz Hale Hanım? Neden yazmak Haleeee Hanım! Herkesin bir travması vardır ve o travmadan, herkes, kendinin memnun olması gerekiyor. Senin ve ya benim değil tabi ki... Önemli olan sizin ne hissettiğiniz Halecim Hanımcım! Biz bu yolculuğa yazıyla kurduğunuz travmatik bağlantıların nedenlerini uydurmak ve sonuçlarına inanmamak için çıktık. İnanmayın işte, kendini Hale Hanım zanneden hanım! İnanmayacak, bütün bunların hepsi bilinçaltımın uydurmacaları diyeceksiniz. Çok eskilerden demek, kulağınızı çektiyse babanız? Sonra biz sizi seans seans iyi edeceğiz. Sormayacak, okumayacak, yazacak, çok satacaksınız. Evet, biz size böyle ederek çok iyi edeceğiz. Kimlere etmedik ki! 

Kim inandırdı seni, kendine bir hikaye biçebileceğine? Kim inandırdı, yazmakla kendini iyi edebileceğine? Anlatmayı denedin. Bakın, yazdığım her bir hikaye, içeride bir yerde, küçük bir çarkı işler hale getiriyor. Sistem daha iyi çalışıyor. Bozuk olan ne Hale Hanım? Ben. Ben. Ben. Bir saatim gece yarısına vuruyorken, diğerinde daha sabahın ilk saatleri. Uymuyorum zamanıma Freudyen hanım! Yetişemiyorum hayata. Buna rağmen gözlerimi açar açmaz erteliyorum alarmımı. Uyanmayı. Yaşamaya başlamayı. Ve her gün daha geç, daha geç, daha geç kalkıyor ve kalıyorum Freudcum Hanımcım! 

Elinde yalnızca an kırıntıları var. Bir şeker vazosunun kırılışı, turuncu kapı, dokuz, sekiz, yedi, altı, seksek ve tozlu yollar, minarenin basamakları, yazarın bu öyküde anlatmak istediği, üç, iki... Bir aydınlanma anı mı bekliyorsun bunca zaman? O gün gelecek ve sen olacaksın. Sen, sen olacak ve yelkovanı tuttuğun gibi yere çalacaksın. Yazacak, yazacak, yazacak ve ta ki, kim olduğunu unutana kadar kim olduğunu yazacaksın. Anlayacaksın. Sonra fularını düzeltip, bir yudum su alıp, genç yazarlar, genç yaşayanlar hayat dediğin de zaten... Bu genç yazarlar da hiç yazmıyorlar canım! Dediler.

Biz onları öpüp başımıza koymakla hata mı ettik! “Adam yazmış kanka” demekle kötü mü ettik. Ne yazdılarsa okuyacağız diye imanımız gevredi. Çünkü, onlar çoktular.  Biz de genç yazardık ama en azından bir elli olmamıza yıllar vardı. Az mıydık da dersiniz? Bu koşu kimin koşusu okurlar, kendini okur sananlar? Bilgi çağının teknolojik kıvrımlarının postmodern ruh durumlarına yansımasıyla mı bulandı kafamız? Bizden önce aynaları hep kırdılar. Kırdılar da, yüzlerce yedi yıllık laneti çekmek bizlere mi kaldı? Oysa Kara.. kedi geçtiğinde ben Leyla'nın saçını çekmiştim!

Birazdan dillere destan bir gestusla kolunu havaya kaldırıp bağıracak bu öykünün karakterlerinden biri: Kimin durmaya cesareti var! Bizler de sevgili okurlar, bizler, sizler, hep tıp oynayacağız. Sonra başımızda yelleri estirirler, bizi kendi felaketlerine tanık ettirirler tabii! Müstahaktır, yapınız. Sıra bize gelmiştir. Susunuz!

 


Oradan çıktığında, üç travman, orta derece depresyonun olmuştu. Bir de Lacan'a sorsaydık dedin ama dinlemedi seni. Haftaya aynı gün, aynı saatte buluşulacak. Kendine biraz daha travma alacaktın. Taze taze. El yakar! Merdivenleri zor indin. Mekana bir şeyler olmuş. Biraz solgun görünüyor ve sallanıyor. Hastaneden çıkıp ilk gördüğün kafeye girdin. En köşedeki masanın, duvara bakan sandalyesine oturdun. Hoşbulduk! Ben bir açık çay ve duvar alayım. Yok şeker istemem, kalori yapıyor. Durdun orda. Belki ilk kez bilerek durdun. Neyi yakalamaya çalıştığını sordun kendine. Bunca zamandır okuduğundan ne anladığını sordun. Yanıt...

 


Birazdan bu öyküde kimse yok diyecek siz okurlardan biri. Ve yazar tıp oynayacak!