Yarım saattir kırmızı odada olan Cafer sonunda dışarı çıkıp, oturma odasında heyecanla onu bekleyen Filiz’e seslendi:
“Aşkım, hadi içeri gel. Bizimkiler seni bekliyor. Heyecanlanma sakın, her şey yolunda, tamam mı?”
“Nasıl heyecanlanmam aşkım. Sizinkilerle tanışacağım. Bu çok önemli bir an.”
Kız arkadaşına sıkıca sarılıp, yanağına masum bir öpücük konduran Cafer, sevgilisinin elini tutarak onunla kırmızı odaya girdi. Filiz, topuklu ayakkabılarının tıkırtısıyla kırmızı odanın ortasına ulaştığında; tam altı gözün, sevgilisinin gözlerini de sayarsak sekiz gözün, onun üzerinde olduğunu fark etti. İster istemez heyecanlanmıştı; Cafer’in elini sımsıkı tutuyordu. Avuçları terlemişti. İkisinin de.
“Ta taaa; işte karşınızda: Aşkım, bitanem, her şeyim Filiz. Sonunda yüz yüze gelebildiniz. Hemen sizi tanıştırayım: Anne, Filiz; Filiz, annem.”
“Tanıştığıma memnun oldum.”
“Ben de kızım. Her gün senden bahsediyordu bizim oğlan. Allah’a şükür sonunda tanıştık, deli oğlan artık daha az kafamızı şişirecek.”
Cafer diğer duvarı gösterdi ve Filiz oraya döndü.
“Baba, Filiz; Filiz, babam.”
“Tanıştığıma memnun oldum.”
“Hoş geldin kızım. Bilmukabele.”
Henüz iki sevgili diğer duvara dönmeden arkalarından bir bağırış yükseldi. Yaşlı birine aitti bu öfke dolu ses: “Utanmaz Cafer, eşek oğlu eşek. İnsan sevgilisini ilk önce evin en büyüğüyle, yani benimle tanıştırır. Gelenek görenekleri hiç mi bilmiyorsun oğlum sen? Kaç yaşına geldin hala öğrenemedin mi ha? Asıl sana değil babana kızmalı. Baban küçükken onu yeterince dövmememin sonuçları bunlar…”
“Tamam dede, özür dilerim. Uzatma lütfen. İşte bu da dedem!”
“Bu senin babandır, it oğlu it. Bu denir mi dedeye. Daha neler göreceğiz Allah bilir, kıyamet yaklaşıyor kıyamet. Torunlar artık dedelerine bile saygı göstermiyor. Bu günleri de mi görecektik yarabbi!”
“Pardon dede.”
“Pardon çıkalı eşekler çoğaldı torun. Neyse merhaba kızım. İyisindir inşallah?”
“İyiyim, siz nasılsınız?”
“Allah’a şükür, ben de iyiyim.”
Böylece Filiz, sevgilisinin ailesiyle nihayet tanışmış oldu. Bir haftadır bu günü bekliyordu. Biraz merak biraz da korkuyla… Kendisini Cafer’in ailesine kabul ettirmesi ve sevdirmesi oldukça önemliydi. Hele ilk karşılaşma ve tanışma faslı çok, hem de çok mühimdi. Bu buluşma, Cafer ile iki yıllık ilişkisinin evliliğe doğru evirilmesinde ilk adımdı ve Filiz bu ilk adımın, kendi deyişiyle bu temelin sağlam atılmasını yürekten istiyordu.
Kırmızı odada muhabbet duvardan duvara yarım saat kadar sürdü. Önce havadan sudan bahsedildi biraz, son günlerde mevsimlerin de kafasının karıştığından dem vuruldu; sonraysa Filiz’i sorgulama aşamasına geçildi. Nereliydi, kimlerdendi, nerede doğmuştu, annesi babası ne iş yapardı, hangi üniversiteyi okumuş hangi bölümden mezun olmuştu, çalışıyor muydu, kardeşi var mıydı, maddi durumları nasıldı, oturdukları ev kendilerinin miydi yoksa kira mıydı… Bunun gibi bir sürü sorunun ardından Cafer’in ailesi az çok Filiz’i tanımış olmuştu. Gönülleri isterdi ki sorgulama saatlerce sürsün; ama her şeyin bir adabı vardı ve şimdilik bu kadar soru yeter de artardı.
Sorgulama bitip odaya sessizlik çökünce, Filiz sevgilisinin ailesinden beş dakika izin isteyip lavaboya gitti. Ne zaman heyecanlansa hemen tuvaleti gelirdi. Çocukluğundan beri böyleydi. Bu arada, küçük bir ayrıntı Cafer’in ailesinin gözünden kaçmadı: Bu kız, tuvaletin nerede olduğunu niçin Cafer’e sormamıştı? Demek ki önceden bu eve az gelmemişti. Bunu daha sonra Cafer’e sormak üzere akıllarının bir köşesine yazdılar. Filiz kırmızı odadan dışarı çıkıp kapıyı arkasından kapatır kapatmaz dedikodu kazanı kaynamaya başladı. İlk taşı atan geleceğin kaynanası olacak anneydi:
“Kız biraz zayıf mı ne? Oğlum, yoksa sağlık sorunu falan mı var kızın?”
“Hayır, anne. Hiçbir sağlık sorunu yok. Sapasağlam kız maşallah.”
“Bana biraz fazla zayıfmış gibi geldi de ondan sordum.”
Araya baba girdi:
“Hanım, sen de evlendiğimizde tığ gibiydin, unutma kendi halini. Anca Cafer’i doğurduktan sonra ele avuca gelir oldun.”
“Ayıp bey, öyle konuşulur mu çocuğun yanında.”
“Ne çocuğu be, eşek kadar olmuş da annesiyle babasıyla kız arkadaşını tanıştırıyor. Bence Filiz hoş kız oğlum, sen annene bakma. Kaynanalık damarı tuttu şimdiden.”
“Filiz biraz minyon baba, kabul ediyorum. Ama zaten ben minyon kızlardan hoşlanıyorum.”
“Minyon kızlar iyidir evlat, fazla yıpranmazlar. Yıpransalar da göstermezler. Anladın sen!”
Üçüncü duvardan itiraz geldi:
“Minyonmuş, minyon ne demek? Kısa boylu, yerden bitme, götü yere yakın desenize siz ona. Bak Cafer’im, torunum, karı dediğin boylu poslu, kuvvetli olacak; ayıptır söylemesi at gibi olacak. Rahmetli babaannen örneğin apartman gibi kadındı. Kaç kilo odunu hiç teklemeden, dinlenmeden taşırdı. Bütün gün çalışırdı, bana mısın demezdi.”
“Dede, artık zaman değişti. Makineler, robotlar yapıyor her şeyi; kadınların ev işleriyle uğraşmasına gerek yok artık.”
“O zaman sana sorarım: Bir robotun yaptığı yemekle biricik karının yaptığı yemek aynı mıdır evladım? Kadın dediğin yemek yapar, ortalığı temizler, bulaşık…”
Filiz’in odaya girmesiyle konuşma sona erdi. Sekiz göz onun üzerindeydi; ikisi sevgi, kalanı sual doluydu. Filiz odadakilerin gözünden anlamıştı: O tuvaletteyken onun hakkında konuşmuşlardı. Acaba arkasından neler demişlerdi? Merak etmiyor değildi; ama bu odadan çıkar çıkmaz sevgilisini azıcık zorlayarak ondan neler konuşulduğunu rahatça öğrenebileceğinden emindi.
“Saat de geç oldu. Ben izninizle Filiz’i evine bırakıyım,” dedi Cafer. Sessizliğin fazla uzun sürmesi artık konuşulacak bir şey kalmadığının göstergesiydi. Gitme vakti gelmişti. Filiz önce dedenin duvarına döndü. Ekranda eski tarz, şişe dibi gözlüklerin ardında iki yorgun göz ona bakıyordu.
“Tanıştığıma çok memnun oldum.”
“Ben de yavrum, kusuruma bakma bağırdım çağırdım biraz. Tüm gün şu ekranın içinde hapsolmak insanı deli ediyor.”
“Tahmin edebiliyorum. Kaç yılınız kaldı?”
“Bilmiyorum ki tam olarak. Bir yıl kadar olmalı. Ama oğlumun ve gelinimin daha epey zamanı var.”
“Anladım. Cafer anlatmıştı bana durumunuzu. Yaşadığınız talihsizliği. Çok üzüldüm, üzerinden yıllar geçmiş olsa da ben yine de size geçmiş olsun demek istiyorum.”
Üç duvardan da aynı anda “Sağ ol,” sesi geldi. Herkes duygulandı.
*
Cafer’in ailesi dört yıl önce devlete ait bir insansız hava uçağından fırlatılan iki füzenin evlerine düşmesi sonucunda hayatını kaybetmişti. İnsansız hava uçağını merkezden yöneten askerin kendisine verilen koordinatların tek bir rakamını yanlış girmesinden dolayı iki füze, teröristlerin kaldığı düşünülen hücre evini havaya uçurmak yerine Cafer’lerin evini yerle bir etmişti. Evde Cafer’in annesi, babası, dedesi ve nenesi vardı. İki füze evlerine çarpmadan önce sıradan bir gün yaşamaktaydılar. Cafer o sırada üniversitede hukuk dersindeydi. Böylece ölümden kurtulmuştu. Dersin sonunda evine döndüğünde gözlerine inanamamıştı. Evlerinden geriye eser kalmamıştı. Evlerinin olması gerektiği yerde sadece moloz yığını vardı.
Bu katliam ve rezalet yüzünden insansız uçağa koordinatları yanlış giren asker, hapis cezası almış; devlet aileye, daha doğrusu aileden geri kalana yani Cafer’e maddi tazminat olarak bir miktar para ödemişti. Ama manevi olarak da devletin Cafer’e karşı yükümlülüğü vardı: Cafer’in ailesini hayata bağlamak zorundaydı. Bunu da şöyle gerçekleştirmişlerdi: Cafer’in annesi, babası ve dedesinin paramparça olmuş bedenlerini itinayla moloz yığınının altından toplayarak beyinlerini tekrar birleştirmişler ve beyinlerinde saklı olan tüm bilgileri, anıları, bağlantıları toplayarak bilgisayara aktarmış ve sanal olarak onları yeniden yaratmışlardı.
Evet, onlar madden ölmüşlerdi; ama bir yandan da sanal olarak yaşıyorlardı. Nenesinin beynini tekrar oluşturmuş olmalarına rağmen, sanal dünyaya aktaramamışlardı; çünkü Alzheimer hastası olan kadının hafızası uzun süredir iyi durumda değildi. Bilim insanlarının onun beyninden elde ettikleri anılar ve bilgiler hastalıktan ötürü kusurlu, yanlış ve yetersizdi.
Cafer’e kala kala devletin verdiği tazminatla aldığı yeni bir ev kalmıştı. Ama önemli olan ev değil, bilim insanlarının ona sağladığı kırmızı odaydı. Odadaki üç ekranda annesi, babası ve dedesi sanal dünyalarında yaşamaktaydı. Yasalara göre 75 yaşlarına varana dek sanal hayatlarına devam edeceklerdi. Dedesinin bir yılı kalmıştı, öldüğünde 70 yaşındaydı. Bir yıl sonra onun ekranı kapatılacak; dedesi, bilim insanlarının deyişiyle dedesinin sanal klonu ölecekti.
*
“Bıktım kızım buradan. Bu ben asıl ben değilim. Asıl ben o kazada öldü, diğer dünyaya göçtü. Şu an seninle konuşan ben sadece ölen asıl benin bir kopyasından ibaret. Ruhum Allah bilir Araf’ta kalmıştır şu sanal ben yüzünden. Oysa ne güzel karımla buluşacaktım diğer dünyada. Şu inatçı toruna her gün söylemekten bıktım: Kapat şu ekranı, öldür kopya beni. Öldür ki rahatlasın Araf’taki ruhum.”
“Dede öyle söyleme, üzülüyorum. Bak, ne güzel eski günlerdeki gibi ben sen babam annem birlikteyiz. O talihsiz gün hiç yaşanmamış gibi.”
Cafer’in babası araya girdi:
“Ama yaşandı oğlum. Bununla yüzleş, önümüzdeki yıl deden burada olmayacak. Buna hazır ol. Ondan yıllar sonra ise annenle ben gideceğiz. Ben de dedenle aynı fikirdeyim: Böyle yaşama yaşam mı denir, bir yandan bedenen ölü bir yandan sanal olarak canlı. Ya tamamen ölelim ya da tamamen yaşayalım.”
“Sen ne düşünüyorsun anne?”
“Ben de deden ve babanla aynı şekilde düşünüyorum. Bence böyle bir ekrana hapsolmamız hiç hoş değil. Sen farkında değilsin; ama sen evde olmayınca çok sıkılıyoruz. Sen de günde bir veya iki saat bu odaya geliyorsun o kadar, onun dışında hep dışarıdasın. Günün kalanında can sıkıntısından ölüyoruz.”
Cafer çaresizce Filiz’e döndü:
“Ya sen ne diyorsun bu konuda Filiz?”
“Benim bu konuda bir şey söylemem yakışık almaz. Bu senin ve ailenin vereceği önemli bir karar.”
“Aferin kızım.”
“Aferin.”
“Aferin gelinim.”
Kendini köşeye sıkışmış hisseden Cafer:
“O zaman ben yarın yetkililere başvurup kararımı bildireyim. Bir hafta içinde kapatırlar herhalde ekranlarınızı,” dedi.
Duvarlardan sevinç çığlıkları geldi:
“Oh be.”
“Sonunda.”
“Yaşasın.”
Cafer, Filiz’in elini tuttu ve kapıya yöneldi. “Görüşmek üzere. İyi akşamlar,” dedi Filiz. İki “iyi akşamlar” ve bir “hayırlı akşamların” ardından kırmızı odadan dışarı çıktılar. Filiz kendisini Cafer’in ailesine sevdirmiş olduğunu düşündüğünden son derece sevinçliydi. Belki de fazla sevinçliydi; yanında Cafer olmasa sevincinden göbek bile atabilirdi. Muhtemelen bir hafta sonra bir kaynanası olmayacaktı. O sırada Cafer’in ise içi kan ağlıyordu, dokunsan ağlayacaktı; çünkü sanal da olsa bir hafta içinde ailesini kaybedecekti. Sonsuza kadar…
Gökten üç füze düşmüş; biri anlatıcının, biri dinleyicinin, biri de…