Kitabı okuyup anlayan herkesin içinden kuşkusuz geçecek olan şudur, Sema Kaygusuz içindeki şairle oynayan bir romancı. Ve bunu geçmiş gibi geleceği hatırlayarak yapan bir yazar. Bir zaman unuttuğumuzu sandığımız şeylerin acısını göğsümüzün tam orta yerinde bütün yakıcılığıyla belireceğini yazmış aslında.
“…
Sultan: Afedersiniz beyefendi, rahatsız ediyorum.
Şair: Buyurun?
Sultan: Mızrağımı sizin göğsünüzde unutmuşum.
Şair: Anlayamadım?
Sultan: Mızrağımı diyorum, sapladıktan sonra geri çıkarmayı unutmuşum.
…”
Bu diyalogla başlar ilk bölüm. Mekân, Eminönü’nü Karaköy’e bağlayan Galata köprüsü... Artık yaşlı bir şair olan Yüksel Sorgun’un köprüde balık tutarken, belleğinin ona oynadığı oyunlar, yaşadığı psikolojik derinleşme. Silinmiş, sendeleyen bir hafızanın sahibine acımasız oyunlar oynayan izleği içinde bunalan ve kibirlenen bir şairin duygu-durum bozukluğu da denebilir. Dört bölümden oluşan kitap alışılmışın dışında… Şaşırtıcı. Geriye ketler vuran bir kurgu. Tarihin derinliklerinde entelektüel kalitesi yüksek dört ayrı olay üzerinde yoğunlaşıyor. Oyun içinde oyun. Okuru, içine çeken psikolojik bir gerilim… Mantığın insan kalbini durmadan hançerlemesi adeta… Bir şairin kalbi ve mantığını adilce eşitleyememesi, derken kendini yaralaması geçmişle…
Yazarın; yazınsal, düşünsel yeteneği, oyunun yükselme alçalma bölümlerindeki gizem, acıyla karışan ironi, estetik ve gizli erotizm güncel şairleri de dürten bir yanıdır kitabın ve yazarın. Bu açıdan bakıldığında, şiiri de çok sevdiğini bildiğimiz yazar, bir nevi içindeki şaire oyunlar oynayan bir kurgun. Kitabı okuyup anlayan herkesin içinden kuşkusuz geçecek olan şudur, Sema Kaygusuz içindeki şairle oynayan bir romancı. Ve bunu geçmiş gibi geleceği hatırlayarak yapan bir yazar. Bir zaman unuttuğumuzu sandığımız şeylerin acısını göğsümüzün tam orta yerinde bütün yakıcılığıyla belireceğini yazmış aslında.
Bir yazarı yazdıklarından tam anlamıyla çıkarıp onu iyi analiz edebilmek ya da anlayabilmek için, onun yazdıklarına hâkim olduğu kadar ona hâkim olmak gerekir ki, Sema Kaygusuz bu anlamda zaptı zor bir yazar. Genç, yoğun, çok kapalı, mistik. Yazın hayatında şu çok ön plandadır ki, geçmişe nostaljik bir dönüklüğü vardır. Dili her ne kadar güncel bir anlaşılırlıkla kullansa da, onun o anaerkilliğini bilhassa kullanmaya devam eder. Biraz kapalı, uzak ve çok mistik bir ruh haliyle okuru kaplayabildiğini söyleyebiliriz. Daha çok roman ve öykülerinden bildiğimiz bir yazar Kaygusuz, fakat “Sultan ve Şair”le hem oyun yayıncılığını tetikledi, hem Tanzimat’tan beri ilk kez bir şair bir oyunda başrol aldı. Kaygusuz’un niçin bir şairi karakter edindiğini daha çok şair arkadaşlarını ve şiire çok dönük bir romancı-öykücü olmasına bağlıyorum. Mesela balıkçılıkla anılmayı çok seven şair Oktay Rıfat’ı çok sevdiğini bildiğimden, kitabı ilk okuduğumda aklıma ilk gelen şair de nedense Oktay Rıfat oldu. Haliç’e sık sık inen şair arkadaşlarından da söz etmemek bunun önemli bir ayrıntı olduğunu geçmek kitaba haksızlık olur kanımca.
Kaygusuz’un bu kitabını bir solukta, aldığım gecenin sabahına karşı bitirdim. Metnin türü her ne kadar teknik açıdan oyun olsa da, siz öyküsel akışının hiç bozulmadan devam ediyor oluşuna kapılıyorsunuz farkında olmadan. Akıcılığını olayın kurgusunu överek anlatma gereği duymuyorum bile. İnsana kendiyle ilgili, ama çok farkında olmadığını anlamaya başladığı şeyler yaşatıyor okurken. Belki bunu kavrayabilmek için derin bir hastalığı, şair olmanın derinliğini, saplantılı ruh halini içinizde barındırmanız gerekiyor. "Sultan ve Şair" arasında delice bir güç gösterisi! Sultanlığın kudreti ve şairin içe dönüklüğünün birikmiş zehirler saçan kibri. Belki de bunu gördüm kendimde. Direnerek, ama kabul de ederek. Ondaki mistik, uzak ve kapalı havayı yakalamak için. İlk defa oyun türüne böyle bir bağlılık duydum. Çünkü zaten zayıf bir okuma geleneği olan insanların yarattığı yayın piyasası içinde tercih dışında kalıyor bu tür ve pek az yayınevi-yayıncı bu türü basıp-yayma cesaretine kalkışıyor. Sema Kaygusuz'un roman ve hikâyeleri arasında ilk kez bir oyun kitabı kendini bu denli sıyırıp gösteriyor ve kavuğunu eline veriyor Sultan'ın. Susmanın ve seyirci kalmanın bir gelenek olduğunu gösteren eser, aslında birçok suça göz göre göre ortak olduğumuzu da çarpıyor yüzümüze. Öyle ya, bu gerçek hayatta da hep böyleydi. İşin aslı kitaptan o kadar etkilendim ki, Haliç'ten geçerken tedirgin olacağım hep. Dünya nasılsa hayata açık bir sahne, her şeyin apaçık ve zalimce gerçekleştiği, insanın ve zamanın çarpıştığı bir sahne... "Yüzünde Bir Yer"i Fransızca çevirisinden ("Ce Lieu Sur Ton Visage") okuduğum zamanki tenhalığın fenalığını "Sultan ve Şair"de daha derinden gelen ‘kişinin yalnızlığı’, ‘geçmiş travmalar’, ‘bireyin bir başınalığı’ ve ‘toplumsal baskı’lar olarak buldum, çünkü yalnızlık insana kudret ve kibir veren bir krallık. Bir şairle bir sultanı yüzleştiren de bu ortak payda aslında. Bir tür İktidar olma, rakipler arasında ilkel bir düello. Kitabı bitirdiğimde, nedense aklıma ilk gelen "Ağlayan Çayır" filmi oldu. Belki de kitabı okurken, Eleni Karaindrou'dan "The Weeping Meadow"u dinlememeliydim. İncirin çatlaması, narın dağılması gibiydi.