Kapıdaki Gölge

Naci Fırat
Kapıdaki Gölge

Kapıdaki Gölge

Onur Saylam

Bugün işte son günüydü. Bir tek kendisi biliyordu, kimsenin haberi yoktu. Kimseyle vedalaşmadı, çünkü veda etmek geri dönmek içindi, o geri dönmek istemiyordu. Niçin geri dönsündü ki? Onu buraya bağlayan ne vardı? Burada, gittiğinde onu arayacak kimse var mıydı? Yoktu. Herkes kendi işine bakıyordu, aldığı parasına. Onlar da haklıydılar. İstemek için önce vermek gerekti. Gerek miydi? Bilmiyordu, aslında bütün bunlar boştu, daha yirmi gün öncesine kadar her şeyini paylaşmıyor muydu karısıyla? Yirmi gün önce her şeyini toplayıp gitmemiş miydi? Neden gitmişti? Şimdi bunu düşünmenin bir anlamı yoktu. Herkes fazlasını istiyordu, o kadar. Onlar kendilerine yazık ediyorlardı bilmeden, fazlasını almak mümkün müydü? Fazla, düşüncede büyüyen bir canavar değil miydi, insanı yiyip bitiren? İnsan fazlasını isterse tatmin olmazdı, çünkü onun fazlasıyla karşıdakininki daima farklı olacaktı ve hep eksik kalacaktı. Ve avuçlarına bırakılan mutsuzluk...

Karısı gittiğinden beri kafası allak bullaktı. İçinden hiçbir şey yapmak gelmiyordu. Bir şeyler eksildiğinde her şey nasıl değişirdi? Bir şeyin olmasını beklerken ya da olacağını hissederken, gizliden hazırlanmıyor muydu insan doğacak sonuçlara? Aslında hazırlanıyordu hazırlanmasına da, olayları gözlerinde küçültmesinin eseriydi meydana gelen müthiş bunalımlar. O da aynını yapmıştı, şimdi kendine kızıyordu, neden beklemişti engel olmak varken? Kızmakta haksızdı, ne yapabilirdi ki, verilen bir kararı değiştirmeye gücü yokken insan ne yapabilirdi? Yapabileceği her şeyi zaten yapmıyor muydu? Sevgi, bir yerde görmek, razı olmak değil miydi? Görmüyorsa, neden gidenin arkasından suçlu gözyaşları aksındı? Giden bencildi çünkü yalnız kendine şans tanıyordu. Bir yandan o nasıl bencil olurdu? Hayır, bunun imkanı yoktu. Ama gitmişti.

İşte her şey burada düğümleniyordu. Cevapları bilinen sorular bıçaklara benzer, sordukça kan ister, yara ister, onun da yüreği yara bere içindeydi. Yorgundu…

'Galiba sevginin bittiği yere geldik, heyecanımı kaybettim,' demişti, 'bu durumu senin de sezdiğini sanıyorum, birbirimize zarar vermeden ayrılmak ikimiz içinde en hayırlısı olacak.' Ertesi sabah eve döndüğünde yoktu, çoktan gitmişti. Hemen birkaç dakika içinde evin her köşesini altüst etmişti, bir şeyler arıyordu ama yoktu. Hiçbir şey bırakmamıştı. Kan ter içindeydi, kesik kesik soluyordu, dün söyleyemediği her şey zihninde nereye gideceğini bilmeden amansız bir koşuşturmaya başlamıştı. Çok geçmeden yere yığıldı. Kulaklarını uğultular sarıyordu, nerde olduğunu unutmuştu, şimdi olduğu yeri hiç tanımıyordu, yabancı gözlerle etrafını çevreleyen boşluğu izliyordu. Gittikçe uzaklaşıyordu, daha da yabancılaşıyordu. Kaybolmuştu, koşuyordu ama bir yere vardığı varacağı yoktu, durdu etrafına tekrar bir göz attı, önünde, arkasında, sağında solunda uzanan garip, büyük bir boşluk. Umutsuzluğa kapıldı, yüreği daha fazlasına dayanamadı, bayıldı... Uyandığında evin darmadağınıklığı yüreğine yerleşiyordu usul usul...

Bir yıldır bu restoranda çalışıyordu, akşam beş sabah beş, tam on iki saat. Bu bir yıllık süreçte bir gün olsun izin kullanamamıştı, çünkü onun yokluğunda çorba tezgahına bakacak başka bir adam yoktu. Aslında mutfağa bir adam daha lazımdı çünkü üç kişi işi ucu ucuna yetiştirebiliyorlardı, bu yüzden çok yoruluyorlardı ama patronun bunu gördüğü yoktu. Restoranda işler çok iyiydi ama patronun bir işçi daha çalıştıracak parası yoktu. İnsan aç gözlü olduğunda, şayet fazla para da kazanıyorsa, dünyasını parayla doldururken, kendine yaşama alanı bırakmazdı. Mesela kendi, borçları olmasaydı bu işi çoktan bırakabilirdi. Evlendiklerinde çok borca girmişlerdi, malum evlenmek zordu, hele de kimi kimsen yoksa. Aslında bu konuda biraz suçlu sayılırdı, evlenmeden önce yarın kaygısı nedir tatmamıştı, günü birlik yaşardı, haliyle evlenirken hiçbir birikimi yoktu. Yarının anlamı paylaşmakta saklıydı, geç anlamıştı ama önemi yoktu, bu işte iyi kazanıyordu dört beş aya kalmaz bütün borçları biterdi. İnsan katlandığında her şey yolunda giderdi, gidiyordu da, çalışırken önündeki çorba tezgahının sıcağı hemen arkasındaki fırınınkiyle birleşince düşüncesi buharlaşıyordu, umurunda değildi, sürekli ayakta durmaktan ayaklarının altı su topluyordu ama hissetmiyordu. Mecburdu, ama mecburmuş gibi yapmıyordu, istiyordu. Tek sorun çalışma saatleriydi, karısıyla fazla vakit geçiremiyordu, on iki saat çalışıp, bitkin bir halde eve geldiğinde kendini yatağa zor atıyordu. Sonra uyanıyor bir iki saat muhabbet, sonra tekrar iş. Günün yarısını çalıştığı zaman işi gizliden gizliye insanın hayatı oluyordu. Ama o müsterihti, her şey güzel olacaktı, bu yüzden didinip duruyordu. Ne yazık ki bazen fedakarlık ihanet ediyordu, yaparken yıkıyordu, nasıl sabra muhtaç olduğunda sabır terk edip giderse...

Yirmi gündür doğru dürüst uyuyamıyordu, bekliyordu. İlk günler kendinden biraz emindi, geri dönecekti mutlaka, eskisi gibi devam edeceklerdi, başka bir iş arayacaktı, daha çok zaman geçireceklerdi beraber, çünkü bağlılık biraz da alışkanlıklarına karışmaktı karşıdakinin, onun bir parçası, vazgeçilmezi olmaktı; muhtaç olmak, muhtaç olunmaktı... Günler geçtikçe, karamsarlığı büyüdü, aşılmaz bir dağ oldu. Şimdi gelseydi eskisi gibi olmayacaktı hiçbir şey, öyle diyordu. Ama yalan söylüyordu. Karısı gittiğinden beri eve uğramıyordu, eve gitmek, evin kimsesiz havasını solumak istemiyordu. Ama karısı hiç gitmemişti onun için, o hala evdeydi, bu yirmi gün aslında hiç yaşanmamış başka bir zamana aitti, birazdan çıkıp gidecekti, onu yatağında bulacak, yanağına bir öpücük konduracaktı, sonra onun melek simasına dalıp muhteşem rüyaların dolaştığı mutlu uykulara savrulacaktı. Ama gitmişti...

Her günkü gibi günlüğünü aldı ve çıktı, ama bugün bir daha tekrarlanmayacaktı. Hiç bir şey bilmiyordu geleceği hakkında ama kaybettiğin bir şeyi kaybettiğin yerde aramanın bir anlamı yoktu çünkü bulduğunda anlamını yitirmiş olacaktı. Bir sigara yaktı, yürümeye başladı. Evin kapısına geldiğinde durdu. Elini anahtarına götürecekti ki vazgeçti. Ve kapıya vurmaya başladı sonra…