Üç Kısa Radyo Oyunu

Başak K. Ertanoğlu

KRAL ÜBÜ VE ROMEO VE JULIET OYUNLARINDAN HAREKETLE...

ÜBÜ BABA: Ey sevgili dostlarım, komplo planının kararlaştırılacağı o büyük an geldi. Siz kendi fikrinizi söyleyin. Önce ben benimkini söyleyeceğim, izin verirseniz. Şimdi, ben çok basitçe yemeğine arsenik tıkarak Kral'ı zehirlemekten yanayım. Otlandığı anda ölecektir; ve ben de kral olurum ...

JULİET: Kim yardım etti sana bu planı yapmak için?

ÜBÜ BABA: Ne oldu hoşunuza gitmedi mi?

JULİET: Nasıl geldin buraya söyle, hem niye?

ÜBÜ BABA: E söyledim ya.

JULİET: Kim olduğunu düşün. Mezar olur sana bu yer, bu fikrini sezerlerse.

ÜBÜ BABA: Ama ben sizin için kendimi tehlikeye atmayı kabul ediyorum. Hem kralın defterini dürmek hepimizin de işine gelir.

JULİET: Daha dinleyeyim mi, yoksa açılayım mı size?

ÜBÜ BABA: O zaman şöyle yapalım! Ben onun ayaklarına basmaya gayret ediciiim, o karşı gelecektir ve ben ona 'Hassıçtır', diyiciim, bu işaret üzerine siz de üzerine çullanacaksınız.

JULİET: Konuşuyor. Ey parlak melek, konuş yine. Sen göz kamaştıran bir parlaklık veriyorsun geceye, cennetin kanatlı ulağısın başımın üstünde.

ÜBÜ BABA: İyiliğiniz gerçekten sınır tanımıyor, teşekkür ederim ama y...

JULİET: Hayranlıkla, öylece bakıyorum ben sana.

ÜBÜ BABA: Kral'ı diyorum kırtlatmak diyorum.

JULİET: Aşkın isteyip de başaramadığı ne var ki... Engel olamaz bize bu yüzden hiç kimse. Yapalım birlikte. Ama ....

ÜBÜ BABA: Ama ne?

JULİET: Kral olduktan sonra et ve altın dağıttırmazsan, halk iki saate kalmaz alaşağı eder, seni de benim sevgimi de.

ÜBÜ BABA: Hayır istemiyorum ben ya!

JULİET: Ama dünyada istemem senin başına böyle bir şey gelmesini.

ÜBÜ BABA: İflas ettireceksin beni.

JULIET: Böylesini kim sardı benim başıma acaba? (kendine)

ÜBÜ BABA: Et olur, altın olmaz. Üç yaşlı atı kesiverin, bu dingozlara yeter de artar bile. Ne demiştin canım sen?

JULİET: Biliyorum gecenin maskesi var yüzümde. Olmasaydı eğer duyduğun için demin söylediklerimi, nasıl kızardığını görürdün yanaklarımın. Çok isterdim ah bir güzel uyup göreneklere demin söylediklerimin tümünü inkar etmeyi. Ama uğurlar olsun görgü kurallarına.

ÜBÜ BABA: Bir kez daha söylüyorum kuruş vermem. Vererek zengin olunmaz.

JULİET: Seviyor musun beni?

ÜBÜ BABA: Eeeee

JULİET: Evet diyeceksin biliyorum, ben de inanacağım sözlerine ama yemin etme ne olur, belki de tutamazsın.

ÜBÜ BABA: Doğru mu bu?

JULİET: Neden şüphe ediyorsun ki?

ÜBÜ BABA: Peki o zaman her şeyi kabul ediyorum. Ama onlara vereceklerimle bana vergi ödemeye söz versinler. Seni de seviyorum, tamam.

JULİET: Ah sevgilim, sana ne kadar verirsem, o kadar çoğalıyor bende kalan, sonsuz çünkü hepsi.
Ama güzel Montegue; bu altınları dağıtırken bir tartışma olursa ne yapacaksın? Bir çatışma çıkarsa bu felaket olur. Bir yarışma düzenlesek mesela.

ÜBÜ BABA: Hmmm. İyi fikir aslında. Mesela bir sandık altın olsun. Onu avluda uzak bir yere koyalım. Elime mikrofonu alıp, parmağımı salladığımda koşmaya başlasınlar ve ilk gelen sandıktakileri alsın.

JULİET: Peki şansı yaver gitmeyenler güzel Montegue? Nasıl bir doyuma ulaşacaklar ki?

ÜBÜ BABA: Onlara da diğer sandıktaki erzakları, yiyecekleri ittiririz. Nasıl?

JULİET: Harika! İki kelimecik daha, sonra da iyi geceler sana. Saygıdeğerse tüm bu olacaklardan sonra aşkının eğilimi, amacın evlenmekse ...

ÜBÜ BABA: Ama kral olunca önce hukuk reformu yapacağım, sonra da maliyeye el atacağım.

JULIET: Kötü müdür yani niyetin?

ÜBÜ BABA: Halka hizmet ama öncelikli hedef.

JULIET: Ey kutsanmış gece! (ağlamaklı) Korkuyorum bütün bu konuşulanların gerçek olmasından. (ağlamaya başlar)

ÜBÜ BABA: Bir saniye canımın içi. Şimdi mülkiyetten yüzde onluk, ticaretten ve sanayiden ikinci bir yüzde, evliliklerden üçüncü ve her birinden on beş frank olmak kaydıyla ölümlerden de dördüncü bir vergi alırım.

JULİET:  (ağlarken) Ölümlerden mi?

ÜBÜ BABA: Korkma benim tatlı çocuğum.

JULIET: (ağlama bitmez) Çocuğum?

ÜBÜ BABA: Ağlama, köy köy dolaşıp vergimi de ben alırım olmadı. Halka hizmet kimin işi ki?

JULIET: Vazgeç bunlardan. Baş başa bırak bari beni kederimle.

ÜBÜ BABA: Kendinize dikkat edin, yurdumun Madam’ı çünkü sizin aptallıklarınıza katlanamayacağım daha fazla.

JULIET: Kutsal ermiş Francis adına! Bu ne değişme! Büyük bir aşkla sevdiğin beni, öylece çabucak değiştin ha! Gençlerin sevgisi yüreklerinde değil, gözlerindeymiş meğer.

ÜBÜ BABA: Hay hesap işletim ücreti kılıklı, göbeeemin ucu, finans kılıcı Madam, benim konuşacak ağzım, sizi de yaşamdaki sesleri algılamak üzere yanaklarınızın arka tarafına yerleştirilmiş kulaklarınız var.

JULIET: Elveda o zaman. Tanrı bilir ne zaman görüşürüz bir daha. Tek başıma oynamalıyım bu acıklı sahneyi.

ÜBÜ BABA: Ah şimdi atıma biniciim orada bayılıciim burada değil. Planımı uygulamam gerek Madammm...

JULIET: Hayat sıcaklığını hemen donduran, hafif, soğuk bir korku ürpertiyor damarlarımı. Gidiyorum.

ÜBÜ BABA: Git.

JULIET: Ya beni mezara koyduklarında, içine temiz hava girmeyen ölüler mahzeninde tıkanıp kalmaz mıyım? Gidiyorum.

ÜBÜ BABA: E git.

JULIET: Ya bütün atalarımın yüzyıllar boyunca ...

ÜBÜ BABA: A üstüme iyilik sağlık! Ben öldüreceğim seni. Para mara yok, bir de bu eksikti. Ben neler yapacağım, ne riskler alıp, elimi taşın altına sokacağım diyorum; bu da giderken elini açmış benden para istiyor.

JULIET: Haksızlık bu, gerçeğin ta kendisi. Ne söyledimse ben hep yüzüne söyledim. Kapat kapıyı, sonra da yanıma yat, uzan ve ağla. Ne umudum kaldı, ne çıkar yolum, ne başka bir çarem!

ÜBÜ BABA: Finans defterini alayım yanıma. Giderken benden bir şey çaldınsa yandın demektir güzel kadın. Sana yardım etsinler diye iyi dileklerimi bırakıyorum. Senin gideceğinden şüphe ettiğimden, planlarımı hayata geçirmeye ben gidiyorum. Elveda elveda, bu dünya ne sana kaldı ne de bana.

 


 

VİŞNE BAHÇESİ VE GODOT'YU BEKLERKEN OYUNLARINDAN HAREKETLE...

LOPAHİN: Vişne bahçesini ben satın aldım dostlar, ama bir dakika, başım dönüyor, konuşamıyorum.

VLADIMIR: SAKIN ANLATMA!

LOPAHİN: Hemen parlamayın.

VLADIMIR: Mahrem kalsınlar. Bilirsin, tahammül edemem.

LOPAHİN: Açık arttırmaya gittiğimizde baktım işler kötü, ben de yükselttim rakamı, kırk bin dedim.

VLADIMIR: Tek başına pek başarılı olamazsın.

LOPAHIN: Biri kırk beş bin dedi, ben elli beş bine çıktım. Yani o beşer beşer yükseltiyordu, ben onar onar.

VLADIMIR: Valla, sen öyle dedin. Benim bu konuda fikrim yok. İkinizin de yüzde elli şansı var. Üç aşağı beş yukarı.

LOPAHİN: Evet ama sonunda bitti. İpotek borcunun üzerine doksan bin verdim ve açık arttırma benim üzerime kaldı.

VLADIMIR: O halde ne yapıyoruz?

LOPAHIN: Vişne bahçesi artık benim. Vişne bahçesi be-nim. Benim diyorum.

VLADIMIR: Bekleyip görelim, bakalım ne diyecek bize?

LOPAHIN: Kim?

VLADIMIR: Godot.

LOPAHIN: Söyler misin, şu anda sarhoş muyum ben, aklım başımda mı, rüya görmüyorum değil mi?

VLADIMIR: Demiri tavında dövmek gerek bence.

LOPAHIN: Gülmeyin bana lütfen! Hep söyledim size. Vişne bahçenizi de, topraklarınızı da AVM’ler yapılması için satmalısınız. Bir an önce yapmak zorundasınız bunu, açık arttırma kapıda, çünkü anlayın bunu demiştim. Bir satsanız, istemeyeceğiniz kadar para geçecek elinize demiştim.

VLADIMIR: Pek dinlememişim. Tam olarak ne istemiştin böyle söyleyerek?

LOPAHIN: İşte, belli belirsiz bir rica.

VLADIMIR: Evinde düşünmeleri gerektiğini söylemiştin.

LOPAHIN: Sakin kafayla.

VLADIMIR: Ailelerine danışarak.

LOPAHIN: Acentelerine.

VLADIMIR: Dostlarına.

LOPAHIN: Banka hesaplarına.

VLADIMIR: Mektup arkadaşlarına.

LOPAHIN: Büyüklerine.

VLADIMIR: Karar vermeden önce.

LOPAHIN: Bakın, babam, dedem mezardan çıkıp gelseler, bütün bu olanları görselerdi; Yermolay'ların, o cahil, ezilmiş, kışları takunyalarıyla ya da yalınayak dolaşan Yermolay'ların dünyanın en güzel toprağını satın aldığını ve orada yapacaklarını bilselerdi...

VLADIMIR: Ya biz?

LOPAHIN: Anlamadım.

VLADIMIR: Bu işte bizim rolümüz ne?

LOPAHIN: Rolünüz mü?

VLADIMIR: Telaşlanma. Diz çöküp yalvar yakar olacağız.

LOPAHIN: Hayır hayır.

VLADIMIR: Dinle. (bir ses gelmişçesine dikkat kesilerek)

LOPAHIN: Konu o değil ki. Babamla dedemin toprağa bağlı köle oldukları, mutfağa bile sokulmadıkları bir yeri satın aldım diyorum. Uykudayım ben, bir rüya görüyorum sanki.

VLADIMIR: Peki artık bizim hiçbir hakkımız yok mu?

 

LOPAHIN: Cahilliğimin sisi içinde bir hayal görüyorum. Sizinkilerin kadıncağız artık buranın hanımları olmadıklarını göstermek için yere attı anahtarları. Hepiniz gelin! Lopain'in elinde baltayla vişne bahçesine nasıl giriştiğini, ağaçların nasıl devrildiğini izleyin! Yazlık evler yaptıracağım burada ve torunlarım, torunlarımın torunları yepyeni bir yaşam sürecekler burada!

VLADIMIR: Yasak olmasa gülerdim bu sözüne.

LOPAHIN: Öyle olsun bakalım.

VLADIMIR: Ştttttt... (aniden bağırma, dikkatini çekme karışımı bir ses çıkarır. Kısa bir sessizlik sonrası) ben bir şey duymuyorum.

LOPAHİN: Ödümü patlattın.

VLADIMIR: O sandım.

LOPAHIN: Kim?

VLADIMIR: Godot.

 


 

FERHAT İLE ŞİRİN, SANDALYELER VE ÜÇ KIZKARDEŞ OYUNLARINDAN HAREKETLE...

MEHMENE BANU: Vücudum hala yirmi yaşında. Bacaklarım, karnım, memelerim, kollarım, boynum ...

KADIN: Cicim, pencereyi kapat, durgun su fena kokuyor, salgın tabi. Gel otur hem, sarkma sakın, suya muya düşersin maazallah. I.Fransua’nın başına gelenleri unutma. Dikkat etmek lazım. Demirdağ delineydi bu da temizlenirdi aslında.

MEHMENE BANU: Bileklerim beyaz güvercin yavruları gibi hala. 

KADIN: Ay nasıl da güzel tasvir ettin kendiniii… Sarkma diyorum. Sen nasıl bakabiliyorsun ki, hem başım dönüyor, hem de midem bulanıyor (öğürür) .

MEHMENE BANU: Onları tutabilir, esmer iri elleriyle onları okşayabilirdi.

KADIN: Neye yarardı? Daha mı iyi yaşardık okşayaydı, sıkaydı…?

MEHMENE BANU: Yarabbi, nasıl seviyorum.

KADIN: Suya bakarken eskiden nasıl da neşeliydin… Ay hadi taklit yap, geçen yaptığın gibi. Hadi Şubat ayının taklidini yap!

MEHMENE BANU: Başka bir odada, başka bir zamanda, yine ben böyle otururdum, sen yine böyle ayaklarımın dibindeydin.

KADIN: Ah cicim, ne de tontonsun. Ay ama sen çok kabiliyetlisin, istesen en azından onbaşı olurdun bence.

MEHMENE BANU: Boğuluyorum havasızlıktan. Kim kapattı pencereleri?

IRINA: Hayır konuşmayayım diyorum ama... Ne talihsiz kızmışım. Çalışamıyorum. Çalışmayacağım artık! Yeter, yeter! Telgrafçılık yaptım, şimdi de belediyede görevliyim. Bana verilen her işten tiksiniyorum. Siz de öyle evde oturun. Abla kardeş.

KADIN: Senin neyin var canım kardeşim?

MEHMENE BANU: Pişman mısın?

IRINA: Artık yirmi dördüme bastım, çoktandır da çalışıyorum.

MEHMENE BANU:   Pişman mısın?

IRINA: Beynim kurudu, beynim.

MEHMENE BANU: Kıskanıyorum.

IRINA: Zayıfladım, çirkinleştim, yaşlandım. Her şey boş. Hiçbir şeyden haz almıyorum.

KADIN: Aptalsın sen, ailemizin en beyinsizi sensin. Ne olur gücenme.


MEHMENE BANU: Kıskanıyorum. Gebereceğim. Beni azgın dişi bir köpek gibi öldürün.

KADIN: Ay kıskanma diyeceğim ama canım benim nasıl kıskanılmaz ki.

Sessizlik.

KADIN: Ay bakma Allah aşkına haber vermeden bakma. Alacakaranlık kuşağı gibi tövbe tövbe.

MEHMENE BANU: Senin de yaş aldı başını gitti nedense…

IRINA: Hay ağzını öpeyim. (an)
Ömrüm geçiyor diyorum, sen kendi derdindesin. Her geçen gün güzel olan her şeyden biraz daha uzaklaşarak, yavaş yavaş uçuruma yuvarlanıyormuşum gibi hissediyorum. Umutsuzluk içerisindeyim. Çaresizim.

KADIN: Ama sen çok kabiliyetlisin. Hayatta bir parça hırsın olsaydı, kral başı, gazeteci başı, aktör başı, binbaşı olabilirdin. Heyhat hepsini teptin… çukura attın … Kocaman dipsiz bir çukura … Yaş aldı başını derken ben olgunluk çağındayım canım. Olgun kadına övgü.

IRINA: Evet, olgun kadına övgü, moruk kadına değil.

MEHMENE BANU: Aklımdan neler geçiyor. Ben neler düşünüyorum? Düşünmemek, düşünmemeyi bile düşünmemek... Karşı duvardaki ışık ne? Güneş vurmuş olacak.

KADIN: Eskiden böyle değildi hatırlar mısın? Saat dokuzda onda gece yarısı bile gündüz gibiydi. Belki gittikçe batıyoruz ya ondandır. Çünkü dünya durmadan da dönüyor hani…

MEHMENE BANU: Güneş vurmuş dedim.

IRINA: Sevgili kardeşlerim, size içimi dökmek istiyorum. Ruhum acılar içinde kıvranıyor. Ama bunu size, yalnızca size itiraf edebilirim. Herkesten gizlediğimi size söyleyeceğim.

MEHMENE BANU: Hiç kimsenin günahı yok.
KADIN: Demin geçiriyordun herkese mütemadiyen.

IRINA: Bugüne dek tuttum bunu içimde ama artık daha fazla tutamayacağım. Artık öğrenmelisiniz. Ben aşık oldum Verşinin’i seviyorum.

KADIN: Bak, baaakk…. Ama sen o kadar iyiydin ki, o kadar iyiydin ki hayatta bir onbaşıdan daha fazla şey olabilirdin. Belki de çok şeye istidadın vardı da sen tuttun, mahsustan hevesini kırdın işte. Aşıkmış…

MEHMENE BANU: Pişman mısın?

IRINA: Hep Moskova’ya gidince orada hayalimdekiyle karşılaşacağımı sanıyordum ama meğersem yanı başımdaymış kısmetim.

MEHMENE BANU: Ağlama!

KADIN: Haydi, üzme kendini. Bak nasıl meziyetlerin var. Benim küçük onbaşım, sil gözünün yaşını, davetliler gelecek sizi bu halde görmesinler. Haydi toparlanın. (kendi kendine mırıldanarak)
Ama olmadı işte; sen de (Mehmene Banu’ya) denizci başı, marangoz başı, orkestra başı, kralı hatta hatta takım başı bile olabilirdin. Ama takıldın işte yok bileklerim, yok memelerim, yok yirmimdeyim. Bok yirmindesin afedersin diyeceğim de yüzüne bakamıyorum o derece.

IRINA: Bırak bunları, nasıl olsa dinlemiyorum ben.

MEHMENE BANU: Pişman mıyım?

KADIN: Yok pişman mıyım? Yok dağlar delindi onun için, benim skor hanem halen boş. Vermeyeydin diyeceğim de ayıp olacak.

IRINA: Ay haklısın aslında demeyeyim diyorum da. Öyle bir çalımla yürüyor ki sanki şehri o kundaklamış.

MEHMENE BANU: Susadım, boğazım kurudu.

KADIN: Kurur tabi. Kendi kendine konuşmaktan oluyor bunlar.

MEHMENE BANU: Konuşurum. Hem de nasıl… Ben bambaşka bir insan oldum şimdi…

KADIN: Evet ama olsun iftihar ediyorum ben seninle. Gardiyanları, baş paspasçıları, kimyagerleri, kazancıları, kemancıları, muharrasları, esnafı, kalemdarları herkesi çağırdım… Hatta içlerinde baş postacılar, hancılar, ileri artistler de var. Haydi Toparla …

MEHMENE BANU: (sözünü keser): Birbirimizin elini sımsıkı tutmuş yürüyorduk, aramıza birden bir yıldırım düştü.

IRINA: Eve düşen yıldırım.

MEHMENE BANU: Ne tuhaf ne korkunç düşündüğümü bilsen…

KADIN: Aaaaaa sıçacağım artık tuhaflığınıza da bilmemneliğinize de. Anladık sizi. Kırın kıçınızı gidin içeri adam gibi bir şeyler geçirin üzerinize. Sen bırak o bavulu, sen de nereden aldın eline o bıçağı annem, ekmekler içeride. Haydi kes getir. Bileklerin, ellerin maşallah kuğu gibi kıvrıla kıvrıla keser. Haydi bakalım. (cık cık cık) Ay postacı başı da çok hoş adam ben diyeyim size… Aaaa dediğimden de çıkmazlar… Canlarım benim… Sevincime sınır yok ama. Minnettarlığımın hudutsuzluğunu tasvir etmek için kelime de bulamıyorum onlar için. Ama isteseler ne on başılar ne baş bardakçılar olurlardı da, ahh ahh…

Oyunları dinlemek isteyenleri buraya alalım: http://cercisanat.com/dergi/4/radyo-tiyatrosu