Dükkânın taş merdivenlerini tek tek çıkıp kendisine doğru yaklaşan eski dostu Ali’yi gördü ilk önce Enver Usta… Sonra, ufak adımlarla babasını takip eden küçük ve sessiz adam Mehmet’i… Yazdan kalma bir gün yaşanıyordu ama sıcak havaya rağmen iyiden iyiye hissedilen rüzgâr, herkesin yüzünü okşuyordu. Elindeki gazeteyi masaya bırakıp kapıya bakan Enver Usta, bir sesle ayağa kalkıp, gülümsedi…
“Selamünaleyküm!”
“Ve aleykümselam… Hoş geldin Ali kardeşim…”
“Hoş bulduk Enver Usta! Yahu geçen konuştuğumuz gibi. Al, getirdim bizim küçüğü.”
Ali eliyle arkasından gelen Mehmet’i göstermiş, bütün ilginin kendisinde toplandığını fark eden çocuk, gülümsemişti. Etrafına bakıyordu… Bugüne kadar pek görmediği şeylere… Müşterilerin sıralarını beklediği koltuklar sağdaydı. Solundaki duvarda ise aynalar vardı. Aynaların önünde sabitlenmiş iki koltuk ve musluklar… Muslukların çevresine özenle dizilmiş araç-gereçler… Tarak, ustura, tıraş köpüğü, makas… Mehmet, her şeye dikkatle bakıyordu gözüne en son takılan şey ise orta yaşlı, kısa boylu, hafif göbekli, sevimli ve babacan bir adam olan, Enver Usta oldu…
“Evlat, kaç yaşındasın sen?”
“Dokuz.”
“Okuma-yazma bilir misin?”
“Evet, bilirim amca.”
“Aferin sana, geç otur bakalım.”
Mehmet, sağdaki koltuklardan birine geçip oturdu. Küçük vücudu yumuşak ve büyük koltukta kaybolacak gibi oldu. Babasının ve Enver Usta’nın konuşmasını dinlemeye başladı.
“Yaz geldi ya, karneye az kaldı diye okula gitmiyor bizimkiler. Hâlbuki bir aya yakın zaman var. Ben de fırsat bu fırsat dedim getirdim buraya, senin yanında kalsın da iş öğrensin biraz.”
“Öğrensin bakalım, o da benim bir oğlumdur Ali, gözün arkada kalmasın…”
Ali, dükkânın merdivenlerini inip kalabalığa karıştı. Enver Usta geri dönüp baktığında koltukta oturmuş ve yere değmeyen ayaklarını sallamakta olan Mehmet’i gördü.
“Bana Enver Usta derler. Sen beni tanırsın değil mi?”
“Tanırım.”
“Ama sen Usta de sadece, ben de sana ‘Çırak’ derim. Sen benim çırağımsın artık.”
Mehmet’in gözleri parladı.
“Yardımcın mı yani…”
“Öyle de diyebiliriz.”
“Peki, ben de önlük giyecek miyim?”
“Sana göre dikerse annen, giyersin…”
Mehmet çok keyiflendi. Ustası da çocuk mutlu olduğu için sevindi, bu neşeli konuşmayı içeriye giren genç ve onun soğuk sesi böldü.
“Merhaba!”
“Hoş geldin beyim, saç, sakal?”
Genç, tıraş koltuğuna otururken çenesini sıvazladı. Etrafına bakınıp çantasını Mehmet’e verdi.
“Sakal sadece.”
Enver Usta alt çekmecelere özenle katlayıp koyduğu havlulardan birini çıkardı. Sabah erken saatler olduğu için havluların hepsi dışarı çıkmamıştı. Akşama doğru havlular tek tek dışarı çıkıp birkaç kez kullanılmış ve kapının önündeki askıya asılmış olurdu. Havluyu, genç adamın boynuna serdi. Yuvarlak kutunun içinde tıraş köpüğünü hazırlayıp, gencin yüzünde köpürtmeye başladı. Mehmet ise kucağına verilen çantayı koltuğun üstüne koymuş. Enver Usta’nın diğer tarafından, yapılan tıraşı izliyordu. Babasının deyişiyle, iş öğreniyordu.
Gencin yüzündeki köpürtme işlemi bitince, Enver Usta konuştu:
“Hayırdır, hiç görmedim seni buralarda beyim, ne iş yaparsın?”
“Öğretmenim, ilkokula yeni atandım.”
“Ya! Hayırlı, uğurlu olsun.”
“Sağolasın Usta, bu arada adım İsmail.”
“Ben de Enver, memnun oldum. İnşallah kasabamızdan memnun kalırsınız Öğretmen Bey. Esnafımız, insanımız, sizden iyi olmasın, çok iyidir, misafirperverdir. Buranın yerlisi, yabancısı, oralısı, buralısı olmaz. İnsan, insan olduğu için sevilir, sayılır.”
“Geleli iki gün oldu, bir fenalık görmedim. Çok iyi bir yere benziyor gerçekten. İnşallah hem buraya, hem çocuklara faydalı olabilirim. Benim de tek dileğim bu. “
“İnşallah Öğretmen Bey, inşallah…”
İsmail Öğretmen, içeri ilk girdiğinde Enver Usta rahatsız olmuş, selamını gönülsüz almıştı. Biraz konuşunca onun kim olduğunu, ne için geldiğini, ne düşündüğünü öğrenmiş biraz önceki tavrı için kendine kızmıştı. Şimdi, olması gerekenden daha iyi davranıyor, sanki o davranış farkını kapatmaya çalışıyordu. Eline usturayı alıp tıraşa başladı. Bir yandan da, kasaba esnafının toplanıp yaptığı hayır işlerinden, buraya gelen eski öğretmenlerden anlatıyor, yirmi yılı aşkın deneyimiyle müşterisinin sıkılmasını önlemeye çalışıyordu. Bu arada Mehmet’in dikkatini çeken bir olay gerçekleşti. Enver Usta, sağ yanağı bitirip sol yanağa geçtiğinde ufak bir kaza oldu. Usturanın ucu İsmail Öğretmen’in yanağını hafifçe kesti. Hemen tezgâhtan kaptığı bir şeyi, kanayan yere sürdü. Ardından tıraşa devam etti. Tıraş bittiğinde kesiğin kanı çoktan durmuştu.
“Havluyu dışarı as oğlum.”
Mehmet, ustasının sözüne “peki” anlamında başını sallamış ve havluyu alıp dışarıdaki askıya asmıştı. Geri döndüğünde İsmail Öğretmen cebinden çıkardığı kâğıt parayı Enver Usta’ya veriyordu.
“Allah bereket versin.”
“Eline sağlık usta... Kolay gelsin. Al bakalım küçük, sana da hayırlı işler.”
Mehmet, bir İsmail Öğretmen’in avucuna sıkıştırdığı paraya, bir ustasına baktı. Enver Usta gülümsedi.
“Ona bahşiş derler, aldın ilk gününden. Haydi, hayırlı olsun. Her müşteri vermez ama gücenmek yok. Sen havlusunu as, usturasını getir… Gerisini ona bırak, biri vermezse diğeri verir mutlaka…”
Mehmet, ustasının samimi tavırlarına alışmış, kendisi de rahat davranmaya başlamıştı.
“Tamam, usta ben sana bir şey diyecektim.”
“De bakalım neymiş?”
“Ben yarın gelmesem?”
“O niye?”
“Bak, okula yeni öğretmen gelmiş. Gidip onu göreyim.”
“İyi madem. Okul kapanana kadar git istediğin zaman. “
“Sağ ol usta. Bir şey daha soracaktım. Tıraş yaptığında adamın yüzü kanadı sonra sen ne yaptın da durdu?”
“Kan taşı sürdüm. Git, bak tezgâhın üstünde.”
“O durdurur mu her kanı.”
“Tabii durdurur ya, ufak kesik oldu mu hemen süreriz onu. Kanamaz daha, iyileşir.”
Mehmet’in ilk iş günü yorucu geçti. Gün boyu saç, sakal tıraşı olan müşterilerin havlularını astı. Yerleri süpürdü. Bahşiş topladı. Akşam Enver Usta dükkânı kapatmadan, Mehmet’i eve yolladı. Mehmet’in yolda düşündüğü tek şey, kan taşı oldu. Bir de annesiyle babasını geçen akşam dinlerken duyduğu bir cümle…
“Hanım, Suat’ın kalbi delikmiş.”
***
Sabah olduğunu, penceresinden gözüne vurup onu uyandıran aydınlıkla anladı Mehmet. Kalkıp önlüğünü giydi. Evden çıkıp, okula doğru yürümeye başladı. Okulun sokağına geldiğinde karşıdan gelen İsmail Öğretmen’i gördü. Koşarak yanına gidip konuştu.
“Öğretmenim! Günaydın.”
İsmail Öğretmen, henüz hiçbir öğrenciyi tanımıyordu. Ama birden bu çocukla tanışıp, konuşmak istedi. “Sana da günaydın.”
Okula doğru birlikte yürümeye başladılar.
“Beni hatırladınız mı? Dün berberdeydim, çırağım ben.”
“Demek öyle! Önlük değiştirmiş seni çocuk, tam çıkaramadım. Adın ne senin?”
“Mehmet! Öğretmenim bir de üstümde berber önlüğü olsaydı dün, hiç tanıyamazdınız. Ama anneme söyleyeceğim dikecek bana göre bir berber önlüğü, bembeyaz.”
“Diksin bakalım.”
“Öğretmenim, size bir şey sorabilir miyim?”
“Sor tabi.”
“Benim Suat ağabeyimin kalbi delikmiş. Annem onu da dikebilir mi?”
İsmail öğretmen bu saf ama hüzünlü soru karşısında ne diyeceğini bilemedi. Çocuğu etkilemeden cevaplamaya çalıştı.
“Hayır Mehmet… Onu doktor amcaların dikebilir sadece, doktor olmayanların elinden gelmez öyle bir iş.”
“Ben dün gece düşündüm öğretmenim, iğne batırınca kanar ağabeyimin kalbi. Ama bizim dükkânda kan taşı var. Siz de dün tıraş olurken yanağınız kanadı. Oradaki kanı durdurdu kan taşı. Ağabeyimin kalbini kim dikecekse ona veririm kan taşını. İşine yarar mı?”
Mehmet’in konuşurken sesi titriyor, karşısındakinden bir yanıt bekliyordu. Tüm dediklerini onaylayacak bir hareket, onu ne kadar mutlu ederdi. İsmail Öğretmen, gayet sakin ve onu rahatlatacak şekilde konuştu.
“Doktor, gerek duymaz ona Mehmet, o başka araç gereçler kullanır. Hem de onunkiler daha iyidir. Ağabeyin çabucak iyileşir. Sen kafana böyle şeyleri takma. Şimdi önden sınıfına git bakalım. Bir de unutmadan, babanın adı ne senin?”
“Ali, öğretmenim.”
“Nerede, ne iş yapıyor?”
“Okulun arkasında, kömür satıyor.”
“Peki, haydi koş sınıfına.”
***
İsmail Öğretmen o gün okuldan çıkar çıkmaz, okulun arkasındaki birkaç esnafa Kömürcü Ali’yi sordu. Biraz aramadan sonra dükkânı bulup içeri girdi. Uzun boylu, zayıf bir adam ayağa kalktı.
“Hoş geldiniz, buyurun?”
“Kömürcü Ali, siz misiniz?”
“Buyurun benim ne istemiştiniz?
“Ben Mehmet’in öğretmeniyim.”
Ali, öğretmeni hemen oturttu. İki çay söyledi. İçinden Mehmet’in okulda yaramazlık yaptığına dair şikâyetler duyacağı hissi geçti. Canı sıkıldı. Bu sıkıntıyı dağıtmak için söze girdi.
“Hayırdır, bir yaramazlık mı yaptı yoksa?”
İsmail öğretmen çayı masaya bırakıp konuşmaya başladı.
“Hayır, aksine çok akıllı bir çocuk… Bugün benimle bir konu hakkında konuştu. Ben de konunun devamını sizinle konuşmaya karar verdim.”
“Tabii?”
“Mehmet’in ağabeyi Suat... Bir rahatsızlığı varmış galiba...”
Ali’nin rengi kaçtı, o da elindeki çayı masaya bırakıp, yaklaştı.
“Nerden biliyorsunuz? Doğru, ama biz tedavisini yaptıracağız inşallah.”
“Mehmet söyledi. İşte ben de tedavi için geldim. Kalbi delikmiş doğru mu?”
Ali başını öne eğdi. Duyduğu bütün üzüntüyle cevap verdi.
“Evet, Öğretmen Bey…”
“Bakın, bu hastalık çok ciddi, tedavisi bir an önce yapılmalı.”
“Biliyorum. Doktor da aynısını dedi. Ama şu an istesek de yaptıramayız ki. Yaz açıldı. Kömür almaz kimse. Nerden para kazanayım da, ameliyat ettireyim çocuğumu. Ben ancak kışın yaptırabilirim. Doktora da söyledim, halden anlamadı tabi ki. İlla ameliyat olması gerekiyormuş hemen.
“Doğru demiş. Sizden bir ricam var. İzin verin bu konuyla ben ilgileneyim. Sizi tekrar haberdar ederim.”
“Teşekkür ederim ama ne yapacaksınız?”
“Bu konuyu tekrar konuşuruz en yakın zamanda size ulaşacağım. Ben gideyim. Hayırlı işler.”
“Duacınız olurum Öğretmen Bey, çok sağ olun. Allah razı olsun.”
“Hepimizden Ali Bey, hepimizden…”
***
Ertesi gün Cumartesi’ydi. İsmail Öğretmen sabah kahvaltısından sonra Enver Usta’nın dükkânına gitti. Enver Usta gazete okuyordu. İsmail Öğretmen’i görünce ayağa kalktı.
“Hoş geldin buyur otur şöyle.”
“Hoş bulduk Enver Usta, seninle bir şey konuşmaya geldim, küçük yok değil mi?”
“Yok, gelmedi daha. Hayırdır?”
“Mehmet’in ağabeyi Suat... Kalbi delikmiş. Çocuk söyledi bana. Kafasında türlü türlü şeyler kurmuş. Belli ki evde çok konuşuluyor, durum ciddi. Ben de gittim babasıyla konuştum, biliyorsun, adam kömürcü, mevsim yaz. Ameliyatı ancak kışın yaptırabilirim diyor ama…”
Enver Usta çocuğun hasta olduğu haberinin etkisiyle yavaşça konuştu.
“Ama?”
“Ama bu hastalık o çocuğu kışa çıkarmaz. Kaldı ki doktor da hemen ameliyat olmasını söylemiş ailesine. Ama olmayınca olmuyor işte. Diyeceğim şu, sen o gün bana esnafın dayanışmasından, yardımlarınızdan, hayırlarınızdan bahsettin. Gel, toplayalım aramızda şu parayı. Ameliyat ettirelim şu çocuğu. Bundan daha büyük sevap ne olur.”
Enver Usta sakalını sıvazladı. Dalgın bir şekilde “Hakkın var!” dedi.
O gün Enver Usta dükkânını kapattı. İsmail Öğretmen’le birlikte kasabadaki tüm esnafı ziyaret edip durumu anlattılar. Herkes elinden geldiğince yardım etti. Kim ne kadar verdiyse bir kâğıda not edildi. İsmail Öğretmen ve Enver Usta da birikmiş parasından koydu paranın üstüne. Ertesi gün tüm parayı son kez toparlayıp Ali’nin dükkânına gittiler. Ali misafirlerini içeri buyur etti.
“Enver Usta! Öğretmen Bey! Hoş geldiniz… Durun ben bir çay söyleyeyim.”
İsmail Öğretmen “Hoş bulduk” dedi. Enver Usta nazikçe:
“Ali, çay falan söyleme, gel otur hele bir şey konuşmaya geldik seninle.”
“Buyur ağabey, tabi ki!”
“Senin çocuğun durumu malum… Duyduk, çok üzüldük… Sağ olsun İsmail Öğretmen de bayağı bir yardımcı oldu. Bir şeyler yaptık…”
Enver usta ceketinin cebinden çıkardığı gazete kâğıdını masanın üzerine koyup, açtı. İçindeki parayı göstererek:
“Tüm esnaf aramızda topladık bunu, sen Suat’ın ameliyatını hemen yaptır diye. Öğretmen Bey’e kalsa parayı öylece getirecekti. Ama ben seni tanırım, huyunu bilirim. Bu parayı sen öylece kabul etmezsin. Bu yüzden kim ne verdiyse bir kâğıda yazıp koydum içine. Kış gelsin, kömürünü sat. Kime ne borcun varsa öde, bu parayı kabul et, borç al bizden. Senin evladın, bizim de evladımız. Kurtulsun bir an önce.”
Ali, Enver Usta’ya bakıp ağlıyordu. Ardından İsmail Öğretmen’e dönüp:
“İkinize de çok teşekkür ederim. Allah razı olsun sizden. Bu parayı öylece getirseniz almazdım ağabey. Ama sözüm söz, borcum borç. Kışın ödeyeceğim.”
Enver Usta’nın da gözleri doldu:
“Acelesi mi var be! Kaçmıyoruz ya. Hem esnaf, esnafın yardımına koşmazsa halimiz nice olur?”
Dükkânın kapısı açıldı. Mehmet, içeriye girdi. Bir şey söyleyecekti ama hem ustasını hem öğretmenini içeride görünce şaşırdı.
“Usta dükkân kapalıydı, o yüzden buraya geldim” dedi.
Enver Usta gülerek:
“Peki evladım, dükkân bu hafta sonu kapalı kaldı. Sen yarın gel ama tamam mı?”
“Tamam usta!”
İsmail Öğretmen, Enver Usta’ya “Haydi kalkalım” dedi. Ali’yle görüşüp dışarı çıktılar. Enver Usta bir şey unutmuş gibi tekrar içeri girdi.
“Ali!” dedi. “Mehmet’i bu akşam bize bırak, siz de Suat’ı şehre götürün. Yarından tezi yok. Mehmet de siz dönene kadar bizde kalsın. Yormayın çocuğu.”
Ali “Tamam ağabey” dedi. Mehmet merakla sordu:
“Baba, nereye?”
Ali, Mehmet’in anlayacağı şekilde durumu anlatırken, Enver Usta ve İsmail Öğretmen tekrar çıktılar. Yaz havası iyice bastırmış, insanlar terlemeye başlamıştı. Enver Usta ceketini çıkartıp eline aldı. İsmail Öğretmen de gömleğinin iki düğmesini açıp, kravatını gevşetti. Enver Usta elini, İsmail Öğretmen’in sırtına vurdu:
“Haydi! Şimdi bana bir kahve ısmarla.”