Yok Hücre

Tuğçe Ayteş
Yok Hücre

Yok Hücre

Yunus Kocatepe

Göl kenarındaydı ilk gördüğümde.

Göl kenarında, yarı canlı bir tümsek. Yaprak yaprak, toprak toprak bilirim burayı. Onu daha önce görmediğimden eminim. Uzakta, çok net. Yarı canlı, hafif hafif inip kalkan. Belki de ölü, esintinin hareket ettirdiği bir kütle. Burada olduğumu bilmemeli. Sessizce, usulca, sezdirmeden yaklaştım. İnsan formunda. Arka çaprazındayım. Kımıldamadı. Hissetmedi mi? Umursamadı mı? Gölün titreşen suyuna uzattım başımı. Tam açılmayan, tam kapanmayan, adeta yarım göz kapakları, kirpiksiz. Dudakları ne bana ne diğerlerine benzemeyen bir şekilde, bir ucu daha kısa sanki. Kulakları ateşe tutulmuş, hemen ardından çekilmiş naylon parçaları gibi, kendi içlerine büzülmüşler biraz. Gözlerim yansımadan uzaklaşıyor, formun kendisinde.  Başını kaplayan pek saç yok. Kel insanlar gördüm. Ama bu kellik değil. Sağ tarafta az, sol tarafta daha az saç var. Geri kalan alan boş. Saç derisi, çözmeye çalışıyorum, kıvrım kıvrım, saçların olmadığı yerlerden beyni mi görünüyor? Hayır, yine kulakları gibi büzüşmüş, deneyimlerimden öğrendiğim kadarıyla bu da ateşin işi. Kendini doğrulttuğu eli, elindeki tırnaklar, her parmakta olması gereken. Kendi ellerimle kıyaslıyorum. Orta parmak uzun, orta parmak kısa. Diğer elinin yakınında gözleri kadar kahverengi, parlak saçlar (deneyimlerimde olmayan bir nesne.) Derin bir iç çekiş. Usul usul bana doğru dönüyor. Organları bana benzeyen ama benimkilerden farklı olan bir insan. Algılarını merak ediyorum. Onlar da farklı mı acaba? O bana bakıyor, ben ona bakıyorum. Dudakları kımıldıyor. Daha ne kadar bakacaksın? Herhangi bir yerde duyabileceğim bir sesle, kendi dilimde. Bakmaya devam ediyorum. Kahverengi irisleri titriyor, göz aklarına yaşlar doluyor. Gergin göz kapakları yaşları def etmekte yetersiz. Aniden kalkmaya yelteniyor, korkudan değil, başka kuvvetli bir his, saçları yerden kapıp başına geçiriyor, ağır mantosunun ağırlığında sendeliyor, sonra çok iyi bildiğim dere hizasında koşmaya başlıyor. Takip etmiyorum. İlerideki ağaçların arasında kaybolacak, kayboldu.


Kendimi bildim bileli buradayım ama süre hakkında bir fikrim yok. Deneyimlerimden öğrendiğim ve başkalarından, etraftaki başkalarından ve karanlık bir geçmişten hayal meyal aklımda kalan başkalarından duyduğum kadarıyla, ışığın varken gündüz, ışık yokken gece. Geceyi pek sevmiyorum. Etraf karanlıkken insanlar tuhaf biçimde tedirgin ve temkinli oluyor. O saatlerde her türlü kötülüğe hazırlıklı olduklarından görünmeden dolaşmam zor. Oysa gündüz onlardan biriyim. Onlardan biri olmayı umursadığım yok. Ama kendilerinden olmayana iyi davranmıyorlar. Polisleri var, silahları var. İyi davranmalarını da umursadığım yok. Bana zarar veremezler. İşte bütün sorun orada: Veremeyeceklerini anladıklarında korkacaklar. Korkan insan kadar çekilmezi yok.


İnsan daha küçükken, daha deneyimsizken bazı şeyleri bilmiyor tabii. Gözlerimi burada açtıktan kısa bir süre sonra (bebek olmadığım kesindi ama öncesi kayıp) aç olduğumu fark ettim. Küçük çitlerle korunan evlerin çitlerinden atlayıp yemek çalmayı denedim. Ne var ki, çoğunda ev sahipleri tarafından kovalandım. Kovalamayanlar da oldu, günü kurtaracak kadar birkaç lokma gelirse ne ala. Ama kolay kolay doymadığımı anlamam uzun sürmedi. Başkaları tarafından görülmek istemediğimi fark etmem de. İnsanlar birini gördüklerinde zihinlerinde soru işaretleri beliriveriyordu. Buradaki insanlar neler yapar neler eder izledim kuytudan. Adının tren olduğunu öğreneceğim taşıtlarla bir yerlere gidiyorlardı. Ben de bindim. Birkaç durak geçmemişti ki kondüktör biletleri kontrol etmeye başladı. O zaman ne kondüktörü ne de bileti biliyordum. Gel buraya! Beni kolumdan yakaladı ve benimkinden daha fazla olmayan ama daha az da olmayan bir kuvvetle çekiştirdi. Yasal işlem yapacağız. Yasal işlem neydi bilmiyorum ama tanıdık gelmişti. Geçmişten gölge bir ses kulağımda çınladı: yasal… değil… Sadece bir saniye kolumu gevşetti. Var gücümle koştum. Çağırdığı görevlilerle birlikte o da arkamdan koştu. Gitgide hızlandığımı fark ettim. Omzunun üstünden baktığımda arkamda kimse yoktu. Yine de tedbiri elden bırakmadım. İleride gördüğüm ağaçlık alandaki en uzun ağaca yöneldim. Uzaktan hangi dallara basabileceğimi seçebildim. Göz açıp kapayıncaya kadar ağacın tepesindeydim.  Epey sonra ağaçların arasına daldılar. Kimsenin aklına yukarı bakmak gelmedi. Herkes gidene ve beni unutana kadar orada bekledim.


O günden beri, ki süresini hesaplayamam, bu ağaçları mesken edindim. En çok bu küçük gölün etrafında vakit geçirmeyi seviyorum. Pek insan gelip geçmez. Belki birkaç susamış hayvan. Sudaki yansımam. Suyun izin verdiği kadar. Gözlerimin ve ağzımın kenarlarında kırışıklıklar. Mükemmel bir vücudun mükemmelliğini bozmayan küçük ayrıntılar. İzleniyorum! Arkamda… Yumruğumu savurmaya hazırlandığım sert bir dönüş. O da benim kadar hazırlıklı. Yumruğum yola çıktığı anda geri sıçrıyor. Darbenin sadece rüzgarı değiyor tenine. Özür dilerim, korkutmak değildi amacım. Korkutmadın, burada olma sebebin? Emekli polis falan mısın nesin? Soruları sevmem. Peki, sormam bir şey. İnsanları da sevmem. Gözlerini yere devirdi, vücuduna nazaran, belki de ayakkabı içinde olduğu için zararsız duran ayaklarının ucuyla çimeni ezdi. Şey, burada kimse yok. Ben varım. Sen, şey, nasıl desem… bana bakarken, ne bileyim, ifade etmesi güç, yani baktığında rahatsız olmadım, öyle aniden karşıma çıkınca kişisel alanıma girilmiş gibi hissettim, ama korkmadım. Bana ne bundan? Aslını söylemek gerekirse, korkmaması biraz ilgimi çekmişti. Elbette, sana ne… Ama soru sormuyorsun. Başkaları bakıyorlar, sorularla, yargılarla… Burası, bu göl, bu manzara… Birazcık şurada oturabilir miyim? Onu kovalasam: Polise şikâyet etme riski yüksek. Onu boğsam: Onu tanıyan birileri veya buraya gelirken görmüş birileri olabilir. Kendi haline bırakıp güvenli bir uzaklığa yerleştim. Takma saçını çıkardı, yere koydu. Yine onu ilk gördüğüm pozisyonda, gözleri gölde. Tam söylediği gibi “birazcık” durup gitti.


Bazı uykulardan uyanmak çok keyifsiz. Silkelenerek, kan ter içinde. Sadece düşünce olarak varlık gösteren şeylerin beden üzerinde bu kadar etkisi olması ilginç. Belki hayal gücümün tatsız ürünleri, belki de belleğimin tozlu köşelerinden kaçan anılar. Bazı rüyalarda bir kadın var, beni tutuyor, bırakmak istemiyor. Yaşamayacak, öncekiler de yaşayamadı. Bırakmam, öldüreceksiniz onu. Uyanıyorum. Bazı rüyalarda aynı kadın. Yıllardır senin gelmeni bekliyorduk. Hayal meyal bir gülümseme. Uyanıyorum. Doktor, yasal değil, hiç olmaması gerekirdi. Katil olmayacağım. Olmayacaksınız, kalbi zayıf, kasları zayıf, dokular zayıf. Uyanıyorum. Karanlık, soğuk bir yere bırakılıyorum, bırakanlar gölgede. Uyanıyorum. Dediğim gibi beni bu kadar etkilemeleri ilginç… ve gülünç. Çünkü benim bir ailem veya herhangi bir sağlık sorunum yok.
Yine geldi. Tam bir işgalci. Başıyla bana belli belirsiz bir hareket yapıp aynı yere oturdu. Ben de belli davranışlar için belli yerleri tercih ederim. Yanına oturdum. Gitmemi istediğine dair bir hareketi olmadı. Ateşte mi yandın? Bana bakışında dehşet, uzak bir dehşet. Gaz… Deneyimlerimden öğrendiğim kadarıyla sadece ateş yakıcıydı. Gaz mı? Evet, hala daha ne gazı bilmem. Ama beni, arkadaşlarımı yaktı… sıktılar… hiç bitmeyecekmiş gibi… öyle bir acı… Acıyı ben de sevmem. O sırada insanın canını çok yakıyor. Ama sonrası yok. O sıralar aklımda devrimden başka bir şey yoktu, gözleri ışıl ışıl bir öğretmen düşünsene…  Güzellik mi, o da neymiş! Şimdiyse… şimdiyse… güzelliğimi geri getirmek için… Ameliyatların sayısını unuttum. Burnum, burnuma en az beş kere… yüzümün her yerinde, vücudumun çoğu yerinde neşter izi… Bakışları gözlerimi deldi. Bambaşka bir coğrafyada, yine böyle yeşil mavi bir manzara. İpek gibi saçları omzuna dökülen genç bir kadın. Biçimli dudaklarında uçuk pembe bir boya, yüzüne yayılan bir gülümseme. Rüzgârda etekleri uçuşan çiçekli bir elbise. Kendime geldiğimde gitmişti.


Bir daha geleceğinden emindim. Ama çok gece ve gündüz beklemem gerekti. Beklemek zordur. Daha en başta, ağacın tepesindeyken anlamıştım bunu. Zaman, şu sakız denilen şey gibi uzar da uzar. Birinin gitmesini beklemekten daha farklıymış gelmesini beklemek. Tamamen yeni deneyimler. İlk defa birisi bende soru sorma dürtüsü uyandırıyordu. Hikayesinde anlamadığım yerleri, eksik yerleri sormalıydım. Anlatmak istiyorsa niye gelmesin? Trene binmek için param yok, onu nerede bulabileceğime dair fikrim yok. Tekrar gelirse, gelecek. İlk defa birisine kendimi anlatmak istiyordum.
Geldi. Burnunda sargılarla. Bir ameliyat daha? Bir ameliyat daha. Sustu. Aynı yere, onun oturduğunu çoktan unutmuş olan çimenlerin üstüne çömeldi. Ailen var mı? Var, dünyanın en sevgi dolu, en anlayışlı ailesi belki de. Şimdi neredeler? Hem çok yakında hem çok uzakta. Nasıl? Şimdi uçağa binsem üç saate yanlarımdayım ama… Ama? Orada yaşamak istemiyorum artık… Beni benden aldılar. Senin ailen? Ailem yok. Öldüler mi, tanımıyor musun? Yoktular, gözlerimi burada açtım. Dalga geçmediğimden emin olmak için uzun uzun süzdü. Ciddiyetime ikna olmuş gibiydi. Ailemsiz bir hayat düşünemiyorum. Bana bir şey olsa en çok onlar üzülür. Bir an için onu boynundan tutup gölün sularına… Görünürde hayatım iyi gidiyordu. Ama baskı vardı, ses çıkarmalıydık. Hücre ve gaz… Uykularımda. Her gün ölüp her gün diriliyorum. Bir gün… bir gün… Cümlenin sonunu getirmeye cesaret edemedi.


Hiçbir sağlık sorunum yok, yıllardır hiç. Başka benzerlerimi gözlemlediğim kadarıyla yanaklarımdan boynuma uzanan bölgede de saçlar ve kaşlar gibi kıllar çıkması gerekiyor. Bende yok. İyi ki de yok. Saçlarımın uzaması bile sıkıyor beni. Kesici bir şey bulmak ayrı dert. Çöp tenekelerindeki kırık camlar ideal. Esinti ve yağış olmayan günlerde göle karşı saçlarımı keserim. Geldiğinde saçlarım yüzümü örtmesin diye yine aynı çaba içindeyim. Cam elimden kayıp avucuma saplanıyor! Acı var, ama üstelemiyorum. Cam elimin diğer ucundan çıkmış. Çekiyorum. Bana ait olmayan tiz bir çığlık. Hemen temizleyip saralım! Sağlam elim omzunda, durdurucu. Hayır. Dinliyor. Elimi göle sokup bekledim. Kan durdu. Geçer. Hayret içinde. Yara kapanmaya başladı bile. Ağzı açık. Neden bu kadar şaşırdığını anlamıyorum. Bu zamana kadar kesiklerim birkaç saat içinde yok oldu. Düştüğümde çürüklerimin mordan yeşile dönmesiyse an meselesi.


Vücudumu baştan aşağı süzdü. Avuçlarım ve tabanlarım patlamıştı, günlerce kanadı. Parmaklarının ucu kollarımın üstünde çekingen. Bir yerlerini kırdığın oldu mu hiç? Kırık bilmem. Ya liflerinin koptuğu oldu mu? Lif de bilmem. Etrafımda bir tur attı. Hastalık? Ya hastalık? Hiç kan tükürdün mü? Hatırlamıyorum, sanmam. İltihapla uğraştın mı? İltihap bilmem. Böyle bir yerlerin irin toplamadı mı, nasıl desem, böyle mesela parmağına bir şey batınca beyaz bir sıvı birikir, dokununca sıcak ve ağrılı? Dediğinden ara sıra oldu ama geçti, uzun sürmedi. Peki ya yanık? Yakar ama geçer. Ben de yandım ama izi kaldı, geçmedi, geçmiyor, bak. Sende mi geçmiyor, başkalarında da öyle mi? Elime tekrar baktı. Kabuk tutmuştu. Normalde di-di-dikişlik…  Geri çekildi, uzaklaştı, uzaklaştı, uzaklaştı…
O gittikten sonra gölün kıyısına çöktüm. Zihnimde birden şimşek çaktı: Benim yaralarımı kapatan her neyse onun yaralarını da kapatabilirdi! Ama nasıl bilmiyordum. Gelse de söylesem diye bekledim. Gece geçti, gündüz geçti. Ağaçlar yapraklarını döktü. Ağaçlar çiçeklendi. Gelmedi. Onu ilk gördüğüm yerde, gölün kenarında, bekledim.