Beyaz Yakalının Sessiz Çığlığı: Ofis Dili

Tuğçe Ayteş
Şunu kabul edelim: Mısır’daki halanızdan yüklü bir miras kalmadıysa veya bir fabrikatörün çocuğu değilseniz ve kendi işinizi kurmaya niyetiniz yoksa gelebileceğiniz yer en fazla bir şirketin yöneticiliğidir ki orada da tutunmak için muhtemelen oyunu kuralına göre oynamak durumunda kalacaksınız.

Bundan önceki sayıda reklam dilinin özelliklerini incelemiştim. Reklam sunduğu dil açısından özenli olmak durumundaydı, belli kodları ve belli mesajları vardı. Bu reklamları ortaya çıkaran reklam şirketleri ve diğer ofislerde durum daha farklı.

Çalışanların arasında süregelen, çalışma yerine ve sisteme aidiyeti gösteren farklı bir dil şekillendi, şekillenmeye de devam ediyor. İnternet dilinde olduğu gibi kullanılan cihazlardan ve yapılan işlerden kaynaklanan yeni kelimelerin yanı sıra birkaç dili birbirine karıştırma, dilbilgisi ve imla kurallarını geri planda bırakma gibi ayrıntılarla da karşılaşmak mümkün. (Bir içerik editörünün epostaları takip ederken çıldırması işten bile değil.) Ama dilin bu dışsal değişiminin altında elbette içsel sebepler yatıyor. Aslında hiç hoş olmayan sebepler…

Günde dokuz on saat sizi içeri tıkacağız, istediğimizi de yapacaksınız denilse “Köle miyim ben?” deriz rahatlıkla. Ama üstüne para verilip bir de sigorta yapılınca bu teklife doğru koşa koşa gidiyoruz, gitmek zorunda kalıyoruz. Dünyadaki şirketler, Türkiye’de belki bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıdaki şirket bu alışverişin karşılıklı olduğunun farkında ve ofisleri, Playstation odaları ve benzerleriyle daha cazip yerler haline getirmeye çalışıyor. Oysa Türkiye’de genelde patron şirketleri var. Bu şirketler her ay maaş vermekle sizin tüm hayatınızı satın almış hissediyor ve ofiste her şeyin size zaten fazla olduğunu düşünebiliyorlar.

İster kurumsal bir şirket isterse kendini kurumsal zanneden bir şirket olsun, sonuçta insan her yerde insan ve karakterleri çeşit çeşit. Ama şaşırtıcı olan şey, bu kadar farklı karakterdeki insanların bir ofis dili benimseyip ona göre konuşması ve aynı jargonu kullanmayanları dışlamasa bile tuhaf karşılaması. Yıllarca uğruna okuduğumuz ve kendimizi uğruna heba ettiğimiz kariyerin olmazsa olmazlarından biri bu.

Dilin deformasyonuna geçmeden önce bir mola verelim. Kapitalist sistem, kariyerin çok önemli bir şey olduğunu yıllardır kafamıza çakıyor. Richard Sennett sözcüğün kökeninden bahsedince bunca şeyi çekmek pek de anlamlı gelmiyor açıkçası: “… İngilizce’deki ‘career’ [kariyer] kelimesi eskiden taşıtların [carriage] kullandığı bir yolu ifade ediyordu. Kelime çalışma bağlamında kullanılmaya başladığında da, kişinin ekonomik uğraşlarının bir ömür boyu aktığı mecrayı anlatıyordu.” (KA, s. 9-10) Bu mecrada dile neler oluyor bir bakalım.

Dilin deformasyonu

Dil günlük kullanımda, teknolojik ve başka gelişmelerle kendini yenileyen, genişleten dinamik bir yapıdır. Ama ofislerde olan şey yeni bir dil yaratılması veya dilin zamana uyum sağlaması değil deforme olmasıdır. En sık görülen deformasyonlar birçoğunun karşılığı olmasına rağmen İngilizce sözcüklerin tercih edilmesi ve aslında Türkçede olmayan “yapıyor olacağım”, “yapmış olacağım” kiplerine (İngilizceleri “future continious tense” ve “future perfect tense”) sıklıkla başvurulması. “Önümüzdeki hafta client demand’ları check ediyor olacağım.” Bir şey anladık mı? Ofis terminolojisine uzaksak hayır. Kapitalist sistemin yozlaştırıcı etkisinin kendisini doğrudan dilde deformasyon şekilde kendini göstermesi tesadüf değil.

Dil ofis hayatıyla, reklamlarla ve benzerleriyle kuşatıldı, onların dayattığı değerlerle yozlaştırıldı. Ofis için daraltırsak, dil belli sözcüklerle daraltıldı ve gündelik sözcük kullanımı sınırlandırıldı. Üstüne üstlük bu renksizleşme profesyonelliğin bir simgesi haline geldi.

Ivan Illich’in İşsizlik Hakkı’nda benzer bir yorumu var:  “En temel olarak mal olan dil, her biri mesleğin kontrolü altında olan dolambaçlı jargonlar tarafından kirletildi. Sözcüklerin gasp edilmesi ve gündelik dilin içi boşaltılarak bürokratik terminolojiye indirgenmesi ile, çevresel bozulmanın insanlar kâra dönük olarak istihdam edilmedikleri sürece fayda sağlamaktan mahrum bırakan özel bir şekli arasında itibarsızlaştırma dereceleri açısından yakın bir paralellik vardır.” (İH, s. 61)

Bu bozulan ve kısıtlanan dil sayesinde sadece Türkiye’deki ofisler değil dünyadaki ofisler de birbirine benzer hale geldi. (Örneğin, eğlencelik filmler olan Office Space ve Horrible Bosses filmlerine kendi ofisinizde çekilmiş kadar yakın hissedebilirsiniz.) Ivan Illich, eskiden sözcüklerin daha kıymetli olduğundan ve kişiye özel olduğundan bahseder. Şimdiyse sözcükler ve genel manada dil sürekli dayatılır ve herkes içindir. (Ama “Hitap şekli”nde bahsedeceğim üzere genelde başkasını işaret eder.) Illich’in dilin dönüşümü hakkında tespiti şu yöndedir:  “Artık iki nokta netleşti: 1) Dilin başına gelen şey, giderek genişleyen ihtiyaç-tatmin ilişkisinin şablonuna uyuyor; 2) Şenlikli yöntemlerin manipülatif mallarla yer değiştirmesi sahiden evrensel ve New Yorklu öğretmeni, Çinli komün üyesini, Bantu okul çocuğunu veya Brezilyalı cerrahı birbirine benzer hale getiriyor.” (İH, s. 25)

Hitap şekli

Ofis dilinde en çok dikkat çeken ayrıntılardan biri sürekli 3. tekil şahıs veya 1. çoğul şahıs kullanılması. Her ne kadar bir ekip çalışması söz konusu olsa da çalışanlar, özellikle yöneticiler bunu bahane göstererek sorumluluğu Casper’a veya Hayalet Avcıları’na yüklüyor gibidir. Uçurmayı Vurmasınlar filminde geçen “Ben işemedim, Miki işedi” misali. “Tuğçe nasıl bir insan mı? Kendisi sorumluluk sahibi, kriz yönetiminde başarılı…” İki dakika kendi hakkınızda böyle bahsetmeyi deneyin. Özbenliğinizin uçup gitmesini seyretmeyi de unutmayın. Ya da “Arkadaşlar projeyi pazartesiye kadar yetiştiriyor muyuz?” Ofis ortamında yeterince çalışan biri bunun “O proje pazartesiye kadar bitecek, yoksa hepinizin ağzına sıçacağım” anlamına geldiğini bilir.

Emir kipiyle konuşanlar veya eposta gönderenler daha sinir bozucu olmakla birlikte sistemdeki yerlerini sağlamlaştırma konusunda kararlılığını açıkça gösteren tiplerdir. Bu tipler genelde yöneticiler veya ekip liderleri olur. Bu insanlar kendilerini sömüren sistemi ve kendilerine ait olmayan şirketi öylesine savunabilirler ki aklınız almayabilir. Herkes maddi ve manevi birtakım ihtiyaçlardan ötürü orada bulunmaktadır. Ama kraldan çok kralcı olanlar hangi şahısla hitap ederlerse etsinler samimiyetsizlikleri mesai saatlerinin daha yavaş geçmesine sebep olacaktır.

Değersizlik

Çalışanlara aslında değerli oldukları pompalanır durur. Gerçekler acıdır: Oradaki bilgisayar kadar değeriniz yok. Özellikle ’80 doğumlu nesil ailesi tarafından dünya tatlısı, dünya zekisi diye yetiştirildi, bu kuşağa bir de Y kuşağı adı verildi ama Y kuşağı iş hayatına başlayınca ayvayı yedi. Özel olmayı bırakın, patronun onlardan haberi bile yoktu, bir krizde veya performans düşüklüğünde gönderilebilirlerdi ve yaptıkları işin bir anlamı yoktu. Buyrun cenaze namazına…

İşin bölünmesi Fordist sistemle birlikte gündeme geldi. Önceden bir usta, bir işçi işine baştan sona hakimdi ve uzmandı. Fordist üretimde daha hızlı araba üretebilmek için herkese aracın belli bir kısmının parçasının üretilme sorumluluğu verildi. Günümüzde de iş bölümü gitgide bölünüyor. Yeni çıkan mesleklerin yarısının ne anlama geldiğini bilmiyoruz. İşin bölünmesi iş yükünü azaltıyor görünse de aslında daha fazla iş yüklenmesi için bir bahaneden öteye geçemiyor. Ayrıca yaptığınız işe tamamen yabancı olmanız, o işi sizin yaptığınızı sınırlı bir çevreden başka bir kimsenin bilmemesi ve bilenlerinde genelde bu konuda olumlu yorum yapmamaları gayet cesaret kırıcı.

Siz kim olursanız olun, şirketin oluşturduğu kurumsal kimlikle kendinizi tanımlamanız beklenir. “Kimlik, ne yaptığınızdan çok nereye ait olduğunuzla ilgilidir; bu genel bir kuraldır.” (YKK, s. 50) Sürekli bireyselliğinizi vurgulamanız desteklenirken bir yandan da bastırılırsınız, sürekli beceri edinmeniz ve sivrilmeniz gerekirken köreltilirsiniz. Ne yapsanız yeterli değildir çünkü sizden binlercesi vardır. “İnsanın kendine yeterli olduğuna dair iyimser güveni ve başkalarına olan ilgisi gittikçe azalırken beklentiler artıyor.” (İH, s. 28) Ofis dilinin altında aslında bir arayış, tedirginlik ve memnuniyetsizlik yatıyor.

Boş umutlar

Şunu kabul edelim: Mısır’daki halanızdan yüklü bir miras kalmadıysa veya bir fabrikatörün çocuğu değilseniz ve kendi işinizi kurmaya niyetiniz yoksa gelebileceğiniz yer en fazla bir şirketin yöneticiliğidir ki orada da tutunmak için muhtemelen oyunu kuralına göre oynamak durumunda kalacaksınız. Bize neler söylendiğini düşünün: Ortaokul sınavına gir sonra rahatsın. Üniversite sınavına gir sonra rahatsın. Üniversiteyi bitir sonra rahatsın. Sigortalı bir işe gir sonra rahatsın. Ama tünelin sonu El Dorado’ya değil bombok bir yere çıkıyor.

İnternetin popüler web sitelerinden olan sözlükleri biraz okursanız en çok rastlayacağınız şeylerden biri “30 yaşında düzenli bir işi olmamak”, “27 yaşında hiçbir şey yapmamış olduğunu fark etmek” gibi başlıklardır. Çünkü bize hep bir şey olmamız söylendi, sigortalı ve yüksek maaşlı bir işin tek kurtuluş yolumuz olduğuna inandık ve ilk fırsatta kovulduk veya istifa ettik. Aldığımız maaş birikmedi, gerekli zammı veya terfiyi alamadık. Gelecekte her şey çok güzel olacaktı ama şimdi gelecekte ne hale düşeceğimize dair fikrimiz bile yok. Otuz beşimizden sonra özel sektörde iş bulabileceğimiz bile muamma. Her iş için belli bir deneyim isteniyor ama deneyimin doruk yaptığı ileri yaşlarda sizden çok daha genç çalışanlar tercih sebebi. Dolayısıyla Sennett’in de vurguladığı üzere “Yaş ayrımcılığı çok açık bir paradoks barındırıyor.” (YKK, s. 63)

Ofis dili dahilinde sık duyacağınız ayrılık sözlerinden biri “daha iyi bir teklif aldım”, “reddedilemeyecek bir teklif aldım” olacaktır. Teklif büyük bir talih eseri zembille inmediyse bunun meali “aylardır buradan kaçmak için yapmadığım başvuru kalmadı, sonunda daha iyisini buldum ve gidiyorum”dur. Gerçi ifade, kendi içinde dürüstlük de barındırıyor: “Buradan daha iyi bir yere gidiyorum.” Ama işveren size ona saygı veya sadakat oluşturacak ortamı oluşturmuyorsa elinizden ne gelir ki? “Eğer bir işveren size başınızın çaresine bakmanızı, ihtiyacınız olduğunda kurumun size yardım etmeyeceğini söylüyorsa neden ona fazla bir sadakat duyasınız ki? Sadakat, katılımcı bir ilişkidir; hiçbir iş planı, ne kadar güzel ya da mantıklı olursa olsun, sırf çalışanlar planın oluşumuna katılmadığı için, dayatıldığı insanların sadakatini tek başına kazanamayacaktır.” (YKK, s. 45) Sadakatsizlik şirkete iş gücü kaybettirdiği kadar çalışanlar için de büyük stres kaynağıdır. “Çalışanlar söz konusu olduğunda ise sadakat eksiklikleri stresi, özellikle de, bulgularımıza göre, uzun saatler boyunca çalışmanın neden olduğu stresi daha da artırır. Alabildiğine uzatılmış, yoğun işgünü amaçsız görünebilir; baskı kamçılamaktan ziyade bunaltıcı hale gelir.” (YKK, s. 46)

İşten kovulurken de belirli kalıplar vardır: “Yeterli performansı gösteremedi”, biraz eşitlik havası yaratmak istenirse “Anlaşamadık” vb. Aslında işveren (Türkiye için konuşursak) aynı pozisyon için sayısız üniversite mezununun hazırolda beklediğini ve bu adaylardan birçoğunun çok daha düşük bir maaşa razı olacağını bilir. İşveren giden işgücünü en az üç ay telafi edemeyecek olmasına rağmen emeğe ve emekçiye zerre değer vermez. 
“İş paylaşımı, özel bir anlatı çerçevesi türü sunar. Uzun vadede kişi hep çalışmaktadır.” (YKK, s. 116) Size kalan hep çalışmak, daha fazla çalışmaktır.

Can sıkıntısı

Başta da değinildiği üzere, Türkiye’de insanları çalışmaya iten nedenlerden ikisi maaş ve sigorta. Gerçi paranın değeri bu kadar düşmüşken, emekli maaşıyla ancak hayatta kalınabilirken ve sigortanın geçerli olduğu devlet hastaneleri ve özel hastanelerin durumu ortadayken mesai saatleri gitgide anlamsızlaşıyor. (Hayal kırıklıkları listesine birkaç madde daha.)  Tabii ki başka sebepler de insanları dört duvar arasında çalışmaya itebilir. Mesela serbest mesleklerin ve zanaatın artık meslekten sayılmaması, dolayısıyla toplumsal statünün kişisel tatmine yeğlenmesi.

Asıl acı olan kısım, çalışma hayatının tek alternatif haline gelmesi ve çalışma saatlerinin dışında yapacak bir şey bulamamak. Sistem insanları köreltti, boşalttı. İnsan ruhunu, zihnini zenginleştiren aktiviteleri zaman ve para kaybı addetti. Bir süre idare edebilecek şartlara sahip olan birçok kişinin ofiste çalışmaya yeğlemesinin altında ofis dışında yapacak bir şey bulamamaları yatıyor. Mesai insanın içinde yararlı ne varsa emer ve bittiğinde geriye sadece kafa dinlemek isteyen bir insan posası bırakır. Richard Sennett düzenli bir ofis çalışmasının etkisinden şöyle bahseder. “Rutin, belli bir noktada zararlı hale gelmeye başlar. Çünkü insanoğlu kendi çabası üzerindeki kontrolünü yitirir; çalışma zamanı üzerindeki kontrolün yitmesi ise insanın zihnen öldüğü anlamına gelir.” (KA, s. 39) Ve bir Adam Smith yorumuyla devam eder:  “Adam Smith’e göreyse, bu düzenli evrim, kardeşlik ve sükûnet imgeleri, gerçekleşmesi imkânsız bir rüyayı temsil etmekteydi. Rutin ruhu öldürürdü. En azından kendisinin gözlemlediği serpilen kapitalizmde organize edildiği biçimiyle rutin, sanattaki düzenli çalışma ve tekrarın pozitif rolü arasındaki bağlantıyı yalanlar görünüyordu.” (KA, s. 37) Mesai saatlerinde belli aktivitelere ve masa başı işlerde belli beden pozisyonlarına, ofis dilinde bazı kalıplara sıkışıp kalırsınız.

Ne yapabiliriz?

En azından yakın gelecekte çalışmaya mahkumsak zihnen veya ruhen ölmemek için ne yapabiliriz?

1) Hayatta tüketici değil üretici olmayı seçebiliriz.

Öykü veya anılarımızı yazabiliriz, bir enstrüman çalıp kendi müziğimizi yapabiliriz, kendi kısa filmimizi çekebiliriz, seyahat edip yeni yerler görebilir, bu yerlerde kendi fotoğraflarımızı çekebiliriz, yeni diller öğrenip o dillerin kültürleri hakkında bilgi edinebiliriz, bir zanaat dalında eserler verebiliriz… Listeyi uzatmak elimizde.

Kapitalist sistemde emeğimiz bize ait değildir. Bir Excel tablosunu yapar ve gönderirsiniz, sizden çıkar. Ama seramikten bir çömlek yaptığınızda o sizin eserinizdir, sizin emeğinizin vücut bulmuş halidir. “Zanaatçılık tesellisine romantik bir nitelik vermemek önemli; ama bir şeyi o şeyin kendisi için iyi yapmanın sonucunu anlamak da eşit derecede önemli. Kabiliyet, hem somut hem de kişidışı bir ölçütle değerlendirilir: Temiz temizdir.” (YKK, s. 69) Sennett’in vurguladığı üzere, onu kendisi için yaparsınız. İşte bu “kendi için yapma” kapitalist sistemde anlamsızlaşır ve ofis dilinde karşılığı yoktur. Ama hiç şüphesiz ki tatmini boldur. Sizi değersiz göstermeye çalışan sisteme “İşte ben buna yetkinim” diye haykırabilirsiniz. Ofis jargonunun dışına adım atmanız da cabası.

2) Tüketici olsak bile, bizi manen zenginleştirecek şeyleri tercih edebiliriz.

Para amaç değil araç. Yine de baş çalışma sebeplerimizden biri olduğunu unutmamak gerek. O parayı kendimiz için kazandığımızı unutmayalım. İyi bir kitap, iyi bir film, iyi bir albüm, iyi bir tiyatro oyunu. Bitirdikten sonra zihnimize ve ruhumuza bir çentik atan, bizi düşünmeye veya derin hislere sevk eden türden…  Sistemin kendi araçlarını kullanarak sizde yarattığı kısıtlayıcı baskıyı bir nebze hafifletebilirsiniz. (Kesin çözüm değil tabii.)

3) Sisteme bağımlılıklarımızı azaltabiliriz.

Bağımlılıklar derken hem maddi hem manevi. Maddi olarak alışveriş, kartlar, borçlar vb sayılabilir. Birçok şeye ihtiyacınız olduğuna inandırılırsınız ve onları temin etmek, para kazanmak için canhıraş çalışırsınız. Bunları üstünüzden ne kadar silkip atarsanız o kadar özgürsünüz. İvan Illich de bu noktaya parmak basıyor. “Para, değerini ölçemediği her şeyi değersizleştiriyor. Bu durumda kriz herkes için aynı demektir: endüstriyel ürünlere daha fazla ya da daha az bağımlı olmak arasındaki seçim. Daha fazla bağımlılık, geçimlerini sağlayan işleri kendileri belirleyen kültürlerin daha hızlı ve tamamen yok olması anlamına geliyor. Daha az bağımlılık ise, modern kültürlerin yoğun işleyişinde kullanım değerlerinin rengarenk çiçek açması anlamına geliyor.” (İH, s. 30)

Manevi açıdan da reddedecek çok şey var. Bize dayatılan değerleri, ihtiyaç listelerini, jargonları elimizin tersiyle itebilirsek yüklerimizden büyük ölçüde arınırız ve önümüzde açılan yeni yolları daha iyi görebiliriz.

4) Genel geçer mesleklerin, kanıların dışına çıkabiliriz.

Hiç ummadığınız bir uğraş size hayatınızın mutluluğunu veya istediğiniz geliri getirebilir. Bu biraz araştırma, biraz şans, biraz da cesaret meselesi. Serbest meslekler bir seçenek. Ama serbest mesleklerde de yine bir yere bağlı olup yeri geldiğinde tam zamanlı işlerden daha fazla çalışmanız gerekebilir. Kendi işinizi kurabilirsiniz, iyi bir girişim hem kendi düzeninizi kurmanıza hem de emeğinizi kendinize harcamanıza aracılık eder. Bu durumda bile sistemden tam kurtulmuş sayılmazsınız. Her şeyi bir kenara bırakıp kendinize mütevazı bir yaşam kurabilirsiniz. (Bağdat Caddesi’ndeki şatafatlı hayatlarından sıkılıp Antalya’da bir köyde kendi yaptıkları küçük bir eve yerleşen çift gibi.) Ülke ülke gezebilir ve oralarda geçici işlerde çalışabilirsiniz.

Ivan Illich’e göre önünüzde iki yol var. “Dünyadaki toplulukların çoğunun tam da aynı kritik meseleyle yüz yüze oldukları artık daha net: İnsanlar ya daha fazla bağımlılığa doğru dalga dalga ilerleyen şartlanmış kalabalığın içinde birer sıfır olarak yer almalı (ve alışkanlıklarını besleyecek ilaçlar için vahşice bir savaşa katılmalı) veya panik hallerinde tek başına hayat kurtarıcı olabilen cesareti bulmalılar: sakin bir şekilde ayakta durup çevrelerine bakarak görülen çıkış yolu dışında başka bir yol arama cesaretini…” (İH, s. 29)

Belki de en basitinden, bu yazıyı okuduktan sonraki ilk mesaide dildeki deformasyon, tektipleşme ve sığlaşmayı reddedip kendi cümlelerimizi kurmaya başlayabiliriz. Sistem ve onunla birlikte sürüklenen insanlar bizi ne kadar köle yapmaya çalışırsa çalışsın onlara ait olmayan bir yanımız olduğunu göstermenin tam zamanı.

Kaynaklar:
1. İşsizlik Hakkı (İH), Ivan Illich, çev. Deniz Keskin, Yeni İnsan Yayınevi, 2010.
2. Karakter Aşınması (KA), Richard Sennett, çev. Barış Yıldırım, Ayrıntı Yayınları, 2013.
3. Yeni Kapitalizm Kültürü (YKK), Richard Sennett, çev. Aylin Onacak, 2011.