Fotoğraf makinesi icat edildiğinden beri görüntülerle başımız dertte. Gittikçe gelişen fotoğraf teknolojisiyle her an, her durumda ve herkes görüntü üretebilir hale geldi. Önce albümler dolusu fotoğraf biriktirdik, sonra internetle birlikte fotoğraflarımızdan bir hayat profili elde etmeye başladık. Basını, kitapları bir kenara bırakın internet bizden görüntü talep etti. Biz de ürettik. Şimdi, herkes cebine sığan telefonları, kameralarıyla bir “görüntü-üreticisi”. Peki, bunca fotoğrafa karşı ne yapıyoruz?
Gördüğüme inanırım. Görmek üzerine bu yaygın düşüncenin temeli şöyle: Görmek, hakikati ele verendir. Gerçeğe kendi gözlerimizle ulaşırız. Fotoğraf manipülasyonlarının bolluğunu, her gün binlerce çarpıtılmış görüntüye maruz kaldığımızı düşündüğümüzde hayli ilginç bir varsayımı hayatımızın temel gerçeği haline getiriyoruz. Oysa görmenin çok başka tanımları da var. Platon’un mağarasındaki insanın görüşü, örneğin. İnsan mağaraya zincirlenmiş bir haldedir ve ışıkla birlikte dışarıdaki nesnelerin yansımasını mağara duvarında görmektedir. İnsanın görebildiği yalnızca yansımadır böylece. Hakikat ise, mağaranın dışında bir yerlerde. Platon’ca görmek, yalnızca aldanmaktır bu bakımdan. Buna karşıt, çağın gördüğüme inanırım’cı düşüncesinin temelleri Yeniçağ’da atılmıştır. Yeniçağ’ın tüm gelişmeleriyle birlikte artık görmenin tanımı şöyledir: “İmgenin hakikati kendinde kayıtlıdır. Özne ile nesne, bakış ile manzara aynı bağıntılar dizgesinin birer parçasıdır; görünenin ve görünmeyenin hakikati aynıdır. Hakikati göze getiren dış dünyaya, 15. yüzyıldan bu yana çıplak bir bedene bakar gibi bakılır.”1 Her görüntü, her imge yalnızca bakışı doyuran, derinlikten yoksun, pornografiktir bu yüzden. Yalnızca bakılmasını, tüketilmesini isteyen imgelerin çağındayız. Gerçek dediğimiz bu imgeler midir? Öyle bir görüntü bolluğunun içinde yaşıyoruz ki herkes görüntü manipilasyonlarından, reklam mantığından haberdar. Bütün bunlar inandırıcılıktan tamamen yoksun bizim için. Yine de reklamı gören gözümüz onu gerçek olmayanlarıyla birlikte de olsa algılar, kabul eder. Bir giyim firmasının reklamının iddia ettiği gibi “Sende Giy, Rahatla” denildiğinde, kıyafetin bizi reklamdaki gibi havada süzülecek kadar rahatlatmayacağını bilir, yine de bu algı yönlendirmesine ilgi gösteririz.
İmgelerin gerçek olmadığını bildiğimiz halde, Platonvari bir düşünceyle hakikati başka yerde arıyor muyuz peki? Susan Sontag “Fotoğraf Üzerine” kitabında çağımızda imgelerin gerçeklerle bağı üzerine tezini düşünürsek, bırakın hakikati aramayı hakikate tepkiliyiz: “'Bizim çağımız’ın görüntüleri gerçek şeylere tercih etmesi, sapkınlıktan dolayı değil, kısmen “gerçek” olana dair görüşlerinin giderek karmaşıklaşması ve zayıflamasına gösterilen tepkiden dolayıdır -kaldı ki “gerçek”e dair görüşlerin bu şekilde bulunması, geçen yüzyılda aydınlanmış orta sınıfların içinde beliren ve gerçekliği bir dış görünüş olarak yorumlayıp eleştirmenin ilk örneklerindendir. (Elbette, amaçlanan etkinin tam zıttı yönde bir sonuçtu bu da.)” Döndük yine Yeniçağ’a. Tabii Yeniçağ’ın görüntüler üzerine bu düşüncesi gerçeği elde etmek üzerineydi. Ama artık gerçek umurumuzda mı? Mağaradaki insan olmayı, dışarıda hakikat peşinde dolanan insan olmaya tercih mi ettik? Tüm “tüketim toplumu” tezleri bu yönde. Bir yandan imgeler bolluğu yüzünden bizi uyaran düşünürler, bir yandan bu tüketim imgelerinin aldanışından uzakta toplum hayalleri. Peki anbean yığınlar halinde çoğalan imgeleri ne yapacağız? Tüm bu görüntüler hakkında neler düşüneceğiz, onları nasıl karşılayacağız?
Fotoğraf makinesi icat edildiğinden beri görüntülerle başımız dertte. Gittikçe gelişen fotoğraf teknolojisiyle her an, her durumda ve herkes görüntü üretebilir hale geldi. Önce albümler dolusu fotoğraf biriktirdik, sonra internetle birlikte fotoğraflarımızdan bir hayat profili elde etmeye başladık. Basını, kitapları bir kenara bırakın internet bizden görüntü talep etti. Biz de ürettik. Şimdi, herkes cebine sığan telefonları, kameralarıyla bir “görüntü-üreticisi”. Peki, bunca fotoğrafa karşı ne yapıyoruz? Görmek bize yetiyor mu? Hayır, onları üretiyor, paylaşıyor, durmadan çoğaltıyor, kişiliğimizin bir parçası haline getiriyor ve biriktiriyoruz. “Her şeyin fotoğrafını çekme ihtiyacının son sebebi de, tüketim mantığının kendi içinde bulunabilir. Tüketme demek yakıp yok etmek, hepsini bitirmek -ve bu yüzden, tazelenmeye gerek duymak- demektir. Biz görüntüler üretip onları tükettikçe daha da fazla görüntüye ihtiyaç duyarız -sonra daha da fazlasına. Oysa görüntüler, onlara ulaşmak uğruna dünyanın altının üstüne getirilmesine değecek bir hazine değildir; gözün gördüğü her yerde zaten hazırdırlar.”2 Gerçek ulaşılmaz ve karışık, imgeler ise sürekli tüketildiğinden üretilmeli… Bu akışkan dünyada bir kısırdöngü içerisinde dönüp duruyoruz. Tam da bu akışkanlığa, her şeyin geçiciliğine karşı olarak görüntü üretiyoruz zaten. Fotoğraf makinesi sayesinde tutamadığımız anı, ulaşamadığımız gerçeği “sabitliyoruz”. Kimse gördüğüne inanmıyor, öyle dese de… Çünkü inanmaya vaktimiz yok. Yalnızca görmeye vaktimiz var. Çünkü teknoloji mucizelerimiz, medya, basın, şehirler, tabelalar, sokaklar… Her şey ama her şey gözümüze gözümüze giriyor. Yetişebildiğimiz kadar görüyoruz. Mağaramızdayız, gelip geçen yansımalara çaresizce yetişmeye çalışıyoruz.
İmgenin bu denli talepkar ve pornografik olmadığı bir durum var mıydı peki? Burada Yeniçağ’ın gerisine gitmeli ve “ikona” kavramı üzerine düşünmeliyiz. İmgenin Pornografisi’nde Zeynep Sayın ikonayı şöyle tanımlamış: “… gerek bu dünyada gerekse ötesinde iki ayrı mekana sahip olan, görünenle görünmeyen arası salınan bir varlıktır ikona; onun anatomisi, göze getirdiği an görünmezleştirdiği aşkınlığın antinomik olmasından kaynaklanır.” İsa’nın şu sözleri ikonanın doğasını anlamamızı sağlayacaktır: “Beni görmüş olan, Babayı da görmüş olur… ben Babadayım, Baba da bendedir.” İkonada görülen, görünmeyenin taşıyıcısıdır. Görülen, kendi varlığını gösterir ve aynı zamanda bir bilinmezliği de göstermesiyle seyirciyle arasında mesafe yaratır. İkona hem göstermek yoluyla yakınlaştırır hem de asla görülemeyecek olanı taşımasıyla da uzaklaştırır. Sabitlenemez bir görüntüdür. Deneyimle kendi doğasını açığa çıkarır.
Tam da bu olguyu, ikonanın belirsizlik taşıyan mesafeli doğasını fotoğrafta yaratabilir miyiz? İkona’nın yüklendiği tarihi ve dinsel düşünce yapısını düşünürsek, tek bir görüntüden bunu ummak fazla hayalci bir dilek mi olur? Fotoğrafta tam bir ikona mesafesini taşımasa da, başka bir belirsizlik ve seyirciyle mesafe yaratmış bir portre geliyor aklıma. Gavin Turk’ün 1997 tarihli “Hiçbir zaman göremeyeceğim şeylerin portresi” isimli fotoğrafı. Fotoğraf aslında Anthony Oliver’a ait bir Gavin Tuk portresidir. Gavin Turk burada fikrin ve fotoğraf öznesinin kendisidir. Traşlı saçları, soluk yüzü, kapalı gözleri, ifadesiz suratıyla vesikalık fotoğraflarda olduğu gibi boş bir fon önünde çekilmiş bu fotoğraf Gavin’in portre fotoğrafına dair yapılan klasik okumalara karşı bir tezidir. Bu klasik okumaya göre, portre kişisi hakkında somut bir bilgi verir ve fotoğrafı çekilen kişiyi biraz da olsa tanımamızı sağlar. Turk’un bu gözleri kapalı, ifadesiz suratı “izleyicinin öznenin kişiliğini tanımak amacıyla portre okuması yapma girişimini nafile kılar.”3 Aynı zamanda bir bilinmezlik içerir bu fotoğraf. Fotoğrafın öznesinin az evvel, yani tam fotoğrafı çekilirken olan biteni görmediği, asla göremeyeceğidir bu belirsizlik. Fotoğrafa baktığımızda genel tavrımız, o anın sabitlendiği ve gösterdiği her şeyi görebildiğimize dair bir emin olma halidir. Oysa bu içine girilemez, anlamını saklayan yüz bize kişilik hakkında bir veri vermez. Kapalı gözler ise, olan biten ama ne fotoğraf öznesinin ne de bizim göremeyeceğimiz bir olayı, fotoğrafla aramıza koyar. Yani hayat ve olasılıklar (fotoğraf çekilme anında olabilecek olan tüm olaylar) fotoğrafla aramızdadır. Bu noktadan sonra Turk’un portresi gözleri kapalı bir adamın yüzünün fotoğrafından bir belirsizlik taşıyıcısına dönüşür. Kimdir, nedir, ne görmüştür bilemeyiz. Onu röntgenci bir gözle izleyip ne olduğuna dair fikir üretemeyiz. Böylece imgeyi tüketemeyiz. Tabii burada Gavin Turk imgeyi desteklemek için sözlere (fotoğrafın başlığına) başvurmuştur: “Hiçbir zaman göremeyeceğim şeylerin portresi.” İmge başlı başına yeterli olmamış mıdır? Fotoğrafın yanlışlıkla modelin gözünü kapadığı anda çekildiği izlenimi yarattığı doğrudur. Bu izlenimi kırmak için mi fotoğrafa bu başlık verilmiştir? Yoksa görüntünün kendine has dilini, sözcüklerle de dile getirmek Turk’un izleyicinin bakışına ve fotoğrafı okumasına müdahalesinin bir parçası mıdır? Sözcükleri, imgenin anlamını değiştirmek için kullanabilir miyiz? Daha doğru bir deyişle, sözcükler imgenin gerçekliğini değiştirir mi?
Rene Magritte’nin ünlü “İmgelerin İhaneti” resmini bilirsiniz… Altında bu bir pipo değildir yazan pipo resmini. Pipo oldukça gerçekçi resmedilmiştir. Altında da, gördüğümüzün pipo olmadığına dair bir bilgi verilmektedir. Resim gözümüzce pipo olan nesnenin verilen bilgiyle gerçekliği sorgulatmaktadır izleyiciye. Sözel dil, görsel dilin gerçekliğini yok eder böylece. Sözel dilin yaptığıyla gördüklerimize inancımız sarsılır. Gerçek nerededir? Gördüğümüze inanabilir miyiz gerçekten? İnternet, televizyon, büyük şehirlerin kalabalıkları… Bu hızda gördüklerimizin gerçekliğini nasıl sorgularız? Görmek, bilmek değildir öyleyse. Artık görmek, seçmek demek. Gerçekten görebilmek için daha az imgeye sahip olunan bir dünya ortaya çıkamayacağına göre, belki de Sontag’ın önerdiği gibi bir görüntü ekolojisine ihtiyacımız vardır. “Şayet gerçek dünyanın görüntüler dünyasını içine katmasının daha iyi bir yolu varsa, bu yolda yalnızca gerçek şeylerin değil, görüntülerin de ekolojisine ihtiyaç duyulacağı besbellidir.” Böylelikle imgenin talepkar ve pornografik halinden de sıyrılır, insan duyarlılıklarını körelten değil arttıran bir görüntü dünyasına kavuşuruz.
1İmgenin Pornografisi, Zeynep Sayın, Metis yay.
2Fotoğraf Üzerine, Susan Sontag, Agora Kitaplığı.
3Fotoğraf Neden Kusursuz Olmak Zorunda Değildir, Jackie Higgins, Hayalperest Kitap
(Yazı içindeki) Fotoğraflar: Özlem Şan