Mesela tiyatroyu ele alalım. Aslında boş bir mekanda - neresi olursa olsun - bir kişinin bile izleyici olarak baktığı her yer sahnedir. İster içerde, ister dışarıda. İzler kitlenin ne sayısı ne niteliksel özellikleri önemlidir. “Bakılan yer” dir önemli olan. Peter Brook der ki; “Herhangi boş bir mekanı alır, işte burası sahnedir diyebilirim. Bir adam bu boş mekanın ortasından yürüyerek geçer ve bir başkası da bu adamı gözleriyle izler, işte tiyatro etkinliği için bize gereken şey bu kadardır.”
Oynama hali belki de yaşamımızda en iyi bildiğimiz şey. Doğup, gözlerimizi açtıktan sonra ilk kez gördüklerimizle, anlamak istediklerimizle, merak ettiklerimizle iletişim kurma biçimimiz oyun oynamak üzerinden gerçekleşir. En temel, en tanıdık ve en farkında olmaksızın gelişen iletişme biçimi. Hollandalı tarihçi Johan Huizinga da insanı tanımlarken “oyuncu” niteliğini ön plana çıkarır. Huizinga'ya göre insan bir “Homo Ludens”tir; yani “oynayan”dır. 1, 2
Zaman içerisinde sadece -cee eeeeelerle oynamayı bırakıp da etraftakilere biraz daha ermeye başlayınca akıl; oyun oynamak sadece biçim değiştiriyor. Çocuk için çıngırak sesi çıkaran oyuncağın yerini parkta hiç tanımadığı bir başka çocuk alıveriyor. Bir elinde annesi bir elinde babası varken bile çocuğun aklındaki en temel şey, onların ellerine asılarak ayaklarını havaya kaldırmak suretiyle azıcık uçuvermek, dolayısıyla oyun oynamak.
Peki nasıl kayboluyor bu sevimlilik hali ya da bu, yüzlerce insanın içinde olduğu, olmak istediği, kıyısından köşesinden de çorbada tuzunun bulunduğu, aslında basitçe “oyun oynama” hali olan, fiyakalı ismiyle “aktörlük – oyunculuk” nasıl bu kadar farklı okumalara açık bir hale geliyor, getiriliyor?
Okul öncesindeki bu, oyun oynayarak öğrenme biçimi, bireysel eğitimin ilerleyen yıllarında kaybolma eğilimiyle karşı karşıya kalır. Çünkü oyunda kurallar vardır, yükümlülükler vardır; canınız, güçmetreniz vardır, kullanabileceğiniz ekipmanlarınız belirli sayıdadır ama hayatsal yükümlülükler oyunun perspektifi içerisine sızamaz ya da sızdırılmak istenmez desek belki daha doğru olur. Veyahut daha basitçe ifade edersek kimse zorla oyun oynamak istemez. Bir şekilde oyun oynamaktan uzaklaştırılan birey yaşını başını almaya başladıkça kendine yeni oyun alanları yaratmaya çalışır. Özellikle günümüzde RPG (RYO)' lerin çokça tercih edilmesinin ve bilgisayar başında ya da artık i pad elimizde tıkır tıkır, o oyundan başkasına koşar adım geçmemizin nedeni; günlük hayattaki gönüllü oyun yoksunluğundan kaynaklanıyor gibi görünmektedir.3
Oyun oynarken yaratıcılığı, hayal gücünü serbest bırakıp, “an” da olmak, “an”da kalmak “gerçek” hayatın bireylerinin işine pek yaramaz. Hatta RPG 'lerden anlamayan yetişkinlerin başka başka yollarla, farklı içerikli sitelerde oyun oynama, heyecan arama girişimleri de olmaktadır elbet; ama o konuya hiç girmeden uzaklaşmanın mantıklı bir seçim olacağı kanısındayım.
Tüm bu sözlerden hareketle “oyun oynamak” genellikle büyüklerin işle bağlantılı turnuvalarda katıldıkları spor etkinliklerinden, tuttukları takımın galibiyet & mağlubiyet & beraberlik & mağduriyet hallerinden ya da içeriği farklı ufak kaçamaklarından ibaretmiş gibi görünürken tabi ki oyun oynamayı iş edinmiş kişilere öykünülecektir, onların yerinde olunmak istenecektir. Ama göründüğü gibi midir ki işler? Herkes için öyle olmasa gerek. En azından bir kısmı için.
Mesela tiyatroyu ele alalım. Aslında boş bir mekanda - neresi olursa olsun - bir kişinin bile izleyici olarak baktığı her yer sahnedir. İster içerde, ister dışarıda. İzler kitlenin ne sayısı ne niteliksel özellikleri önemlidir. “Bakılan yer” dir önemli olan. Peter Brook der ki; “Herhangi boş bir mekanı alır, işte burası sahnedir diyebilirim. Bir adam bu boş mekanın ortasından yürüyerek geçer ve bir başkası da bu adamı gözleriyle izler, işte tiyatro etkinliği için bize gereken şey bu kadardır.”4
Grotowski de der ki tiyatro; bize gerçek olanı tecrübe edebilme, günlük kaçış ve bahanelerimizi bir tarafa atıp, tamamen savunmasız bir halde kendimizi ortaya çıkarabilme, açığa vurabilme, keşfedebilme; maskelerimizden kurtulabilme, basmakalıp görüşlerimizi, gelenekten gelen duygu ve alışkanlıklarımızı, hüküm verme standartlarımızı aşma imkânı sağladığı için bir anlam ifade etmektedir.
Oyun oynayan bir çocuğun, hiç bir şeyi umursamadan oynama haliyle ne kadar benzer değil mi?
Şimdi de ekranı ele alalım mesela. Bakılan yer bir ekranın içi olduğunda ya da kaç tekrarda çekilip çekilmediğini bilmeden sadece bakar halde beyaz perdenin önünde durduğumuz o “an”larda aslında izlediğimiz oyun oynayan kişilerdir. Daha doğru sözlerle söylemek gerekirse görmek istediklerimiz bu kadar sade, doğal, organik bir şekilde oyun oynayan kişilerdir.
İşte bu noktada o bakma haliyle ilintili temel bir konu ortaya çıkıyor. Sadece oyunun oynandığı “an”a tanıklık etmek isteyen biz, izleyen kişiler -ister dizi, ister film, ister tiyatro için gözlerimizi dikmiş ve oraya bakıyor olalım - o seyir yerine bakarken, baktığımız kişilerin “oynama” halleri ilgilendirmiyor aslında bizi. Oyun oynamanın keyfi, doğallığı ve basitliğine dahil olmak yerine, görünen - izlenen ve dolayısıyla da arzulanan bir nesne olma fikriyle oyun oynuyormuş gibi görünerek zamanlarını geçiren “oyuncular” aslında oyun oynamayanlar, oynamak istemeyenler; o kovayı, kumu denizin kenarında kırıp atanlar, yapılan kumdan kaleleri de yıkanlar, hatta belki yağmalayan zoraki oyun kişilerinden bahsediyorum.
Bakılan, arzulanan “şey” olma hali işte bu sebepten gerçek amacından uzaklaşıp bambaşka okumalara açık hale gelmektedir ve belki de bu yüzden; herkesin kendi kanaat önderi, kendi twitter fenomeni, kendi blogunun yazarı, her filmin, oyunun eleştirmeni olduğu ve tüm bu argümanlarını izleyecek, okuyacak, favlayacak izleyenlerinin bulunduğu günümüzde “bakılan” olmak bu kadar değerli, “oynayan” kişi olmak bu denli özel, önemlidir.
Zira oyun oynamak kendi içinde aslında kendini ciddiye almayan, etrafına duvar örmeyen, kendini sahnedeymişçesine, bakılan önemli bir kişiymişçesine soyutlamayan; tersine herkesin her an aniden rol değiştirebileceği, hiç hesapta yokken oyuna dahil olabileceği, dahil edebileceği, her oyuncunun güvende olup olmadığını umursamadığı bir organizmadır aslında. Bu kadar homojen, bu kadar şeffaf… Provalarda asla olmayan bir aksilik yüzünden ayağınızın takılması ve oynadığınız o karakterin bu takılmaya verdiği tepkidir aslında “oyun oynamak” ya da kayıt esnasında aniden bir kelimeyi yanlış söylemeniz sonrası, tekrar edilen o bir sonraki kayıtta, oynadığınız karakterin o kelimeyi yanlış söylemesinin, o oynadığınız karakter üzerinde yarattığı etkiyle tekrar kayda girmektir. Çünkü oyun oynarken ne bir sonraki repliğinizi ne de ayağınızın takılıp takılmayacağını düşünürsünüz. Sadece “oynarsınız”, olanlara da o “an”, kendinizden (karakterinizden) cevaplar verirsiniz.
Oyun oynayan kişilerin bu oynama hali yorumlamalarını izlemekteyiz aslında ekranda ya da sahnede. Kimi tüm eğlencesiyle taşıyla, lastik topuyla oyun oynamaya hazırlanırken, kimi de oyun oynarken ne söyleyeceğiyle, “rol”üyle ilgilenir. Halbuki aslında o “rol”, o “karakter” gerçekten oyun oynamak isterse oyun oynar, su içmek isterse su içer, çığlık atmak isterse çığlık atar. Yoksa o karakterin neden oyun oynadığına, nasıl oyun oynadığına kafa yormaksızın, tekstte “çığlık atar” yazdığı için atılırsa o çığlık; ne o çığlık çığlık, ne o “an” gerçek, ne de izlek lezzetli olur. Çünkü kimse siz susamadan size su içiremez, su içip içmeme kararınızı değiştiremez.
Diyeceğim odur ki; sadece oyun oynamak isteyene oyun oynamak dünyanın en keyifli işi. Ne atılır, ne satılır.
Kaynaklar:
1- Saraydan Sokağa Oyun, Yayıma Hazırlayanlar: Fatma Akyürek - Gül Özturanlı, 2014,
2- Huizinga,1995.
3- Rol Yapma Oyunları - Role Playing Game
4- Peter Brook - Boş Mekan, 2010