Bana kalırsa filmin oyunculuk açısından sürprizi Julia Roberts. Sade, oyunculuk dramaturjisi sağlam ve o kadar bencillikten uzak, ‘almak ve vermek’ üzerinden bir oyunculuk sergilemiş ki, hayran olmamak elde değil.
Oscar adayları belli olduktan sonra aday olan filmleri izlemek bir alışkanlık haline geliyor. Aday filmlerin listesinde en çok iştahımı kabartan August: The Osage County idi. İştah kabartmasının ilk nedeni filmin bir tiyatro metninin uyarlaması olması. Bir diğeri ise daha önce hem sinemada hem de tiyatro sahnesinde heyecanla izlediğimiz Böcek’in ve şu sıralar Engin Hepileri tarafından sahnelenen Katil Joe’nun da yazarı olan Tracy Letts’in kaleminden çıkmış olması…
Film, yıpranmış ve bilge “baba”nın karısının bakımı için işe almak istediği Kızılderili, daha doğrusu Amerikan yerlisi hemşireyle konuşmasıyla açılıyor ve biz olacaklardan habersiz bir şekilde heyecanla filmi izlemeye başlarken, yazar ve yönetmen ince ince işledikleri senaryo ile bizi avuçlarının içine almaya başlıyorlar.
Babanın intihar olup olmadığı belli olmayan ölümü sonrası, belki de yüzlerce bağımsız Amerikan filminde gördüğümüz bir klişe olan ailenin tüm fertlerinin toplanması geleneği bozulmuyor elbette. Devamında da ailenin bütün bireylerinin ‘arıza’larıyla tanışma şerefine nail oluyoruz. Annenin ilaç bağımlılığı, en büyük kızın başarısız evliliği, ortanca kızın yaşamın şifresini olaylara pozitif ve yüzeysel bakarak çözmeye çalışan, imite Eckhart Tolle hali, küçük kızın kuzeniyle yaşadığı yasak aşk ve teyzelerinin kendi oğlunu, ailesinden intikam alırcasına yerden yere vuruşu ile sürekli yumruk yiyen biz, hikayenin içine, o güzel verandalı eve dalıp bir köşeden olayları izlemeye koyuluyoruz.
Öyküde, teyzeyi, Amerikan yerlisi hemşiremizi ve kardeşlerin en büyüğünün 13 yaşındaki kızını da dahil ettiğimizde yedi bambaşka kadın karakter mevcut ki, bu aslında sinema ve tiyatro metinlerinde ender görülen bir durum. Genellikle erkek öyküleri ve erkek hikayeleri görmeye, duymaya alıştığımız bir dünyada bu kadar çok kadın karakterin yaşamla bir şekilde baş etme çabalarına şahit olmak ayrıca bir heyecan konusu. Büyük kızın kocasının, ortanca kızın üçkağıtçı sevgilisinin, ailede hiçbir şeyi doğru düzgün başaramadığı düşünülen kuzen karakterlerinin ortak noktası edilgen olmaları. Büyük kızın kocasını harekete geçiren şey karısının ateşli, tutkulu hali, üçkağıtçıyı hareketlendiren şey ergen kızla ot içip, öpüşüp koklaşma ihtimali, kuzeni hareketlendiren şey ise akrabası olan ailenin küçük kızıyla yaşadığı ve sadece onunla birlikteyken bir işe yaradığını hissettiği ilişkisi.
Ailede toparlayıcı ve birleştirici güç olan babanın, fallik nesnenin aniden yok olması sonucu ortaya çıkan kadınlar arasındaki güç krizi, zamanla bir savaşa dönüşüyor. Bu savaşın tarafları da doğa ana konumundaki, kızları hayata getiren en büyük kümenin oluşturucusu 'Anne' ve o büyük kümenin içindeki bir diğer büyük küme olan 'en büyük kız çocuk'. Erkeğin yok oluşu sonrası meydanın o boş kalma hali, bu boşluğun annenin, teyzenin ve kızların üzerindeki etkisi ve o boşluğu doldurma çabası en yalın ve gerçekçi haliyle yansıtılmış. İşin en güzel tarafı ise o güç kapma savaşındaki her kadın karakterin kendine özgü bir şekilde bu oyunda/savaşta yer alma isteği. Tüm bu güce yönelik şehvet o kadar yoğun bir şekilde yaşanıyor ki, bir tenis maçı izlercesine top/güç sürekli el değiştiriyor.
Özellikle, belki de gelmiş geçmiş en başarılı yemek masası sahnelerinden biri olan cenaze sonrasındaki 20 dakikalık sahne, bu güç savaşının muhteşem şekilde yansıtıldığı, metnin ve oyunculukların bir resitale dönüştüğü nokta. Aile içindeki geçmişten getirilen ve bugüne düşen tüm o sıkıntılar, dertler yemek masasına bir bomba gibi düşüyor.
Tam da burada, Türkçe metinlerdeki 1bir gün bir şey olur ve her şey “değişir” tekniğine, Beliz Güçbilmez’in Zaman, Zemin ve Zuhur adlı kitabında nasıl değindiğinden bahsedebiliriz. Dramatik metinler Batı'da, perspektif düşüncesi çerçevesinde gelişerek, çok boyutlu\katmanlı metin oluşturma yönünde ilerlemişlerdir. Bu “Geçmişte bir şey olur, gölgesi bugüne düşer” şeklinde açıklanabilir. Tanık olduğumuz 'an', geçmişin izlerini de üzerinde taşıyarak yaşanır ve o tanıklık ettiğimiz 'an'da olanlar öncesiz değildir. Oysa ki geleneksel Türkçe metinlerde durumlardan yola çıkılır. Tanıklık ettiğimiz 'an'da bir şey olur ve her şey değişir. Öncesinin, o durumun bu tanıklık haline nasıl eklemlendiğinin altı çizilmez. Bu Beliz Güçbilmez'in de belirttiği gibi minyatür sanatıyla ilişkilendirilebilir. 'An'ın anlatıldığı ve her şeyin bir anda değiştiği, olayların bir belgesel sadeliğiyle aktarıldığı minyatürlerle, perspektif tekniğiyle oluşturulmuş, geçmişin izlerinin de o ana nasıl düştüğünü gösteren sanatsal yapıtlar arasındaki fark, artık bilinen ve üzerinde çokça konuşulan da bir husus. Özellikle sanatta organik olana, gerçek olana ulaşma çabası elbette sanatçıyı bir seçim yapmaya zorluyor. Ancak görünen o ki ne hayatımızda ne de izlediğimiz bize değen, dokunan metinlerde bir şeyler 'kaza' halleri haricinde birden gerçekleşmiyor. Geçmişe değenler tanıklık ettiklerimizle birleşiyor ve belki de bu sebeple bazı metinleri seviyoruz bazılarını da sevmiyoruz.
Tekrar yemek masasına dönecek olursak hayatın bir izdüşümü gibi yansıtıldığının defalarca söylenmesi gerekiyor. Gerilimin 20 dakika boyunca korunması, hatta gitgide tuğla üzerine tuğla eklenerek katlarının çıkılması sonrasında seyirciye ve masadakilere verilen ufacık bir mola niteliğindeki espriyle -ki bu espri\makara malzemesinin bir yaşlı değil, genç olması da ayrıca ilginçtir- gerilimin hafifletilip, iki büyük güç simgesinin sahnenin sonunda birbirleriyle saç saça baş başa kavga etmeleri, belki de defalarca izlenmesi gereken, başarıyla kotarılmış bir sahne. Bu sahneye ufak bir not da ekleyebiliriz. Sahne 3,5 günde çekilmiş ve oyuncularla oyunculukların bu kadar organik olmasındaki yegane sebep, yönetmenin oyuncularına devamlılıklara takılmamalarını salık verip sadece ve sadece karakterlerin ‘ol’malarına izin vermesini istemesiymiş.
Yemek masası sahnesinden bahsedince de kült yemek masalı sahnelerin olduğu The Gold Rush (1925), Beetlejuice (1988), Dirty Rotten Scoundrels (1988), American History X (1998) ve tabii ki Indiana Jones: The Temple Of Doom’u (1984) hatırla(t)madan geçmek olmaz.
Filmin genelinde eleştirilecek ve seyirliğin çıtasını aşağıya çeken iki şey var. Birincisi birbirlerine aşık olan kuzenlerin kardeş!? çıkması. Metin bu denli incelikliyken böyle bir dramatizasyona ne gerek vardı bilemiyorum. Bu klişeler sadece Türk filmlerine has değil. Hoş klişe de böyle bir şey değil mi zaten?
İkincisi ise Meryl Streep’in oyunculuğu. Kulağa garip geldiğinin farkındayım ama zaten neredeyse oynadığı her rolde inanılmaz performanslar sergilemiş, muhteşem bir oyuncu olan bu kadın nedense filmde gereksiz yere filmin en büyüğü olmaya çalışmış. Sanırım yönetmenin sadece Meryl Streep’i kontrol altına almada sıkıntılar yaşadığını söyleyebiliriz. Biz baştan sona muhteşem bir Meryl Streep değil, baştan sona incelikle oynanmış muhteşem bir film izlemek istiyoruz ve belki de sürekli muhteşem olan bir şey sıkıcılaşıp, gerçek olma halinden uzaklaşmıştır kim bilir. Leonardo Di Caprio’yu izlemek nasıl sürekli aynı karakterin farklı filmlerde aynı şekilde canlandırılmasını izliyormuş hissini veriyorsa, Meryl Streep’deki durum da ona benzer bir hale gelmeye yakınlaşıyor nedense. Muhteşem bir oyuncu olmanın altının bu kadar kalın kalemlerle çizilmesinin gerekliliği kararı, oyuncunun ve yönetmenin vermesi gereken ince bir çizgi. Bana kalırsa filmin oyunculuk açısından sürprizi Julia Roberts. Sade, oyunculuk dramaturjisi sağlam ve o kadar bencillikten uzak, ‘almak ve vermek’ üzerinden bir oyunculuk sergilemiş ki, hayran olmamak elde değil. Filmin yıldızı olup filmin yıldızı gibi oynamamak üzerine belki de oyunculuk okullarında ders niyetine gösterilebilir. Filmle ilgili küçük bir dedikodu da nedense Meryl Streep’in Julia Roberts’tan pek haz etmediği ve filmin tanıtım sürecinde mümkün olduğunca ondan uzak durduğu ...
Kısacası August: Osage County baştan sona izlemesi keyifli bir seyirlik. İsteyen hikayeye, isteyen oyunculuklara, isteyen de başarıyla yaratılan atmosfere takılıp, filme bağlanabilir ve keyifli bir iki saat geçirebilir.