Dedem

Emine Aydoğdu
Dedem

Dedem

Ayfer Feriha Nujen

Sonbaharın son ayında, çukur ve tümseklerin çokça olduğu toprak bir yolda ilerlemeye çalışan kırmızı bir arabanın içinde yedi aylıkken doğmuşum.
Sonbahar denilince hemen herkesin aklına hazan gelir. Hazan, doğanın soyunmasını, toprağın uyumasını, suyun soğumasını ve yaprağın dökülmesini anlatır. Doğanın bu değişimi, ölümle beraber hüznü de yanında taşır. Anneme göre sonbaharın son ayı ölümün adı olsa da -doğurduğu ilk çocuk bu ayda ölmüş- dedem bu ayda doğanlar için “ölüme başkaldıranlar” derdi.
Yolculuk sırasında doğduğum için annem adımı Yolcu koymak istemiş. Dedem: “İnsanın adı, yazgısını yaratır, bir kadının gezgin olması da zor iştir.” Kalem gibi uzun parmaklarını alnımın üzerine koyarak, “Kalbinde korku olmasın!” diyerek, adımı (Âmine) Emine koymuş. 
1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı’nda -halk arasında bilinen adıyla söylersek 93 Harbinde- (Rumi Takvimiyle 1293 denk geldiği için) Ruslara esir düşmüş. Adı Hüseyin olmasına rağmen herkes ona “Koca Çınar” derdi. Böyle bir lakapla çağrılmasının birçok nedeni vardı. Çınar gibi uzundu boyu. Yaşına rağmen dimdik yürürdü. İshal olup ateşi yükselenlere suda ıslattığı Çınar ağacının kabuklarından elde ettiği karışımı içirirdi. İnsanlar ve hayvanlar kısa sürede iyileşirdi. Evimizin dört bir yanını çınar ağacı süslerdi. Arkadaşlarım sık sık hastalanırken, ben hiç hastalanmazdım. Sanırım ağaçlar bizim evi koruyordu. Dedem: “Çınar ağacının yaprakları tozdan ve gazdan etkilenmezler” derdi.
Bütün dünyada olduğu gibi onun yaşadığı yerde de erkeklik kaba güçle ölçülürdü. Çok güçlü olmasına rağmen hiçbir koşulda güç gösterisine girişmezdi. Ayıp sayardı. “İnsan, kaba gücüyle değil, vicdanıyla sınanır” derdi. Omuzları öyle geniş, kolları öyle kalındı ki, görenleri hayrete düşürürdü. Esaret yıllarında, kendisini esir alanlara kahramanca direndiği, uzun yıllar süren esirlik hayatından üç arkadaşıyla birlikte kaçarak kurtulduğu, dilden dile dolaşan bir söylenceye dönüşmüştü. O yıllara ilişkin sorulan sorulara genellikle susarak yanıt verirdi. Güneşten önce uyanır. Yaz-kış aralıksız gün daha toprağa düşmeden çıplak ayakla toprağa basardı. Bunu neden yaptığını sorduğumda: “Yenileniyorum. Eskiyle yeniyi yer değiştiriyorum” derdi. Kamber amca, her sabah taze yumurtayla yeni sağılmış koyun sütünü karıştırarak bakır maşrapa içinde getirirdi. Dedem, suyu içtiği gibi yumurta ve sütün karışımını da üç defada dura dura içerdi. Bize de nefeslenerek içmemizi öğütlerdi. Nedenini sorduğumuzda; “Dinlene, dinlene içmek; hem hazmı kolaylaştırır, hem susuzluğu çabuk keser, hem de daha sağlıklıdır.” Derdi.
Kamber amcanın kim olduğunu hiçbir zaman öğrenemedik. Hiç konuşmazdı. Sesinin rengini, tonunu duyan ve bilen olmamıştı. Dedeme sormaya da kimse cesaret edemiyordu. Merakımı susturamadığım bir gün, bütün cesaretimi toplayıp sormaya yeltendiğimde ise; parmak kalınlığındaki kaşlarını çatıp; buğulu gözleriyle: “Evimize sığınmış, ekmeğinin peşinde bir garip! Hem neyi öğrenmek istiyorsun?...” demişti.
Kömür’e eyersiz binerdi. Göğsüne kadar uzayan beyaz sakalı ve saçıyla, kapkara tüylü atın üzerinde bir yontu gibi dururdu. Bu duruşu çıkık elmacık kemikleri ve güneş yanığı teniyle Kızılderili Kabile Reisini anımsatırdı. Bazen gün ağarmadan yola çıkar, ta akşamın karanlığında eve dönerdi. Nereye gittiğini ne yaptığını kimse bilmezdi. Yanına yiyecek almadığı gibi içecek de almazdı. Fazla yemek yemediğini bildiğimiz için bu durumu garipsemiyorduk. Susuzluğunu gidermek için ağzına tırnak büyüklüğünde parlak bir taş alıp dilinin üstünde çevirirmiş. Böylece uzun süre susamadığını söylerdi. Hepimiz ona öykünürdük. Susadığımızda hemen su içmezdik. Ağzımıza aldığımız küçük taşı dilimizin üzerinde çevirerek susuzluğumuzun yok olduğunu şaşkınlıkla öğrenmiş olurduk. Dedem: “Ruhun ve bedenin terbiyesi, üç yoldan geçer. Öğrenmek, denemek ve sabır” derdi. Böylece bedene ve ruha hakim olmayı öğrenebilirmişiz. Hintli bir gezginden öğrenmiş. Çölde uzun süre yol alan her insan bunu bilirmiş. Suyu tükenen çöl yolcusu, taşı emerek bir süre daha hayatta kalmayı başarırmış.
Annem, dedemin kırk yaşında evlendiğini, hayatının on sekiz yılını ninemle beraber geçirdiğini, ninemin ölümünden sonra da kadınsız bir hayatı yeğlediğini anlatmıştı. Yeniden evlenmesi için öneride bulunanlara: “Belgüzar’ın açtığı yolda kimsenin yürümesine izin vermem” dermiş.
Dedem, çınar ağacı gibi çok genç yaşında hızla büyümüş ve upuzun bir ömür geçirmiştir. Dedemle çınar ağacı arasındaki tek fark; çınarlar yaşlandıkça dışlarını korusalar da; zamanla içleri çürür ve boşalır. Dedemin dışı gibi içi de ölünceye kadar hep dolu kaldı. Doksan sekiz yaşında, doğduğu gün, yani sonbaharın sonunda, çok sevdiği toprakla buluştu.