Sabahın köründe uyandı yaşlı kadın. Kahvaltıyı hazırlamaya başladı. Birazdan oğluyla torunu da kalkardı. Kocasını iki yıl önce yürek bungunundan yitirmişti. Gelininin rahim kanseri olduğunu öğrendiklerindeyse çok uzun zaman geçmişti, yıllarca ağrılar içinde yatmıştı, tüm bedenini sarmış bu lanet sayrılık genç kadının.
Ekmek, yaşlı kadının geceden yaptığı bir kâse çökelek, azıcık da zeytin, çay…
Oğlunun çalıştığı fabrikada sorunlar gün geçtikçe çoğalıyordu. Evin kirasını ödemek de enikonu zorlaşıyordu böylelikle. Hadi yiyecek bulabiliyordu bir biçimde ama bambaşka sıkıntılar vardı. Elektriği ödeyemedikleri için kaç aydır kesikti, çocuk mum ışığında derslerini yapmaya çabalıyordu. Geçen gün öğretmeni kızmış, “Ne biçim yazı bu böyle” deyince çocuk, “Öğretmenim elektriklerimiz kesik” demiş. İnanmamış öğretmeni. Daha da çok kızmış. “Yalancı, çalışmıyorsun, tembelsin de bahaneler uyduruyorsun” diye azarlamış bir güzel. Nasıl anlatsın ki yaşlı kadıncağız böyle bir durumu? Ne desin çocuğa? Öğretmen de anlamaz dertten. Belki bilir de bilmezden gelir, çaresiz.
On sekiz aydır fabrikada maaşlar ödenmez olunca kıt kanaat geçinir oldular. Yaşlı kadının kocasından kalan sigorta aylığı olmasa kimbilir ne halde olurlardı. En azından yaşayabilecek durumdaydılar. Şu elektriği bir ödeseler… Her şey yerli yerine oturacak. Isınmaları da zora girdi. Kömür alamadıkları için yalnızca komşularının verdikleri ceviz kabuklarıyla, kâğıtlarla, sokaktan topladıkları dal, tahta parçalarıyla ısıtmaya çalışıyorlar evi. Sobanın çeyreği bile dolmuyor.
“Anne, Osman daha kalkmadı mı?”
“Günaydın oğlum.”
“Sana da anne, okula geç kalacak sıpa.”
“Sen sofraya otur da ben uyandırırım.”
Yaşlı kadın, diğer odada yerde yatan torununun yanına gitti. Mışıl mışıl uyuyor, gülümsüyor, düş görüyordu çocuk. Seslendi önce: “Osman, hadi canım torunum, kalk, kahvaltı hazır, senin sevdiğin çökelekten de yaptım.”
Çocuk bir sağa bir sola döndü, gözünü hafif araladı yine yumdu.
“Aaa, okula gecikeceksin, baban kızacak, çabuk ol bakalım.”
Uyanmaya, dahası yorganın altından soğuk odaya kalkmaya hiç yeltenmeyen çocuğun numara yaptığını sezen yaşlı kadın, onu gıdıklamaya başladı. Kıkır kıkır gülerek kalkmak zorunda kalan çocuğa yeleğini giydirince titremesi azaldı minik bedenin.
Birlikte kahvaltı etmeye gittiklerinde babasının yüzündeki soğuk anlamı ayrımsayan Osman, kıkırtısını kesip ninesinin ardına gizlendi.
“Okula geç kalacaksın yine. Sabahları doğru düzgün uyanmayı öğrenemedin.”
“Çocuğa kızmaya hakkımız yok. Sorun etme babası, hemen yer gider.”
“Şımartıyorsun anne. Senden yüz buluyor.”
“Bak şimdi, yapma böyle! İşyerindeki sorunları çocuğa bana yansıtma. Baban ne derdi hep?”
“İş iş yerinde ev evde kalsın, derdi. Olmuyor ki!”
“Çay!”
“İçerim.”
“Osman, beğendin mi çökeleği?”
Başını beğendiğini anlatırcasına salladı çocuk.
“Ye canım benim, ye de büyü!”
“Anne, ben işe gidiyorum.”
“E çayını koydum.”
“Vazgeçtim, bir an önce varayım da bir bakayım değişiklik var mı durumda?”
Osman, biraz daha yiyip içtikten sonra giyindi, çıktı okulun yoluna. Yaşlı kadın da kendi kendine mırıldanarak öğlene yemek hazırlamaya kalktı. Önce soğanları rendeledi, yağda kavurdu, içine memleketten gelen acı biber salçasını da koydu, karıştırdı, altüst etti iyice, bulgur almışlardı bir ara taşını da ayıkladıydı onu da karışımın içine sızdırıp iyice harmanladı. “Su koyduk ya bir bardak. Şehriye de olsa keşke” diye için için söylendi, dertlendi. Annesinin pişirdiklerini düşündü yaşlı kadın. Mutfaktan gelen kokulara dayanamaz gider tahta kaşıkla birazcık alıp yiyiverirdi. Annesi de sert kadındı ha! Sinirliydi. Öfkesinden kıpkırmızı olurdu. Ensesinde tokadını duyduğunda kaçıverirdi mutfaktan. Bahçede beslemesine izin verilen sarman gibi.
Bulgur pilavına benzer bir şeyler yapmaya çalışıyordu eksik malzemelerle. Ne yapabilirdi ki! Zaten değişen de tadıydı ama en azından iyice doyururdu bu yemek onları. Üşümelerini engellerdi belki. “Et değerinde” derdi annesi bulgur için.
Oğlunun işlerinin düzelmesi gerekiyordu yoksa daha da perperişan olacaklardı. Kötünün de kötüsü bir yaşam onları bekliyordu kucağını açmış ama bu kucakta ne sevgi ne sıcak bir sevecenlik vardı. Acının, bunalımın, bıkkınlığın…
“Ne o Semih, hiçbir şey değişmedi mi dünden beri?”
“Yaşamak haram bize herhalde!”
“Evdekiler bir umut ışığı bekliyor.”
“Yaa! O ışık topluca bizi öbür tarafa çağırıyor.”
“Tanrı korusun, nasıl söz?”
“Öyle işte! Görüyoruz olanları, Hayri’nin canına kıymasından sonra…”
“Umarsızlanma!”
“Alamıyoruz işte maaşlarımızı. Daha ne umacağım ki? Onu yaptık olmuyor bunu yapıyoruz olmuyor bıktım yahu!”
“Al benden de o kadar.”
“Etmeyin yahu! Bir çözümü vardır.”
“Başka bir iş arayalım biz ama o da yok!”
“Onca emeğimizi bir anda yok saymak nasıl bir onursuzluk anlayamıyorum.”
“Biz onurumuzla çalışıyoruz da ondan anlayamıyoruz onları. Tabii adamların bir eli yağda bir eli balda, ızgaralar, bonfileler, pirzolalar önlerinde, kocaman saraylarda süslü küvetlerinde ter atıyorlar, süt banyoları…”
“Bizim attığımız emek teri ne olacak!”
“Bir bardak su içeceğiz. Ne olacak.”
Yaşlı kadının içinde bir sıkıntı gezinip duruyordu. Torununun gelip ekmek almasını beklemeye koyulurken bir yandan da sökükleri dikiyordu. Kapının tıklatıldığını işitince kalkıp kapıyı açmaya gitti. Açtığında kiracı oturdukları evin sahibi karşısındaydı.
“Bu ay da yatmamış. Olmaz ama yahu benim de ona göre giderim var. Açık gittim.”
“İşyerinden alacak parasını bu ay belki, biraz daha bekleseniz.”
“Yok yahu! Senin oğlunun işinin düzelmesi epey bir zaman alacağa benzer, gazetede okudum, o iş onca kolay değil.”
“Başka bir iş de arıyor, çoluk çocuk…”
“Üç beş günde ödenmezse çıkarsınız. Hiç umurum değil, benim büyük kız evlenecek, sizin verdiğiniz kirayla bir eve yerleştireceğim onları. Eğer ödeyemeyecekseniz çıkın da burada otursunlar.”
“Akşam oğlumla konuşayım. Ne desem boş. Belki…”
“Hadi iyi günler. Unutmayın üç ya da beş gün…”
“Güle güle beyim.”
Yaşlı kadının içindeki kötücül sezgi buna işaret ediyormuş ki oturup dikişe devam edecekken, başı dönmeye başladı. Yer yatağında bir süre yattı. Gözlerini yumdu. Dinlenmeye çalıştı, korkuya kapılmıştı. Şimdi ölüm gelse, onu alsa, Osman, oğlu nasıl… Düşüncelerini uzaklaştırdı usundan. Susturdu hepsini, güzel şeyler ummaya başladı, oğlu bu akşam maaşının bir kısmını alacaktı belki de kimbilir? Umut kesmek yanılmak değil mi? Annesi hep böyle demez miydi? Gelinine de söz vermişti. Oğlu parasını almış elektriği de ödemiştir. Olamaz mı? Torunu ışıl ışıl lambanın altında derslerini iyice belleyerek çalışır bu akşam ha olamaz mı? Yaşayamazlar mı böylesi bir gün, akşam, gece… Onların da hakkı değil mi? Öyle elbette!
Kapının küçük küçük tıklatıldığını ayrımsadı. Düşlerden uyandı. Gerçekler yüzüne yüzüne vuruluyordu sanki. Saate baktığında öğlen on üçtü. İvedi kalkıp kapıyı açtı, torunu eşiğe oturmuş bekliyordu onun açmasını. Acıkmıştı, yüzü sapsarıydı. Gözünün altında bir morluk seçti yaşlı kadın?
“Ne oldu oğlum? Kavga mı ettin yoksa?”
Çocuk susuyordu. Ninesinin kızacağını düşünüyordu, babasının da köpüreceğini… Başını önüne eğdi. Gözlerinden akan yaşlar yanaklarından süzülüyordu. Korkmuştu.
“Canım, güzelim ne oldu? Desene bir şey!”
“Anneme sövünce… Duramadım nine… Vurdum o da bana, yine ben… Babama da ‘Pis işçi’ dediler. Dayanamadım… Vurdum, vurdum, vurdum…”
Torununu rahatlatmak için sarıldı. Öfkelenmişti yaşlı kadın. Yoksulluğu iliklerinde duyumsadı. Kaynar sular döküldü başından aşağıya sanki. Kan beynine sıçradı. Ölesi, böyle günleri görmeyesi geldi. İçin için ağladı. Torunundan gizil gizil damlacıklar…
“Hadi çıkar üzerindekileri de ev giysilerini giyiver. Yemekte bulgur pilavı var, tam senin istediğin gibi, yanına bir de kırmızı soğan…”
Kırmızı soğan yoktu gerçi ya diğerini getirecek. Nasılsa çocuk anlamaz. Sevindirecek, korkusunu, öfkesini, çocukça bungunluğunu öteleyecek böylece bulgur pilavının üzerindeki buharla uçup gidecek kötüdüşler...
“Hadi güzel torunum, aslanım!”
Osman, giyinip gelene dek çabucak hazır etti yemeği. Mis gibi kokuyordu tencereden evin içine yayılan yemek. Kaşıklaya kaşıklaya yedi çocuk. Ninesi ekmek almaya göndermemişti o anda, nasılsa bulgurdu yediği tok tutardı, yemekten sonra da kıyamadı, yaşlı kadın kendisi gidip aldı ekmeği. Bakkaldan tam çıkıyordu ki televizyondaki arbedede oğlunu gördü. Alt yazıyı okuyamadı adama sordu.
“Senin oğlanın çalıştığı fabrikada grev vardı ya hanımanne kavga çıkmış.”
Kadın nasıl çıkıp eve vardığını bilemedi. “Bir şey olursa… Ayy, ayyy bir şey olursa… Tanrım… Olmasın ne olur!”
Yol boyunca söylene mırıldana yürüdü. Kapıya vurdu, çocuk açtığında yaşlı kadın hızla evin içine girdi, sanki birinden kaçıyordu. İçinde fırtınalar kopuyordu. Soluk soluğa...
Çocuğa belli etmemeliydi. Uzunca bir zaman düşündü “Ne yapabilirim” diye. Oysa o, oyunlara dalmıştı bile, kavgayı unutmuştu anlaşılan okuldaki. Kendi dünyasında düşlerini kuruyordu. Yaşlı kadın öfkesini onu izleyerek dindirdi. Dikişe kaldığı yerden devam etti. Usunda oğlunun itilip kakılması, bağırıp çağırması vardı. Usundaki sıkıntılı sahneler çoğaldı. Gözlerinden akan yaşları durduramıyordu artık. Oğlu akşam eve gelebilse şükür edecekti. “Ya polisler götürürse” dedi içinden bir ses. “Nasıl bakarım buncağıza?”
Akşamı beklemek o kadar sıkıntılıydı ki zaman da oyun oynuyordu, sanki durmuştu. Sokaklara çıkıp haykıra haykıra ağlamak istedi. Derdini dinleyen birileri olur muydu? Kim dinleyecekti ki? Bu mahallenin yarısı aynı durumdaydı. Kimi işten atılmış, kimi oğlu gibi parasını alamamış, kimi iş kazasında yaralanmış, iş yapamaz olmuş, çocuklar desen çoğu ayakkabı boyacısı, bazıları mendil satıcısı, azıcık on, on iki yaşında olanları oto sanayinde tornada çocuk işçi.
Gün akşama doğru yön değiştiriyordu. Kadın pencerenin önünde ayakta duruyordu. Artık oturamıyordu! İçinden yangınlar fışkırıp odayı alev alev sarmıştı.
Oğluna benzetti bir genç adamı. Kapıya koştu açtı ama o değildi. Yeniden içeri girdi, oturdu. Elektrik parası yatırılmamıştı. Oğlu kimbilir neler yaşıyordu? Kirayı ödemek olanaksız görünüyor, bu evi boşaltmaları gerekiyordu. Elleri uyuştu, bacakları titredi, üşüyordu. Torunu eteklerinden tutmuş bir şey istiyordu. İşitmeye çalıştı. “Mumu yakalım nine, ders çalışacağım.”
Ölgün bir ışıkta bekleyekoyuldular, çocuk derslerini bitirdi, yer yatağında uykuya daldı. Hiçbir şeyden habersizdi. Gecenin sisi evin içinde bulutlanıyordu. Yıldırım düşmüştü sanki eve.
Oğlunun anlattığı geçen günkü olay geldi usuna. Aynı işyerinde bir arkadaşı parasını alamaması yüzünden kredi kartının borçlarını, kirayı ödeyemeyip bedenini köprüden aşağıya bırakıvermişti bir martıya özenip ya onun, kanatları olmadığından… Adam boyu dalgalarda boğulup gitmiş. Bir başka arkadaşını daha ayrımsadı yaşlı kadın oğlunun… O da eşinden boşanmıştı. Artık evde ne huzur ne güven kalmıştı. Kavga… Kavga…
Gecenin ikisiydi gözlerini daha yeni yummuştu ki kapıda kilit döndü. Kadın ayağa fırlayıverdi, içeri giren oğluydu. Bozguna uğramış gibiydi. Üstü başı yırtık pırtıktı. Gözlerinin altı aynı oğlu gibi mosmordu. Belki başka yerlerinde de yaralar vardı ama yaşlı kadın bunları düşünecek durumda değildi, oğlu karşısındaydı.
“Vermiyorlar. İşten de çıkardılar, anne, işsizim bundan böyle.”
“Bir yolu vardır elbet. Çözeriz oğlum. Yeter ki yanyana olalım.”
“Nasıl?”
“Şimdilik bilmiyorum ama şu çocuk için direnmenin yollarını bulmak…”
“Zorundayız.”
O gece koskocaman adam, annesinin dizine başını koyup öyle uyudu. Ne kiradan, paradan, ne kavgadan, ne acılardan, elektrikten, arbededen, direnişten konuştular. “Her şey olacağına varır nasılsa” dedi kadın, umutla gülümsemeye başladı, bir süre sonra yorgunluğa dayanamayıp o da uyumaya başladı.