“Ben” kazanınca ne oluyor? Bir de diğer taraftan okuyalım; tahminlerin tutmadığını varsayalım, bende “eksik” olan şey ve bilgi neden diğer kişide? “Ben” neden eksik hissediyorum? Oscar adayı bir kaç filmin önermeleri arasında da yer alan bir konu aslında bu; “ben”. Whiplash, Birdman ve hatta Boyhood’da bile.
Şubat ve Mart ayları nedendir bilinmez bir garip film izleme telaşesinin kurbanı oluyor. Hayır hayır festivallerden değil; Oscar adayı filmler yüzünden. Adaylıklar açıklanınca insanları alıyor bir telaş; “onu izlemeliyim, bunu izlemeliyim...”. İzlenmesinde tabi ki herhangi bir problem yok ama ya filmleri bulmuş, internetten ya da bir şekilde dvd olarak ele geçirmiş ve izlememişse kişi? Ya arada bir gördüğü ama hep de böyle talihsiz zamanlarda karşısına çıkan ve uyuz olunan o kişi “Aaaaa nasıl yani? İzlemedin mi?”yi yapıştırırsa yüzüne yüzüne kişinin. Durduk yere insanın kendini hırpalamasının anlamı yok evet ama “ne olurdu ki izleseydim, hayır çok mu önemli uyumak?” gibisinden hayıflanmaların arkasından acıklı bir cevap vermeye ne gerek var peki: “Evde, indirdim de zaman olmadı.” Sonra uyuz olunan kişinin bıyık altı gülüşü, arkasından iğneleyici bir iki söz daha; sanata saygılı, hiçbir filmi, festivali kaçırmayan, entellektüel imajın yerle bir olduğu an ve içe kaçış.
Bu bünye dağlayıcı süreci göğüslemek istemeyenler ise yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamadan önce filmleri izleyip, kritik yapmaya başlıyor. Çok seviyoruz “o alır, bu alır”ları. Hatta ola ki akademi bir güzellik yapar da bizim kazanır dediklerimize ödül verirse değmeyin keyfimize. Ne oluyorsa bize artık. Ama işte sanırım en önemli nokta da burası. “Biz”e ne olmuyor aslında. İzleyen “kişi”ye, seyir yeri “insan”ına, izleyen “ben”e ne oluyor? “Ben”in söylemi doğrulanınca ne oluyor? “Ben” kazanınca ne oluyor? Bir de diğer taraftan okuyalım; tahminlerin tutmadığını varsayalım, bende “eksik” olan şey ve bilgi neden diğer kişide? “Ben” neden eksik hissediyorum?
Oscar adayı bir kaç filmin önermeleri arasında da yer alan bir konu aslında bu; “ben”. Whiplash, Birdman ve hatta Boyhood’da bile.
Temelde, Whiplash ve Birdman’in meseleleri birbirine yakın bir noktada duruyor. Görünmek ve görünmemek isteği açısından ele alabileceğimiz bu iki film; ana karakterlerin aynadaki izdüşümleri haricinde diğer bakış noktasından kendiliklerinin algılanması konusuna takılan ve bu şekilde hayatlarına devam eden karakterlere sahip. Birdman’in ana karakterinin oyuncu olması durumu basitleştiriyor gibi görünse de içeriği derinleştirmesi açısından çok önemli bir husus. Asıl işi, yaşamsal – maddi ve manevi- kaynağı seyir yerinden “görü(n)lmek” olan ana karakter yeterince ya da başka bir deyişle kendi istediği biçimde görünmemesinden şikayetçi. Daha önce bir süper kahramanı canlandırması ve aslında her süper kahramanda olduğu gibi kendisinin bir maske ile gizlenerek “eksiltilmesi-seyreltilmesi” derdi ile yıllardır cebelleşmek zorunda kalmış ya da bırakılmış. Asıl isteği görünmek değil; tiyatronun –karakterce- prestijli olma halinden yararlanarak “kendi”ni ispat etme, maskeden kurtulma ya da ne olduğunu da tam olarak bilemediği o eksikliği giderme.
Tam da burada yönetmenin “O aslında süper kahraman mı, değil mi?” çalımını bir tarafa bırakıyorum çünkü bizim derdimiz, gerçek bir süper kahraman gibi ya da hakkını verecek bir şizofrenmişçesine algılanıyor olsa bile diğer zihinlerde kendi isminin zikredildiğinde oluşan ve çağırılan o “imaj”ın karakter üzerindeki etkisi. Hem zaten karakter de derdini ve isteğini bilen bir yerde duruyor; sadece nasıl olduracağının aczi içerisinde; bu eksiklik nasıl giderilir? Karakter ne iyi bir baba, ne iyi bir koca, ne iyi bir oyuncu, ne iyi bir yönetmen ne de iyi bir “şey”. Tüm bu oldurulamayanlar, daha çok göründükçe, ünlenildikçe, farklı gözle bakılıp, onay alındıkça tamir edilebilecek ancak. Ama aslına bakarsanız eksik olan ne ün, ne para, ne de başka bir şey. Eksik aslında yok.
“Hiç sahip olmadığımız, sahip olmanın nasıl bir şey olduğunu bile bilmediğimiz bir şeyin yokluğu, tekinsiz bir duygu verir bize. Yok, ama olsa ne olacaktı? Daha mı güzel olacaktım? Daha mı akıllı, daha mı zeki? Daha mı cazip? Yoksa hiç bilmediğim, tanımadığım başka bir şey, başka biri mi olacaktım? O yüzden de küçük bir kaydırmayla, eksikliğini çektiğimiz şeyin hiç olmamış olduğu bilgisinin üzerini örter, onu bir kayba dönüştürürüz; bir zamanlar sahip olduğumuz ama şimdi kaybettiğimiz, elimizden alınmış, çalınmış bir şeye… Eh, onu da yolda yürürken cebimizden düşürmediğimize göre, mutlaka birileri çalmıştır bizden, koparıp almıştır. O zaman çözüm kolaylaşır. Bizdeki eksiği çalan birilerini yaratır, hayatımızın geri kalanını onlara kızarak geçiririz. Bu birileri Yahudiler olabilir. Siyahlar olabilir. ”Enteller” olabilir; bizim gibi olmayan herhangi birileri… “Keyif hırsızları”dır bunlar. Bizim bilmediğimiz şeyleri bilen, hayatımızın sırrına vakıf insanlar. Türbanlı kızlara öfkelenenlerimiz, aslında bir yandan merak içindedir. Yazın ortasında böyle bir kılığa girdiğine göre acaba benim bilmediğim nasıl bir tatmin yatıyor bunun arkasında? Mutlaka benden çalınan bir şey oradadır. Bütün siyah erkeklerin penisi kocamanmış. Vay alçaklar! Şu enteller işe yaramaz insanlar, hep laf, hep laf, konuşmaktan başka bir şey bilmezler. Ama bu kadar lafın arasında benim bilmediğim bir şeyi biliyor olabilirler mi? Benden esirgenen bir sırrı? Kahrolsunlar!”1
Bülent Somay’dan hareketle özellikle Birdman ve Whiplash için tam da burada zamanı durdurabiliriz. Riggan Thomson için, eksik olan o “şey” ya o süper kahramandadır ya da ondan kurtulduğu anda o eksik “şey” de ortadan kalkacaktır. O’ndan nefret eder, kurtulmak, atmak, sıyrılmak ister. Kabul görerek eksikliğini gidermek, az/eski ünlü derdine çare bulmak ister. Eksiğini arar. Whiplash’e zıplayacak olursak; genç arkadaşımızın eksiği de tabi ki ya öğretmenindedir ya da öğretmeni o eksikliğin neden kaynaklandığını biliyordur. Dolayısıyla öğretmeninin dikkatini üzerine çektiğinde eksikliğe de yakınlaşmış; onu bulma ya da giderme yolunda büyük bir adım atmış olacaktır. Her ne kadar görü(n)lme isteği, bakılma isteğinin altı çiziliyor olsa da; sanatçının bireysel devinimlerinin en karanlık, kör noktası da bu “eksik”le baş edip edememe halinden kaynaklanmaktadır.
Hatta “Cennetten kovulma mitinde de örneğini gördüğümüz üzere, insan(lık) zihni aslında belki de hiç yaşamadığı bir ruhsal mükemmelliği kaybettiğine inanarak avutmaktadır kendini. Ruhsal bir saltanatı kaybetmiş olmak, ona hiç sahip olmamış olmaktan daha az gurur kırıcıdır besbelli ki.”2. Yine bir eksiklik hissi. Evet çok iyi çalıyor olabilirsiniz, büyük ödüllerin adayı bir filmin baş rolünde iyi bir performans sergilemiş olabilirsiniz. Kitabınız en çok satanlar listesinde olabilir. Muhteşem bir aşçı, inanılmaz bir sese sahip olabilirsiniz. Ama Andrew ve Riggan’da da gördüğümüz üzere iyi ve kötü olmak arasındaki o minimal noktada sıfatların bir önemi yoktur. Eksikliği çekilen bir şey vardır sadece ortada. Doyurulamayan noksanlık.
Whiplash’in o iyi kurgulanmış final sahnesinden sonra ne olabilir sizce? Eksiklik, öğretmenin kabul eden mimikleriyle giderilebilmiş midir ki? Zannetmiyorum. Öğretmen öğrenci arasındaki kaotik, ideolojik güç savaşını kimse kazanamayacak elbette. Tabi öğretmenimizin eksiklik hissini Andrew üzerinden oldurmaya çalışması konusuna değinmeye gerek olduğunu düşünmüyorum zira bizim ilgilendiğimiz ekranda en çok bakılan, en yetenekli ya da en çok kaybeden olan o malum kahraman.
Birdman’n finali ise farklı bir dramatik alt yapıya sahip. Hatırlarsınız belki, çok değil bir kaç sene öncesinde internette, kimin uğraşıp zaman ayırıp oluşturduğunu hep merak ettiğimiz o powerpoint sunumlu, herkesin birbirine gönderdiği, dilden dile, bir mail adresinden öteki mail adresine yollanan o klasik maillerden biri kartalların yaşamlarıyla ilgiliydi. Kartalların yaşlanma sürecine girdikleri ve avlanamadıklarını anladıkları an iki seçenek olduğundan bahsediyordu. İlki gitgide daha da kötü fiziksel bir evreye girerek, durumu kabullenip ölümü beklemek; diğeri ise uçabileceği en hızlı şekilde bir kayaya çarparak, gagasının düşmesini sağlamak ve yeniden çıkan gagasıyla tekrar sağlıklı bir şekilde avlanmaya devam etmektir. Fantastik bir inisiyasyon öyküsü. Herhangi bir bilimsel karşılığı olmayan bu öykü ile Birdman’da karşılaşmamız ise muhteşem bir ayrıntı. Oyun içindeki oyunun final sahnesinde Riggan eksiklik hissi ile daha fazla baş edemez ve kendini gerçek bir silahla vurur. Hastane sahnesinde anlarız ki Riggan burnunu paramparça etmiştir. Sonrasında da Riggan artık yeniden doğar, uçar gider ve film biter. Eksiklik giderilir mi bilinmez ama en azından artık aranılan, kaybedilen şey değişmiştir. Farklı bir “eksik” peşinde olmaya yelken açılır, pardon kanat çırpılır.
Şimdi de Boyhood’a pas atmamız gerekiyor. Aslına bakarsanız Boyhood bu “eksik” olma haliyle daha farklı bir anlamda bağ kurmuştur. Filmin genel niteliklerine baktığımızda oyunculuk, çekim tekniği, hikaye, yönetim açısından elle tutulur hiç bir yanı olmayan bu sıradan, hatta yer yer Amerikan aile yapısının ne kadar özgürlükçü, sevecen ve daha bir sürü güzel şey olduğunun altını çize çize defterin sayfasını yırtan film, gelin görün ki bizi gafil avlar; diğer filmlerde olmayıp Boyhood’da olan bir şey gösterir bize; 12 yılda çekilmiş bir film olma özelliği. Boyhood’daki “şey” diğer filmlerin erişebileceği bir “şey” değildir. Özel, farklı, özgün bir şeydir. Eksikliğimizi yüzümüze vurur Boyhood; izlemeliyim, bilmeliyim, o bilgi bende olursa belki de....
Son olarak Whiplash’in sözüm ona yalınlığı ve iddiasızlığıyla, Boyhood’un ve oyuncularının sevimsiz sakinliğini toplayıp, Birdman’dan çıkardığımız zaman Birdman açık ara hem sade, hem eksikliğini kabullenmiş, hem de sanatsal başarı/başarısızlık hırçınlıklarıyla yoğurulmuş haliyle ihtişamını koruyor. Çekim tekniğinin güzelliği ise ayrı bir deneme konusu. Filmde görünen sadece 16 cut var. Rahatsız edici yakın planlar ve oyuncuları çekim süresince sıkça zorlayan ezberi zor tek plan sahneler var. Hatta filmin farklı çekim tekniği sebebiyle zorlanan oyuncular adına Edward Norton ve Michael Keaton “oyuncu çuvallama çetelesi” tutmuş. En çok çuvallayan Emma Stone, en az takılan Zach Galifianakis olmuş. Filmin bu denli şiirsel olmasının altında da bol ve uzun prova günleri yatıyormuş.
Ama yine de sanki bir şeyler eksik kaldı gibi geldi bana. Değil mi? Daha şey olsa mesela, sanki...
BİR ŞEYLER EKSİK Aşk, cinsellik ve hayat hakkında bilmek istemediğimiz şeyler, Bülent Somay, Metis Yayıncılık, 2007, İstanbul, syf 28-29.
PSİKEART DERGİSİ YANILSAMA Ruhun serabı narsisizm, Hakan Kızıltan, Sayı 12, Kasım – Aralık 2010, syf 43-44.