Sultan ve Şair üzerine...

Özlem Şan, Tülay Akyol, Ayfer Feriha Nujen, Sema Kaygusuz
Sultan ve Şair

Sultan ve Şair

Ahmet Coka
Onca öyküden, romandan sonra ilk oyun kitabı "Sultan ve Şair"i yayınlayan Sema Kaygusuz'la tiyatro, oyun yazmak ve "Sultan ve Şair" üzerine... Oyun yazmaya nasıl karar verdi? Nasıl bir süreçti? Sultan ve Şair'de yansıtmak istediği toplumsal ve tarihsel bir beklentisi var mıydı? Sorularımızı sorup kenara çekildik. Sözü ona bıraktık.

Pek bir karar verdim sayılmaz, yani şimdi oyun yazacağım diye bir karar almadım. Karar, sözcüğü çok kuvvetli –hatta üç v ile kuvvvetli- geliyor diye direniyorum şimdi. Çünkü karar verince başka bir şeyden vazgeçersiniz. Kararın içinde veda da vardır, yas da. Ben Sultan ve Şair’e başlarken bir romandan ya da öyküden feragat etmedim. Zaten başından sonuna kadar oyundu aklımdaki.
 
Tabii çok zorladım kendimi. Yazar olarak asla araya giremiyorsun. Psikolojik analiz, jestlerle beliren yazınsal ayrıntılar, atmosfer betimi, ya da ne bileyim, düzyazının bütün elementleri zaten kendiliğinden düşüyor. Yapayalnız hissettim sayfanın başında. Elimde bir ışık var, bir iki efekt, bir de konuşan iki erkek. Zor olan kısmı yazmaya kalkışmak değil, yazmaya devam etmekti. Yazarın kendine başkaldırdığı durumlar vardır. Benim için de başkaldırı gibi bir şey oldu Sultan ve Şair’i yazmak. Kendi anlatımını tümüyle tasfiye ediyorsun.
 
Herhalde kendimi sınamak istedim biraz, anlatıcı olmayı elinden bırakınca geriye ne tür bir yazar çıkacak? Acaba kendini kullanmaya başladın da farkında değil misin? Diyalog yazmak bir meziyetse madem, hadi görelim boyunun ölçüsünü, gibi gibi gibi bir kafa tutmadan söz ediyorum. İnsan çok kırılgan bir mahluk, o yüzden hep büyük büyük öznelerin içine saklanıyor. Yazar olmak, büyük bir özne haline geliyor zamanla. Aslında değil de, okur beğenisi, yayıncı teveccühü ile kendini bir halt sanıyorsun zamanla. Ben bu işe biraz da bu yüzden soyundum. Yazarlıktan kovaladım kendimi. Hani Melamiler aman çok kalender, çok namuslu, çok efendi insan diye övgü aldıktan sonra hırsızlığa, dilenciliğe başlarmış. Yani kendi imgelerini terk edip günaha çekilip kirin içinde bakarlarmış kendilerine. Ben de en arkaik sanata çekildim.
 
Arkaik derken en ilksel sanat eyleminden söz ediyorum. Nedir bunlar, biri ritm, biri öldürdüğün hayvana duyduğun yaşam arzuyla çizdiğin şekil, öbür ikisi de şiir ve oyun. Şiir ilkel bir şey, arkaik bir şey. Hepimizi şiirli yapan bir şey var. Ne de olsa rüya görüyoruz. Mecazlarımızla yatıp kalkıyoruz. Bizi yarı hayvan yapıyor şiir. Ağaçla özdeşleştiriyor, havaya salıyor, zerrelerimize ayırıyor. İçsel yansımadan türüyor. Bir de dışsal yansıma var. O da oyun. Dünyada gözü olan her mahluk oyun oynar. Cilveleşir, şakalaşır, oynaşır, uzaydan bir kesit çıkarıp bir kural biçer. Yavru bir kedi mesela, küçücük bir nesneyle avcılık oynar. Pusuya yatar, odaklanır, üstüne sıçrar, yakalar, sonra geri çekilir. Kendinin taklidi olur. O yüzden tiyatro bir ihtiyaçtır insan için. Kendini dışsal bir yansımaya dönüştürür. Öykünün, roman türünün kökeninde tiyatro vardır bence. İnsanın dramatik bir unsur haline gelmesi için önce tiyatro sahnesinde oynaması gerekiyordu. Arkaik derken bunu söylüyorum. Dünya yerle bir olsun, nükleer savaş ya da doğa felaketi, her şeye baştan başlayacağımızı düşünün, yine nabzımızı dinleyeceğiz önce. Tamtamlar çalacak. Sonra kendi evrenini kuran hayvanın muhteşem bütünlüğüne hayret edeceğiz, şiirle düşüneceğiz, oyun oynayacağız. Abartmıyorsam eğer, ki ben  her şeyi hep çok abartırım, işte bu yüzden yazdım bu oyunu. Dramatik bir varlık olan kendimi sahnede seyretmek için. Çok ilkel, epeski bir fikirle yazdım.
 
Okurlar oyun okumaya meraklı değiller, olabilir. Yazar bu ölçülere göre düşünürse dünyanın bütün yazarları türdeşleşmeye başlar. Aklın yolu birdir ne de olsa, okunabilecek şeyler yaz ki, seni bilsinler. Yazmak, bir bakıma bilinme arzusudur, bir tür iktidar ilişkisini kabul etme eğilimi içerir. Takdir göreyim derken, kendiyle ilgili meselesini daha sonra düşünmeye erteleyebilir. Kutsal kitapların bütün tanrıları bile, ben bilinmek isterim demiş. Tanrılar bile ruhsal bocalamadan bir önce kurtulup başkasının gözünde netleşmek istiyorlar. Ama bir an var, nasıl diyeyim içsel, karanlık bir an, varlığınızı sürdürmek için o kadar da bilinmek istemiyorsunuz. Onlar da genelde abdallar olur. Birazcık bilsinler, çok değil. Böylece oyun yazmak, herkese değil de bazılarına yazmak gibi bir şey oluyor. Sofranıza birkaç misafiri kabul etmek gibi.
 
Sahnede neden bir sultan ve niye bir şair var, size onu anlatayım biraz. Bu oyunu yazmadan önce en çok kudret üstüne düşündüm. İktidarın kudret karşısında aldığı tutumla ilgilendim. Sultan iktidardı, Şair ise Kudret. Ama bazen an geliyor iktidar kudretsiz olmuyor, kudret de iktidarsız. Zaten eşkökenli sözcükler bunlar.  Birbirlerini türetiyorlar. Bir de muktedir var oraya hiç girmeyelim. Birbirini bozup birbirini yeniden yapıyor bu iki kavram. Sonra dedim hadi bir hafıza oyunu oynayalım. Bir de ne göreyim, hiç kadın yok ve üstelik kadınsız da anlatılamaz. O zaman şöyle bir şey fark ettim, bu hafıza kudret ve iktidar bahsinde hele, bir erkek hafızasıdır aslında. Hafızamız hep eril bir izlekte ilerliyor. Peki kadın nerede? Bence bu oyunda her yerde. Köprü olarak, avlanan balık, sızlayan lüfer olarak, kafası ezilen cariye, şehvet duyulan fahişe, emreden adam ile şiir söyleyen adam arasındaki dişil fark olarak, uçuşan martı olarak her yerde. Umarım oyunun bu dişil haznesini fark edecek bir yönetmenin eline düşer de, onca zihinsel çabamız boşa çıkmaz.