İsimleri, mekânları, zamanları değişse de zulmedenler ve zulme uğrayanlar değişmiyor. Tarih, her ne kadar galiplerin dilinden yazılmış olsa da buna alternatif olabilecek edebiyatı çok nitelikli bir biçimde kullanıyor. Ve bunu, yıllar boyunca düşülen hata ve klişelerden uzak durarak yapıyor.
Tarih yazımı üzerine düşünürler muhtemelen bilinen ilk yazıcı Heredotos’tan beridir düşünmekteler. Heredotos’un başlattığı tarih yazıcılığı tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışıyla bir çizgisellik kazanır. Şöyle ki: Tarih, Adem’in cennetten kovuluşuyla başlar ve kıyametle (apokalips) sona erer. Tarihin, bu çizgiselliği kazanmasında dünyaya yayılan Hristiyanlığın önemi büyüktür. Aydınlanmayla beraber tarihin ilerlemeci anlayışı çok da değişmeden insanı merkeze almaya başlayan bir tarih yazımı gelişir. Ardından Marksizm’in ortaya çıkmasıyla insan topluluklarının ilişkilerini ekonomik temelde inceleyen ancak yine çizgisellikten kurtulamayan bir tarih anlayışı (Walter Benjamin’in yüzyılımızın başında yaptığı hayati katkıyı saymazsak)… Yüzyılımızın başında dilbilimdeki gelişmelerle dil üzerinden ele alınmaya başlayan tarih yazıcılığı son olarak yapısalcılık, post yapısalcılık ve postmodernizm etkisiyle gelişimini sürdürür. Bu sınıflandırmalar tabii ki kabaca yapılmıştır ve bütün örneklere değinmediğimin farkındayım. Merak edenler yazının sonundaki kaynakçadan yararlanarak daha detaylı bilgiye ulaşabilirler. Dilbilim alanındaki gelişmelerin tarih yazımı üzerindeki düşünceleri önemli oranda etkilediği açıktır. Sonuç olarak tarih yazıcılığı, geçmişi bugün elde olan verilerle geçmişe doğru inşa etme çabasıdır. Bu inşa süreci, nesnesini kaçınılmaz olarak bir anlatıya dönüştürür. Bu yüzden günümüzde tarihi anlatıları edebi ürünler olarak değerlendirme şansına sahibiz.
19. yüzyılın hemen başında Walter Benjamin, Tarih Kavramı Üzerine Tezler’ini ortaya atar. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen başında intihar ettiği için tamamlayamadığı yapıtında tarihin galiplerin tarihi olduğundan ve bunun ancak bir yıkıntı olarak ele alınabileceğinden bahseder. Ona göre tarih ilerlemeci bir anlayışla ele alınamaz. Çünkü tarih ancak bütün mağlupların hesaplarının sorulacağı son gün bütün olarak ele alınabilir bir hale gelir. Bu anlayışla tarihsel materyalistin tarihe dair yorumunu tarihselci anlayışla aynı doğrultuda yapamayacağını savunur. Çünkü tarihselcilik tarihin çizgisel bir doğrultuda ilerlediğini ve işlerin her zaman daha iyiye gideceğini savunur. Tarihsel materyalist, Benjamin’in kendi deyimiyle “kaplan sıçrayışıyla” tarih adlı bu yıkıntıdan bir şeyler çekmek durumundadır. Bu bağlamda geçmişten çekip ortaya attığı flaneur kavramı önemlidir.
Tarihin bir yıkıntıdan ibaret olduğunu açmaya çalışalım. Tarih, yapısı gereği döneminin egemen unsurlarının belgeleri üzerine inşa edilir. Tarihsel belgeler toplanır ve bu belgeler ışığında geçmişe yönelik bir yapı kurulur. Tarihin her döneminde egemen unsurlar bu inşayı kendi çıkarları doğrultusunda yaparlar ya da yaptırırlar. Ülkemizi ele alacak olursak Milli Eğitim müfredatında okutulan resmi tarih oluşturulurken ulus-devlet bilincinin oturtulması için kahramanlıklarla dolu yüce bir tarih anlayışı benimsenir. Anlatı, ulusun tarihi boyunca dünyaya hükmedecek bir güçte olduğu ancak bunun diğer etnik unsurlar ya da farklı dini inanç sahipleri yüzünden sekteye uğradığı üzerine kurulur. Günümüze gelecek olursak, günümüzün muktedirleri kendi anlayışları doğrultusunda yeni bir tarih anlatısı kurmaya çalışmaktalar. Geçmişe yönelik bilgilerin manipüle edilmesi ya da tahrifatıyla eski anlatının yerini bu anlatıyla doldurmaya çalışmaktalar. Bu durum tarih anlatısı inşa edilirken iktidara gelmiş bütün güçler için aynıdır. Sonuç olarak tarih anlatısı erkin en önemli manipülasyon araçlarından biridir. Erk, kurduğu tarihi anlatı yoluyla yönettiği topluluğun kendine neden tabi olması gerektiğini tekrar tekrar hatırlatır. Erk olmazsa vatan, hemen yanı başındaki dış mihraklarca yok edilecektir.
Sanat, tarihsel sürecin sonunda geldiğimiz noktada, bize tarihin havını tersinden tarama konusunda çok fazla olanak sunar. Varoluşu itibariyle barındırdığı yenileyici-yıkıcı unsurlar sayesinde devrimci bir nitelik kazanır. Topluma da yansır. Sanat, bu yazının bağlamı açısından edebiyat, tarihsel olaylara dolaylı yoldan da olsa etkide bulunur. Yazar, tıpkı tarihçi gibi, ele aldığı olayları bir anlatı içinde okuruna sunar. Edebi metin, bilimsellik iddiasında olmadığı için çoğuna göre sonuç olarak bir kurgunun ürünüdür. Ancak tarih de alımlayıcısına veriliş biçimi açısından bir kurgu değil midir? Belki de edebiyatçı, erkle birebir ilişkisi olmaması açısından tarih yazımı konusunda tarihçiden daha bağımsız bir noktaya gelir. Rusya’nın devrime giden sürecini devrim öncesi edebiyat incelendiğinde daha iyi öğrenmiyor muyuz? Ya da Latin Amerika halklarının edebi ürünlerine baktığımızda?
Faruk Duman’ın Kırk adlı kitabını da yukarıda değindiğim bağlamdan bağımsız incelemek kitaba haksızlık olur. Duman dört bölümden oluşan kitaba Geçiş adlı bölümle kayıplara karışan birini anlatarak başlıyor. Demir olduğunu öğrendiğimiz bu kişi kasabaya trenle gelen cezalandırıcılar tarafından götürülüyor ve kendisinden bir daha haber alınamıyor. Kırklara karışıyor. Kitapta “Sonra bir gün –sokaklarda fil sesleri duyuluyordu, çocuklar ağaç kabuklarından düdükler yapmayı öğrenmişlerdi- flüte benzeyen bir düdük yaptı… Ama çok sürmedi, bir zaman sonra kayıplara karıştı Demir. Bilmem koruya girip gözden kayboldu, bilmem sır oldu. Sonra, şeften öğrendiğim kadarıyla tabii, Demir’i alıp götürdüler.” (Kırk) diye geçen bölüm tüm kasabalılar tarafından bilinen tek gözlü trencinin Demir’i çalınca konuşmasına gerek bırakmayan bir düdük yapması yüzünden götürmesiyle devam ediyor. Çocuklar ağaç kabuklarından düdükler yapmayı öğrenince sokaklar fil sesleriyle dolar. Düdükleri yapan çocukları cezalandırmak için tek gözlü şeftrenler yollandığı bilinir. Bu çocuklar çoğu zaman o trenlerle alınır götürülürler. Aslında darbe zamanları çoğumuz için çocukluğumuzda anlatılan korkunç masallardan pek de farklı değildir. Belki de bunların sadece masal olduğunu görüp korkulardan kurtulmak gerekir. "Bir Hüzün Hizmetçisi" adlı ikinci bölümde anlatıcı, unutkanlığın yangınından kurtarabildikleriyle metni (belki de kendi belleğini) çatmaya başlıyor. Anlatıcının çocukluğundan hatırladığı fragmanları anlattığı bölümden kitaplarla arasının olmadığını ve asıl bilginin kitaplara nakşedilmiş kargacık burgacık harflerle değil de başka türlü bir yolla elde edilmesi gerektiğini düşündüğünü öğreniyoruz. Zaten anlatıcı, öğretmeni de atmaca boğa karışımı korkunç bir yaratık gibi okulu da yapış yapış, çıkış zili çaldığı zaman asıl mutluluğun geldiği yermiş gibi betimliyor. Yine babası kayıplara karışınca o da okulu bırakıyor. Yine “Ama çok yaşamadı babam. Yaşasaydı, ben de okuluma devam eder, kim bilir bir zaman sonra mezun bile olurdum. Tabii, başım kesilmiş bir halde.” (Kırk) ssözleriyle anlatıcının okulla arasındaki derin uçurumu görüyoruz. "Süleyman’ın Kuşları" adlı üçüncü bölümde anlatıcının kendisine nasıl aktarıldığını hatırlamadığı bir hikâyeye rastlıyoruz. Süleyman peygamber bir gün bahçede otururken kuşların dilini anlamaya başladığını fark ediyor. Bunun bir lanet mi yoksa kutsanmama mı olduğunu anlamaya çalışırken kuşlardan hikâyelerini dinlemeye başlıyor. Kuşlar, Süleyman’a çok geçmiş bir zamanda halkına zulmetmiş bir imparatordan bahsediyorlar. Elinde yılana dönüşebilen asasıyla halkına sonsuz zulmeden bir imparator… Bu imparatorun baş işkencecisi halka kırbacıyla korku salan tek gözlü bir adam… Bu hikayeyi dinleyen peygamber bir aslana dönüşüyor ve kükreyerek bunu dinlediği bahçeyi terk ediyor. Kim bilir halkın öcünü almak için… "Generalin Papağını" isimli son bölümde anlatıcı bizi bir sahil kasabasına götürüyor. İsminin Hasan olduğunu kitabın sonlarına doğru öğrendiğimiz anlatıcı, eskiden darbe yapmış emekli bir generalin yanında çalıştığını anlatıyor. Bu general aynı zamanda yaşadığı sahil kasabasında resim sanatına katkıda bulunmaya çalışan biri… Emekli general, resim, sahil ve kasaba deyince eminim taşlar yerine oturmuştur. Kitap kuruluş itibariyle tipik bir Faruk Duman metni… Belleğin unutkan tarafı üzerinde inşa edilmiş, geçmişini hatırlamaya çalışan ya da bunu anlatırken hatırlayan bir metin. Anlatıcı olayları aktarma biçimiyle okurun, metinden devamlı şüphe etmesini sağlıyor. Belleğin unutmakla lanetli olduğunu okuruna devamlı hatırlatıp unutmaması gereken şeyleri ona gösteriyor. Bir nevi kuş görevi görüyor. Çünkü biz, olayları kuşlardan duymaya alışmış bir halkız. Roman, belleğin unutan tarafı üzerine inşa edildiği için romanın kurgusu da ister istemez klasik bir kurgu olamıyor. Bu yapıya uygun olarak zamanda da çok fazla atlama oluyor. Sanki anlatacağı hikâyeyi unutmuş (ya da unutturulmuş) bir çocuğu dinliyoruz. Ve çocuk olayları bir başından bir sonundan anlatıyor. Hikâyeyi, ancak aktarıcı tamamlayınca anlayabiliyoruz. Haberleri bize veren kuşlar gibi…
Anlatıcının çocukluğundan beri etrafındaki kişilerle sağlıklı bir ilişki kuramaması ve büyük bir alçakgönüllülükle kendini ebleh diye tanımlıyor olması da diğer bir önemli konu. Hasan, hayatı okulda değil de dışarıda öğrenmeye çalışan biri. Teknolojiyle neredeyse hiçbir ilişkisi yok. Hatta tek ilişkisi romanın başında geçen Demir’in götürülmesi hikâyesinde kasabaya trenle gelen cezalandırıcılar. Bu durum belki de Faruk Duman’ın Aydınlanmanın bilgeliği salt ilerlemeci ve kitaplara hapsolmuş bir şekilde ele alışına bir itiraz. Hatta isyan… Çünkü Aydınlanma insan hayatına hiçbir zaman insanlığın kendisinden beklediği etkiyi yapamadı. Yüzyılımızın başında ortaya çıkan Fütürizm dünyanın teknoloji tarafından kurtulacağını düşünüyordu. Ancak arka arkaya gelen iki dünya savaşıyla bu anlatı da çöktü. Bugün bile ilerleyen teknolojiyle insan emeğinin yerini makinanın alacağı ve bu vesileyle insanın özgürleşeceği yalanına inanan sayısının az olmadığı düşünülürse… Kırk’ın yazarının bunu da bize hatırlatmak istediği varsayılabilir. Ayrıca romanda, Anadolu insanına özgü kendini hakir görme durumu Hasan’ın generalle kurduğu ilişkide de kendini gösteriyor. General ne kadar saçmalasa da anlatıcı bu durumu sineye çekerek onu dinlemeye devam ediyor. Generalin bütün yaptıklarına rağmen (romanda bir darbe yaparak düzeni sağladığından da bahsediliyor) ona karşı sonsuz bir sevgi besliyor. Hatta kitabın sonunda generali sorgulamaya geldiklerini anladığımız askerle polisi görünce general için içten bir üzüntü duyuyor. Bu kabulleniş okuyucuda öfke uyanmasına neden oluyor. Belki de sevdiklerinin kırklara karışmasına neden olan cellada sevdalanan bir ülkenin okurunda uyanması gereken bir öfke…
Sonuç olarak Faruk Duman, kasabaya trenle gelip günlük olarak cezalandıranları da Süleyman’ın hikâyesinde geçen korkunç hükümdarı da darbe yaptıktan sonra emekli olup sessiz sakin bir sahil kasabasına geçip resim yapan generali anlatırken de aslında insanlığın tarihine bir tanıklık yorumu getirmiş oluyor. İsimleri, mekânları, zamanları değişse de zulmedenler ve zulme uğrayanlar değişmiyor. Tarih, her ne kadar galiplerin dilinden yazılmış olsa da buna alternatif olabilecek edebiyatı çok nitelikli bir biçimde kullanıyor. Ve bunu, yıllar boyunca düşülen hata ve klişelerden uzak durarak yapıyor. Aydınlatıcı olarak değil yazarken aydınlandığının bilincine vararak…
Kaynakça:
- Duman Faruk, Kırk, 2. Basım, Can Yayınları, 2006
- Löwy Michael, Walter Benjamin: Yangın Alarmı "Tarih Kavramı Üzerine" Tezlerin Bir Okuması
- http://www.historystudies.net/Makaleler/1925200628_6%20-%20Didem%20Y%C4%B1ld%C4%B1r%C4%B1m%20Delice.pdf