Terapi

Alper Beşe
Terapi

Terapi

Yunus Kocatepe

Akşama kadar uyudum. Arka balkona üç adım mesafede manzaramı yok ederek yükselen inşaatın gürültüsüne alışmışım. Betona sürten küreklerin, çalışan makinelerin, bağrışan işçilerin seslerinin arasından telefonun zilini duydum Simge. Unutup unutmadığımı sormak için aramışsın. Unutabilir miyim karıcığım? Benimle bu evliliği yürütemeyeceğini bile bile, boşanmış kadın olmanın kariyerine vereceği zararlardan korktuğun için uydurduğun masala beni ortak etmeye çalışmıyor musun iki aydır? Gidelim bakalım çift terapisine. Terapist hanım uygun görürse boşanalım; sen de çevrene sunacak, ayakları yere basan bir gerekçeye sahip ol.

Mutfağa gittim. Yulafı saymazsam yiyecek bir şey yok. Babam görmesin. “Biz bunu atlara yediriyoruz” diye bir başlarsa dilinden kurtulamam. Dolaptaki su şişesine zulaladığım üç harfliyle geçiştirdim öğünü. İyi ki soğuk su içmiyorsun. Yoksa bunun sonu da klozete dökülmek olurdu. O hırgürün arasında, burnunun dibinde mutfak lavabosu varken niye içeri gidip klozete döktüğünü sormuştum da şişeyi kafama yemekten son anda kurtulmuştum. Bak, böyle gülümseten anılar da sağladı bize evliliğimiz.

Sardunyaların yanında parayı gördüm. Nereye bırakacağını biliyorsun. Kocasını tanıyan ve onu düşünen bir kadın olarak geçeceksin rapora. Aynen hesapladığın gibi, kocan da yol parasını sigaraya yatıran sorumsuz olarak yazılacak. Koca arayan geçkinlerin, gecelik nafakalarının peşindeki kart zamparaların, müşteri bağlama umuduyla süslenip püslenen genç sigortacıların çoğunlukta olduğu dans, yemek, tahta boyama, cam üfleme kurslarına harcadığın zamanda satranç öğrenseydin bu strateji yeteneğin boşa gitmezdi. Aynı masada oturmak için bir bahanemiz de olurdu.

Hava serin ama yürüyeceğim. Mataramı doldurdum. Nişanlıyken aldığımız kadife ceketi giydim. Apartmandan her çıkışımda güldüğüm yazıya güldüm yine. Babanın el yazısı, sararan kağıtta bir isyan çığlığı gibi duruyor. “Değerli kat malikleri”ne, yıkılana kadar oturmamıza izin verdiği binanın bir an önce yerle bir edilmesi için birlik çağrısında bulunuyor. Yanlış yazdığı sözcükler değil beni gülümseten. Yanaklarını şişirerek, ellerini sallayarak konuşması geliyor gözümün önüne. Kibar olmaya çalışırken tehdit eden ses tonunu düşünüyorum.

Aydın abi ekmeği bitirmiş. Gün boyu, akşam yediden sonra açık bulmanın mümkün olmadığı bu bakkalın önünde tavla oynayıp buranın mı yoksa Cumhuriyet Fırını'nın mı önce kurulduğunu sorarak eğlenen emekliler evlerine dağılmış. Aydın abi üstünde doktor önlüğüyle, her sabah üşenmeden dükkanın önüne dizdiği küçük saksıları, abur cubur dizili metal rafları, yarı fiyatına sattığı kuponsuz gazetelerin, sayfasına beş kuruş istediği kitapların ve kiloyla verdiği defterlerin durduğu tel dolaptan bozma vitrini daracık ekmek teknesine sığdırmaya çalışıyor. Birazdan, kendi yazdığı Aydın Gıda Pazarı tabelasının çevresindeki renkli minik ampulleri yakacak ve kepenkleri indirecek. 

Cebeci Köprüsü'nden geçip stada geldim. Köprünün üstünde hamallar, körler, topallar yok ama stadın altında polis arabaları nasiplerini bekliyor. Tipimi beğenmeyip kimlik sormasınlar diye onlarla ilgilenmiyor gibi ağır adımlarla yürüdüm. Ne zamandır uğramadığım Kurtuluş Parkı'ndan geçeyim dedim. Hiçbir şey değişmemiş. Karanlık çöker çökmez parka doluşan yaşlı oğlancılar, zevkten çok para uğruna bunlarla bir ağaç altına geçen -bazıları çocuk yaşta- genç erkekler var banklarda. Ne için orada bulunduklarını kimsenin anlamayacağını sanan, internetten ayarladıkları buluşma için gelmiş orta yaşlı eşcinseller de cabası. Kırk yıl bastırdığı isteklerini hayata geçirmenin ayıp olup olmadığını düşünmekten kurtulamayan bir tanesi ateş istedi benden. Belki de beni beklediği kişiye benzetti. Aralarındaki parolaydı belki ateş. Bir başkası selam verdi. Tanış gibi aldım selamını. Sen bunları bilmeyeceksin ama, üst kattaki çocuğu apartmandan attırmak için yapılan toplantıda komşulara karşı çıkmamı benim de “onlardan” olduğuma kanıt olarak kullanacaksın. Seninle yatağa girmememin altında bu “sapkınlığın” yattığını kim bilir hangi etkinlikte tanıştığın psikoloğuna onaylatmaya çalışacaksın.

Nikahımızın kıyıldığı salonun önünde gelin arabası bekleyen tinerci çocukların arasında kaldım. Damat olacak akılsızın suratındaki sırıtışı görmek için onlarla vakit geçirdim. Daha sonra da giymek için alındığı belli olan takımının içine saray soytarısı gömleği uydurmuş toy delikanlının ağzı kulaklarındaydı.

Kolejin dağılma saatine denk geldim. Kızlı oğlanlı kalabalık gruplardan sıyrılarak Sağlık Sokak'a saptım. Tenhalıktan yararlanarak mataramdan birkaç yudum aldım. Mithatpaşa'yı tırmanıp Esat Caddesi'ne çıktım. İlk evimizin önünden geçerken anneni anımsadım; çok sevdiğimiz terasımızı küçümseyişini, kızını doğru dürüst bir evde yaşatmadığım için bana diş bileyişini. Sonra sen terfi ettin. O kocaman akıllı eve taşındık. Annen bu kez de kızımın parasını yiyor diye başladı yaygaraya. 

Bestekar'a girdiğimde aramamı söylemiştin. Bina ve daire numarasını aklımda tutamayacağımı düşünmüş olmalısın. Dışı eski ama içi elden geçirilmiş apartmana girip iki kat aşağı indim. Sekreterin (kırk yıllık tezgahtara satış temsilcisi denilen dilde bu kızcağızın da başka bir adı vardır gerçi) beni tanıması hoşuma gitmedi. Galoşları boyasız ayakkabılarıma geçirip tek başına oturduğun bekleme salonuna geldim. Kılığımı beğenmediğini dudağının seğirmesinden anladım. Dev televizyonda bir magazin programı vardı. Cinayet mahallinde iz bırakmama gayretiyle ortalığı fazlaca düzenleyen bir katilin dikkatiyle yerleştirilmişti salon. Bir şeyleri yerinden oynatsam gizli kalması gereken bir bilgi ortaya saçılacaktı sanki. Sen dizi oyuncularının aşk hayatıyla ilgilenirken ben meraklı ama sessiz durması tembihlenmiş bir çocuk gibi sağı solu inceledim. Görgüsüzlüğe kaçmayan bir gösterişlilik vardı salonda. Deri koltuklar rahattı. Köşedeki ceviz sehpanın üzerine dizilmiş oyuncaklar, heykelcikler ve maketler rastgele seçilmediklerini belli ediyorlardı. Kucağında bebek İsa'yı tutan Meryem ile çocuk Buda figürleri hoşuma gitti. Duvardaki kimi ahşap kimi plastik çeşit çeşit maskeye bakarken aydınlattın beni: “Maskeler psikodrama seanslarında kullanılıyor.” Buraya gelirken taktığım maskenin düşüp gerçek ifademin ortaya çıkışını görmeni içeri giren Tijen Hanım engelledi.

Nedense daha yaşlı ve zayıf bekliyordum onu. Kırklarının başında ve oldukça kilolu olmasına şaşırdım. Güleç bir kadındı. Önümüze düşüp küçük bir odaya buyur etti bizi. Aralarında cam bir sehpa olan iki döner koltuk; karşılarında bol yastıklı üçlü kanepe; ortada, üzerinde kültablalası, kesme şeker dolu şekerlik, yapay tatlandırıcı, içinde esmer ve beyaz toz şeker paketleri olan kırmızı metal bir kutu bulunan alçak masa vardı. Kendimizi evimizde hissetmemiz istendiği belliydi. Bir de sen “İstediğimiz yere oturuyoruz” deyince karşı karşıya kaldığım oyunun tahminimden sıkıcı geçeceğine inandım. Oturduğum yere göre karakter tahlili yaparak başlayacaktı Tijen Hanım. Tekli koltuklar tehlikeliydi. Bencil olduğum sonucuna varabilirdi. Kanepenin, yastıkların yığıldığı köşesine geçsem ana rahmini özlediğimi düşünebilirdi. Sandalyeyi gerçekten belim ağrıdığı için değil muzipliğimden istedim.

Çıktığımızda hafiflemiştin. Durmadan özgürlüğünden bahsettiğin halde kararlarını başkalarına onaylatma merakını yenemiyordun. Artık benim için kaygılanma görevin bittiği için nerede kalacağımı sormadın. Bu geceyi nerede geçirdiğimi öğrenirsen boşanmaktan vazgeçeceğini biliyorum.