Geçtiğimiz ay Alakarga yayınlarından çıkan yazarın son kitabı “okur postası” farklı bir okuma deneyimi sunuyor öykü severlere. Kitap farklı okurlar tarafından kaleme alınan yirmi sekiz mektup biçiminde öyküden oluşuyor. Ben bunlara mektup- öykü demeyi tercih ediyorum.
“Biçimlerim ve ölümlerim
Sayılamayacak kadardı.”
J. L. Borges
Geçtiğimiz ay Alakarga yayınlarından çıkan yazarın son kitabı “okur postası” farklı bir okuma deneyimi sunuyor öykü severlere. Kitap farklı okurlar tarafından kaleme alınan yirmi sekiz mektup biçiminde öyküden oluşuyor. Ben bunlara mektup- öykü demeyi tercih ediyorum. Bu yazarlar arasında kimler yok ki! İlk mektup Selim İleri’ye. “Kalabalık Bir Yalnızlık” adını taşıyor. Öykü içerisinde hayali okurlar, okur içerisinde okurlar var. İkinci öykü Leyla Erbil’e. “Abis’ e Armağan” başlıklı. Bu öyküler sayesinde yazarın okuma serüvenine de tanıklık yapıyoruz. Leyla Erbil ise yazarın kan bağı olan ustalardan. Ayrıca sevdiği okuduğu yazar tarafından fark edilmek, sevilmek de ayrı.
Leyla Erbil’in vefatından bir yıl kadar önceydi. Nişantaşı’ndaki evinde ziyaretine gitmiştik. Çok değerli dostum, eleştirmen Hülya Soyşekerci ile. Leyla Erbil’in o meşhur masalarından birinde oturuyorduk. Evine gelen konuklara mutlaka masa kurdurur ve ilerleyen yaşına rağmen servis yapar, çay doldurur, börek keser. Elleriyle hizmet ederdi. Son zamanlarda okuduğu kitaplardan bahsettik. Laf döndü dolaştı günümüz öykücülüğüne geldi. Nalan Barbarosoğlu. Yol Işıkları çıkalı çok oluyordu. Ama her daim güncel kalabilecek tüketilmeyecek bir kitaptı. Mesela yarın 2 Temmuz 2014. Kitap ile ilgili konuştuk. Leyla Erbil şunları söyledi: “Nalan Barbarosoğlu sevdiğim yazarlardan, keşke daha çok yazsa da okusak, ama hayat şartları, iş yoğunluğu galiba.” Belki de haklıydı. Kimde yok ki benzer sıkıntılar. Üçüncü mektup Yücel Balku’ya. Bu öyküde birçok öyküde olduğu gibi yazar ile okurun hikâyeleri birbirine karışıyor. Kişileri, yaşadıkları. Sonra sırasıyla, Haydar Ergülen, Nursel Duruel, Roni Margulies, Murat Gülsoy, Bülent Somay, Özen Yula, Faruk Duman, Ali Alkan İnal, Ayfer Tunç, Ferit Edgü, Müge İplikçi, Mine Söğüt, Behçet Çelik, Cemil Kavukçu, Feryal Tilmaç, Elif Şafak, Sibel Türker, Yekta Kopan, Didem Madak, Türker Armaner isimlerine yazılmış.
Okuru kışkırtan mektuplar
Kitapta farklı okurların gözünden hayata, ölüme, yaşama, unutmaya, özleme kısacası insana dair olan ve dâhil olan ne varsa. Bu yönüyle mektuplar öyküye yakın. Sorgulamaları, tartışmaları ile de bir deneme havasında. Ve yazar ile okur arasında diyalektik bağı gözler önüne seriyor aslında. Yazarın bu yönüyle okuru kışkırtan bir havası var. Bu okumalar yazarın dünyasına ışık tutarken, bir yandan da okurlar mercek altına alınıyor. Onların dünyaları, hikâyeleri. Mesela Elif Şafak’a yazılan mektup, Barbarosoğlu okurları için bir sürprizdir. Günümüzün okur kitlesinden bir okur seçmiştir kendine. Kitabı marketten alıp, mutfak masasında okuyan.
Barborosoğlu’nun olayları anlatırkenki şiirsel dili, kuru gerçeklik algısını kırar. Yazar burada okura nefes alacak, hayal kuracak, bazen de düşüncelere dalacak bir açıklık bırakır. Böylece yazar tanık olmaktan çıkar ki. Yazarın anlattığı hikâyeler tanık olma tuzakları ile doludur. Çünkü anlatılanlar başkalarının acılarıdır. Ferit Edgü toplu öykülerinin içindeki “İşte Deniz, Maria” kitabının önsözünde tanık olma durumunu şöyle değerlendirir:
“Ben, minimal öykülerimde her şeyden önce “olay”ı önemsiyorum. Ama benim “olay”larım, gözümüzün gördüğü olaylar değil. Çünkü ben, kendimi bir tanık yazar görenlerden değilim. Olayları, gözlerimi kapadığımda daha iyi görüyorum. Yıllar önce söylediğim gibi, düş ile gerçek koşut gidiyor yazdıklarımda.”
Peki, bu anlatma ihtiyacı nereden kaynaklanıyor?
Öykülerde her okurun bir hikâyesi var. Anlatacak hikâyelerimiz kalmış. Peki neden? Neden insan hiç tanımadığı birine mektup yazar. Hem de artık mektubun kalmadığı bir dönem. Modern dünya. Demek ki hâlâ anlatacak bir hikâyesi olanlar var ve birileri onu dinlesin istiyor. Bu hiç tanımadığı, hayatında yüzünü göremeyeceği, belki onunla ilgilenmeyecek biri de olabilir. Peki, bu anlatma ihtiyacı nereden kaynaklanıyor? Acaba özellikle mi yabancı, uzak birine anlatmak istiyoruz. Yakınlarımıza anlatamadıklarımızı? Mektupların geneline bakılacak olursa, yüzleşme ve iç dökmeler, geçmişle hesaplaşmalar ön planda. Artık konuşamadığımız için mi, yazıyoruz? Yoksa yüzleşmediğimizden mi? Çok mu yaşanmışlık var? Tenine bulaşan kanserden, 12 Eylül sonrası yaşanan hayatlardan, kimi zaman ailenin mahremiyetinden, kimi zaman arkadaşlar arasında yaşananlardan. Her yaştan her kesimden okur var kitapta. Hepsinin hikâyesi ayrı. 80 sonrası çözülme kendisini çok farklı şekillerde gösterdi. Bazen kör göze parmak durumlar ortaya çıkarken bazen bu durumlar psikolojik terapilerle ortaya çıktı. Kitapta mektup yazan okurların yaş ortalaması düşünülecek olursa, geçmişle bir yüzleşme söz konusu. Engin Gençtan 80 sonrası işkence gören danışanları ile yaptığı görüşmelerindeki tespiti kayda değerdir ve toplumsal çözülmeye giden yolun başlangıcıdır sanki. Alıntılıyorum. “Ama biri klinik çalışmamın dışında, diğeri esnasında, iki kişinin bana söyledikleri ve neredeyse birbirinin aynı olan cümleyi unutmam mümkün değil: ‘İşkence gördüğümden bu yana diğer insanlara karşı duyarlılığım köreldi.’ O dönemin dolaylı olarak benim de hayatımı etkilemiş olduğunu sonradan fark ettim.” (Zamane,s.46)
Öykülerde çoğu zaman yazınsal gerçeklik ile hayatın gerçekliği birbirine karışıyor. İç içe geçmişlik. Ormanın uğultusuna denizin uğultusunun karışması gibi. Sonra bir soru takılıyor? Gerçek nedir? Hangisi gerçektir? Mektuplardan birinde anlatılan hikâye: 12 Eylül döneminde İşkence sırasında tecavüzden doğma bir çocuk. Bunu bilmeden ömrünü bitirecek belki. Anneannesi ve dedesini, anne-baba biliyor. Bunu anlatmayı alıkoyan nedir? Peki, hangisi gerçektir? Çocuğunki mi? Anneninki mi? Bunları anlatan teyzeninki mi? Gençtan gerçekli kavramı üzerinde dururken, Krishnamurti “İlişki Üzerine“ adlı kitabından bahseder. “Kavrayamıyoruz, çünkü kendimiz, korkularımız, ideallerimiz, inançlarımız, umutlarımız, geleneklerimiz v.b. şeyler örtü işlevi görüyor. Bu saptırmaların ardındaki nedenleri anlamadan, algılananı değiştirmeye ya da ona tutunmaya çalışıyoruz, bu da daha çok direnç ve sıkıntı yaratıyor. Asıl üzerinde durmamız gereken nokta, bu saptırmayı ortaya çıkaran nedenleri kavramaktır… İvedi sonuçlar aramak, anlayabilme olasılığını yok etmektir.” (Zamane, s. 50)
Unutmuş bir toplum. Belki birçok şeyi. En çok da dertleşmeyi. Dinlemeyi. Geri çekilme kabuğuna çekilme. Yakınlarımıza anlatamazken, psikolog ile paylaşma ya da hiç tanımadığımız biri. Belki de hiç okunmayacak mektuplar. Barborooğlu’nun Yol Işıkları’ndaki öyküleri gibi “okur postası” öyküleri de her daim güncelliğini koruyacakmış gibi görünüyor.
Barbarosoğlu bu mektuplarında bize okuduklarını okur-yazar imbiğinden geçirip damıtıp sunar. Peki, okura ne kalmıştır buradan? İlk aklıma gelenler, sıralıyorum:
Arzunun Karanlık Nesnesi, Bir Şeyler Eksik, Bülent Somay, Tanrı Kimseyi Duymuyor, Faruk Duman, Üç Başlı Ejderha, Yaralı Zaman, Müge iplikçi, Şahbaz’ın Harikulade Yılı 1979, Behçet Çelik, Tahta Saplı Bıçak…
Kaynaklar
1. Barbarosoğlu, Nalan, okur postası, 1.Basım, Alakarga Yay. ,2014
2. Edgü, Ferit, Leş,3. Baskı, Sel Yay., 2010
3. Gençtan, Engin, Zamane, 3. Basım, Metis Yay.,2012