Yağmur Artığı

Fatih Külahçı
Yağmur Artığı

Yağmur Artığı

Gizem Malkoç

Düşün ki; biri, cumbalı ahşap bir evin taş merdivenlerine oturmuş ağlıyormuş. Dertli ve kederli olduğu suratından okunuyormuş. Hayatını sermiş önüne, düşünüp ayıklıyormuş. Açamıyormuş kimseye derdini ve konuşamıyormuş hıçkırıklardan, içinden yükselen seslerden. Titreşen göz kapakları acıyormuş akan her yaşta. Düşen her gözyaşı Güneş’ten bir parça gibi geliyormuş insana. Süzülürken soğuyup katılaşıyormuş lavlar, kalbinin üstünde birikiyormuş ve ondan habersiz, bir kuruntu, bir tortu çöküyormuş. Soğuk taşta kıçı üşüyormuş ve karnı ağrıyacakmış birazdan ama o kalkmayacakmış taştan, kendiyle hesaplaşmadan, hayatını damıtıp arıtmadan.

Ve sen geliyorsun, nereden geldiğin ve nereye gittiğin meçhul. Sadece yürüyorsun bu eski, daracık sokakta yürümüş olmak için. Mürekkep seni yazmaya başladığında yağmur iniyor gök kubbeden, kaçman olanaksız yağmurdan ve içindeki zelzeleden. Diliyorsun düşüncelerini alıp götürmesini yağmurun ama daha çok temizlemesini istiyorsun yeniden ve yeniden. İlk günkü haline getirsin istiyorsun hayallerini; pirüpak etsin. İnsanlar, küçükken yuvalarına çomak soktuğun karıncalar gibi kaçışıyorlar. Sense aynı ritminde yürüyorsun. Ulaşıyor su damlacıkları saç diplerine ve gözeneklerden sızıyor beynine. Bir kamyonet yanaşıyor yanına sessizce, bir kurtarıcı edasıyla. Şoför içeri gelmeni ve seni ana caddeye kadar götürebileceğini söylüyor. Düşünmeden reddediyorsun teklifi, şu durumda senden başka kimsenin yapmayacağı bir şekilde, zihnindeki saf düşünceleri damıtabilmek pahasına. Oysa bilse, şu mekanizmanın içindekileri, belki su sıçratıp geçecek şoför, belki kaldırıma çıkıp ezecek seni ve bilse sol yanındaki refakatçinin defterine not ettiklerini, hemen göndermek isteyecek seni gitmek istemediğin yere.

Su kristalleri beyin nöronlarına ulaştığında geçmiş zamanı yaşıyorsun şimdiki zamanda. Deliliğin sınırlarında yalpalayan nevrotik bir deha haline bürünüyorsun. Marsilya Limanı’ndaydın onunla,  nereden geldiğini bilmediğin bir tını çalınıyordu kulağına. Tek kelime Fransızca bilmeden hangi akla gitmiştin oraya hala bilmiyorsun. Belleğinde yer eden sadece bir şarkı sözü; “La vie en rose”. Bilmiyorsun ne demek olduğunu fakat tekrarlıyorsun sürekli, etkili bir büyü gibi senelerdir, bıraktığının ardından. Düşünüyorsun buraya ait olmadığını ve haklısın da, senin ömrün ait olduğun yeri aramakla geçecek, bulduğunda ise film bitecek zaten. Belki bulamayacaksın. Belki de sadece adını bildiğin şarkının ritmindedir yerin. Seni ait olmadığın yerlere sürükleyen de budur belki; bulmak istemeyişindir. Bulduğunda bir anlam ifade etmeyeceksin, çünkü her şey bitecek, aradığın sürece varsın. Marinaya demirleyen teknelerden biri olacaksın, asla açılamayacaksın açık denizlere ama senin yerin uçsuz bucaksız engin mavilik.

Kuma gömülmüş olan deniz kabukları batıyor ayağına ve kırılıyor kum yok olduğunda, asfaltla ayakkabın arasında kalan deniz kabukları, midyeler, boş istiridyeler… Köpüklü yağmur dalgaları oluşuyor ayak bileklerinde, diz kapaklarından yukarı çıkıp kuşatıyor vücudunu bir anda, beyin kıvrımının arasındaki suyun suçu hepsi. Sıcak bir öpücük, dalgaları yakıp titremene sebep oluyor. Sevgilinin dudaklarıyla uyarılıyorsun alyuvarlarına kadar; işte bir deniz kabuğu kırık ve paramparça. Geride, Marsilya’da kalan yaz gecesinin serin hatırası da eziliyor parçalanmış deniz kabuğu altında ıspazmozlarla.

Başın dönüyor lagar kapağı üzerindeki bar taburesinde. Anason kokusu safi Hint kenevirine karışıyor, kanın akmıyor, sanki durmuş ve kalbinden çıkan kan da temiz değil hani. Gırtlağından soğuk bir şeyler geçiyor, ne olduğunu bilmiyorsun. Küp küp buz yutuyorsun, boğazına takılıyor ve bir süre sonra içindekilerle dışarı çıkıyor erimiş buz küpleri. Şimdi Manş’ta olmak vardı diyorsun bağıra çağıra fakat anlaşılmıyor yarısını yuttuğun ya da kusmuğa karıştırdığın kelimeler ve başlıyorsun ayinine, o işe yaramaz büyüyü zikretmeye.

Ahşap evlerin arasında sırıtan tek katlı taş evden birisi çıktı. Sen hemen tanıdın onu arkası dönük olduğu halde. Yüzünü hiç görmedin ama omuzlarından biraz aşağı sarkan kumral saçlarından, yağmur kokusuyla karışıp gelen kokusundan, müzelerde fotoğraf çekimi yasak olan değerli, harikulade birer sanat eseri olan ayak bileklerinden tanıdın ya da tanıdığını sandın ya da şu daracık sokakta bir nebze mutlu olabilmek için zihnin yalanlar üretmeye başladı ve bütün organların dahil oldu bu yalanlar silsilesine. Ne şu adımları hızlı olsa da aynı uzaklıkta kalan o, ne onun terli yağmur kokusu, ne de muazzam ayak bilekleri gerçek; hepsi yalan birkaç damla mutluluk için. Ve mutluluk; kendi inandığın yalandır, damıttığın. Yoksa devamını getirebilir miydin hayatın? Kristaller sinir uçlarına dokundukça düşüncelerin karmaşık haller alıyor. Arındığını mı yoksa daha da mı karıştığını anlayamıyorsun.

Korkuyorsun mutlu olmaktan, onun peşinden gitmek istiyorsun ama yapamıyorsun. Tam ters istikamete yöneliyorsun bu sefer fakat yine gidemiyorsun; korku çivilemiş seni yola, kurtulamıyorsun. Ne korkunla yüzleşmeye ne de korkundan kaçmaya cesaretin var. Seni öyle esir almış ki; korkun sen olmuş, sen korkun olmuşsun. Haberin yok yalanlar silsilesinde kaybolmuşsun ve kılavuzun korku.

Burnun akmaya başlıyor; güçlü bit iç kırıklığının eseri ve yağmur içindeki yağmurun habercisi. Dayanamıyorsun daha fazla, sen de koşuyorsun bir saçak altına; hem yağmurla hem de tuz zerrecikleriyle yaşamak istemiyorsun. En yakın evin dibine tüneyiveriyorsun, etrafına bakındığında kimsenin olmadığını fark ediyorsun, sadece ağlayan adam var görünürde. Nedir bu imler, imgeler, heyulalar, içinden çıkamadığın, yükleminin bir kara delik gibi seni yuttuğu cümleler? Yaptığın iş; yağmura rağmen yazmak, mürekkebin kâğıda korkunç bir rüya gibi yayılmasını aldırmadan yazmak, belki de istediğin bu, yazdıktan sonra unutmak ve asla hatırlamamak; hatıraları yağmur damlalarına fısıldamak.

Sessizce oturan kişiye yaklaşıyorsun, neden bu kadar çok ağladığını merak etsen de soramıyorsun. O meşum korku tekrar beliriyor, duymak istemediğin şeyler duyacaksın sanki. Gidip taş merdivene oturuyorsun, sessizce bekliyorsun ama içindeki sesler ayyuka çıkıyor ve dışarı. “Söylesene neyim var benim?”

Düşün ki; iki satırlık bir yolculukmuş hepsi akan mürekkepte kalemle.
Düşün ki; kısa bir ziyaretmiş ve bir daha olmayacakmış.
Düşün ki; okuduğun satırlar sen olmayan bir senmiş.
Düşün ki; yağmura bile ağu bulaşmış.
Düşün ki; bu hikâyeyi anlamak için düşünmek yetmezmiş!