Konu kentli kadın olsa da "erkek" aynı olunca, dertler ortaklaşıyor galiba. Bunun altını çizmeye çalıştım. Kentli kadın da kırsal kesimden gelen bir kadının yaşadığı şiddete maruz kalabiliyor
Şengül Can: Öznesi kadın olan bir oyun, “Bir Kadını Öldürmek.” Oyunda hem kadının içsel yolculuğuna tanık oluyoruz, hem de bunu toplumsal bir bağlamda gözlemliyoruz. Kadın cinayetleri de izleklerden biri. Böyle bir oyun yazma fikri nasıl gelişti?
Gönül Kıvılcım: Yedi özgür sanattan biri olan tiyatro her zaman ilgimi çekmiştir. Yurt içinde ve dışında farklı ekollerden yönetmenlerin oyunlarını takip ettim, beğendiğim oyunların metinlerini bulup okudum. Diyalog yazmak, sahne üzerinde bir dünya yaratmak cazipti doğrusu. Kadın meselesi ise öteden beri kalemimi meşgul eden bir alan. Sonuçta ikisi kesişti bir gün: İzleyici ile, öykü ya da romandan ziyade, daha birebir ilişki kurmaya elverişli olan tiyatro aracılığıyla kadın meselesine odaklanmış bir oyun yazmaya koyuldum. Kadınlar yaşadıkları sorunları kadınlarla böyle birebir paylaşırlar çünkü. Ama erkekler o çemberin dışında kalır. Belki de erkeklere de ulaşma özlemiydi bu oyun.
Şengül Can: Yazma sürecinden de bahseder misin? Sıkıntı veren bir süreç oldu mu?
Gönül Kıvılcım: Tiyatronun öyküden ayrıldığı bir yer var. İnce bir çizgi. Zaman zaman o çizgi üzerinde olmak sıkıntı verdi evet. Metni öykülükten kurtarıp tiyatroya evirmek. Tiyatronun plastiği dediğimiz şeyi oturtmak. Karakterleri konuşan kafalar olmaktan kurtarmak. Ankara'da değerli bir kadın yönetmenle çalıştım bu süreçte. Funda Mete'ye bir kere daha teşekkür etmeliyim. Bir hafta boyunca, kadınlık halleri üzerine, kendi yaşadıklarımıza dair, Türk tiyatrosunda kadın meselesinde neyin eksik olduğuna dair konuştuk, eksikleri saptadık ve oyunu bu tartışma ekseninde geliştirdim. Benim anlatmak istediğim kentli kadının yaşadıklarıydı. Bu da Türk tiyatro tarihinde pek anlatılmamış bir konuydu.
Şengül Can: Oyunda ruh sağlığı bozulma derecesine varmış bir kadın karakter var. Üniversite mezunu, şiddet görüyor, özgüven problemleri var. Kadının seçildiği toplumsal çevre biraz da alışılmışın dışında. Bu karakteri nasıl seçtin ya da yaratmanda neler etkili oldu?
Gönül Kıvılcım: Konu kentli kadın olsa da "erkek" aynı olunca, dertler ortaklaşıyor galiba. Bunun altını çizmeye çalıştım. Kentli kadın da kırsal kesimden gelen bir kadının yaşadığı şiddete maruz kalabiliyor örneğin; ya da bir "öteki"nin, fahişenin yaşadığı yalnızlığı, ötelenmeyi yaşayabiliyor. Kentin sokakları ve kırsal tekin değil kadın için. Her iki kadının da bam teli namus. Onu itibarsızlaştırmak istediğinizde oradan vurursunuz. Ama bunun da ötesinde, kadının genelde kendi olmakla bir sorunu var. Nasıl kendimiz olacağız? Boyun eğen, "namuslu", annesinin babasının istediği hayatı yaşayan kadın değil de nasıl özne olacağız? Oyunun başrolünde ürkek adımlarla da olsa kendi hayatını yaşamaya başlayan bir birey var. Birey olmak isteyen kadınların yaşadığı sürece dair daha çok oyun yazılabilir bence. İlla töre, namus, Anadolu değildir anlatılacak olan.
Şengül Can: Oyunda kadınlar üzerinden tüm ötekilerle temas etme durumu söz konusu. Hem de varlıklarını üzerimizde hissederek. Öteki olmayı nasıl tanımlarız, nerede durduğumuza bağlı mıdır?
Gönül Kıvılcım: Kadın başkaldırdığı andan itibaren ötekidir bence. Ona dayatılmış kalıpların dışına çıktığı an ötekileşir... Deli gözüyle bakılır, hasta, kötü kadın. Öteki olmanın ne anlama geldiğini teninde hisseder, kalbinde hisseder, beyninde algılar. Birey olabilmek için, kendimizle yüzleşebilmek için önce diğer "öteki"lerle yüzleşmek zorunludur, evet. Durduğumuz yer hiçbir zaman nihai değildir aslında. Küçücük bir kayma ve işsiz oluveririz ya da alkolik veya toplumdan fahişe damgasını yeriz. Ben de oyunda hayli sevilen ve cesur olduğunu düşündüğüm ev kadını- fahişe sahnesini yazarak "öteki" olmanın bakışımıza, durduğumuz yere bağlı olduğunu anlattım evet.
Şengül Can: Aşkı nasıl tanımlarsın, biten bir şey midir ya da bir yanılsama mıdır, oyunun başında âşık bir çift vardır aslında. Biri diğerinin deli dolu yanını sevmiş, diğeri onun çok konuşmasını.
Gönül Kıvılcım: Aşk tanımlanacak bir şey değil ki... Onun bu tanımlanamaz hali, herhalde, ta Shakespeare'den bu yana oyun yazarlarını, romancıları, öykücüleri meşgul eder. Diğer pek çok şeyin yanı sıra âşık olma halini, yitirdiği aşkı özleyen bir kadın var "Bir Kadını Öldürmek”te, evet. Bizi ayakta tutan güçlerden biri aşk. Bu haliyle özlenen, olmazsa olmazlar sınıfına soktuğumuz bir duygu. Ama evet biten, tüketilebilen bir duygu. Hele de modern dünyanın hızlı çarkında. Oyunda Meltem'in monoloğundan alıntılarsak: Tıkanmalar, açılmalar, baştan çıkarmalar, baştan başlamalar, adam gibi adam bulamayınca yalnızlığa mersiye yazmalar. Bir ilişki bulutu devridaim ediyor dünyanın etrafında. Çağın ruhu. Zurnanın zırt dediği yer.
Şengül Can: Peki, kadınlar ne zaman kurtulacak, nasıl kurtaracağız, onları önce metinlerimizde kurtararak buna katkı sağlayabileceğimizi düşünüyor musun?
Gönül Kıvılcım: Evet, benim yazdığım özgün metnin sonunda bir bocalama sürecinden geçen kadın karakter, bedel ödeyerek de olsa, her şeye rağmen, kurtuluyordu. Bir çıkış vardı yani. Bunu bilinçli olarak seçmiştim. İbsen'in, "Nora. Bir Bebek Evi" adlı oyununda, kadın karakterine bilinçli olarak evi terk ettirişi gibi. Ama biliyorsunuz tiyatro oyunları yazarlardan çok yönetmenlerindir. Bu nedenle, isterseniz oyunun yönetmeni Nihat Alptekin'e soralım neden böyle “çıkışsız” bir son seçtiğini.
Nihat Alptekin: Evet ben senin metnindeki sonu kullanmadım çünkü kadın belirsizliğe gidiyordu. Ama günümüzde kadınların, erkelerin elinde, nereye gittiği daha da netleşti. Mezara! Ama ne yazık ki bunu kanıksadık normalleşti. Ben de tiyatro sanatının görsel gücünü kullanarak bir metrelik mesafeden seyirciyi kadın ölümleriyle somut olarak yüzleştirmek istedim.
Şengül Can: Oyunun dekorunda kullanılan mankenler. Onları çok orijinal bulduğumu söyleyebilirim. Hangi düşünceyle böyle bir dekor seçtiğini bize anlatır mısın?
Nihat Alptekin: Kadın cinayetleri bireysel değil toplumsal bir olaydır. Bütün sosyal olaylar gibi her birinden toplumun bireyleri olarak hepimiz sorumluyuz. Ama bitirilmesi için bir şey yapamıyoruz. Öylece bakıyoruz... Kalabalığız... Ama öylece seyirci kalıyoruz... Her gün o kadınlar yanımızdan, hayatımızdan geçiyor; onları görüyoruz, dokunuyoruz, çığlıklarını duyuyoruz. Ama hiçbir şey yapmıyoruz. İşte o mankenler yalnızca bakan toplum.