Figen Şakacı; 1971 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. 1989 yılında Güneş gazetesinde gazeteciliğe başladı. Çeşitli gazete ve dergilerde muhabirlik ve köşe yazarlığı yaptı. İş Bankası Kültür Yayınları tarafından “Her Doğum Bir Mucizedir” (2005) ve “Mizah Zekânın Zekâtıdır” (2007) adlı iki nehir söyleşi kitabı yayınlandı. Daha sonra, “Bitirgen” (2011)Everest, “Pala Hayriye” (2013)İletişim yayınlarıyla basıldılar. Halen, televizyon için senaryo yazarlığı yapıyor
1- İlk olarak, olmazsa olmaz “Bitirgen”le başlamak istiyorum. 80’lerde başlamış bir yol ayrımı, erken bir yol ağzı izleği aslında. Bir kız çocuğunun güncesi. Buradan bakarsak, çocukluğu bir milat ya da başlangıç olarak gördüğünüz kanısına varabilir miyiz? Ve öyleyse, çocukluk sizde neyin başlangıcı ya da başlatıcısıdır?
Çocukluk deyince tel dolaplar geliyor aklıma. Nasıl olur da bozulmadan kalırdı, hemencecik tüketilmesi gereken onca şey. Raflardaki her şeyin üzeri sabun kokan bezlerle örtülür, her örtünün altından bir nevale çıkardı. Boz(ul)madan koruyacağımız, tıkınmadan doyacağımız, açlığımıza da tokluğumuza da tanıklık eden, artık kendisi orada olmasa da hatırladıkça kokusunu duyduğumuz tel dolaplar gibidir çocukluk da... O hatırlama anından başlatırım her şeyi, unutmak istediğim şeyler saklıysa hâlâ orada yanaşmam yanına bazen. Nasılsa ne zaman açsam, orada beni bekliyor olur, bozulmadan kalır.
2- “Bitirgen”i kaleme alırken, adını hep ona seslenildiği gibi bildiğimiz isimsiz bir kahramanla yola devam etme duygusu size neler yaşattı? Bu isimsizlik, yurtsuzluk, bir yere ait olamamak, yerleşememek kavramları ve duygusu kahramanın duygularını sizde ne denli uyandırdı? Bir çocuğu bu denli kederli duygularla kurgulamak zor oldu mu?
Bitirgen kederli bir çocuk olsun diye oturmadım masanın başına. Nasıl biri olacağını o kendi belirledi aslında. Yazarken yeniden doğurdum, sonra aldı başını gitti. Bitirgen’in aidiyetsizlik duygusuyla benimkiler ne kadar birbirine karıştı, ayıklayamadım hiç. Ama başına buyrukluğunu, sözünü sakınmasızlığını hep sevdim. İsimsiz bir kahraman değil, babasının ona seslendiği gibi kendine seslenen bir kız çocuğu.
3- Bir ifade biçimi olarak ele alırsak, neden “Bitirgen”?
Bir üçlemenin ilk kitabı, hem de edebi eser olarak ilk kez Bitirgen adıyla ortaya çıkmamı dostlarım da önermedi aslında. Onlara adını ilk söylediğimde, “bitirim” gibi bir şey çağrıştırdı. Kemirgen falan geliyor insanın aklına diyenler de oldu, adını söyleyene kadar unuturum ben diyenler de... Yine de vazgeçemedim. Anlamını merak edenler, tadına bakmak isteyenler önce içine baksın istediğim için herhalde.
4- Peki, “Bitirgen”in güncesini okurken, sizin kendi çocukluğunuzla benzer yanlar bulmak mümkün mü? Yazdığınız, kurguladığınız metinlerin ne kadarına kendi çocukluk öykünüzle yakınsınız mesela? Kurgularınızla, yaşamınızın akrabalık derecesi nedir?
Bitirgen’de elbette benim çocukluğumdan pek çok şey var. Ama bir karakter yaratmanız için onu aynı zamanda kendinizden bağımsız biri olarak görmeniz gerekir. Bitirgen’i yazarken o tel dolabı çok açtım, içinden pek çok şey aldım ama sofraya koyduğumda gördüklerim beni de şaşırttı.
5- “Bitirgen”in günlük tutan bir çocuğun öyküsü olması biraz daha biz yetişkinlere göre ağırlıkta. Fakat günlük tutmak o yaşlarda, o yıllarda bir çocuk için biraz daha ağır bir şey olsa gerek. Yani kahramanın yaşıtlarına göre daha zeki, daha yalnız olduğunu düşünüyoruz. Yazarken, bu denli zeki ve içe dönük bir çocuğun gözleriyle yazmak, hayata onun gösterdiği tepkileri algılamak nasıl bir duygu, nasıl bir işçilik?
İşçilik kısmı onlu yaşlardaki bir çocuğun dilini tutturmak, yazar olarak satırların aralarında görünüp, bilmişlik taslamamaktaydı. Onun günlüğüyle dertleşecek kadar çektiği yalnızlık, yetişkinlerin dünyasına yabancı olmasında yatıyor. Bir kız çocuğu 80’li yıllarda nasıl bakar dünyaya, sonra nasıl büyür, hangi yaraları alır, onları nasıl sarar? Zekası herhalde öğrenme iştahıyla alakalı. İkisi de bir hayli açık çünkü.
6- Ben kendi adıma şunu söyleyebilirim ki, her kelimesiyle çok sinematik bir kitaptı. Bir hayat öyküsü olarak televizyona, sinemaya aktarılması söz konusu mu “Bitirgen”in ileride? Böyle bir çalışma yapılmak istense ne tepki verirdiniz?
Sevinirim elbette. Ama biraz da korkarım doğrusu, edebiyat uyarlamalarının sinemadaki örneklerine biraz mesafeli durduğum için olsa gerek. Yine de kitabın ruhuna hangi yönetmen vakıf olursa, Bitirgen de onun olur, gider bir köşede seve seve seyrederim.
7- Televizyon dizilerine uyarlanan kitapların kurguyla ne denli eziyetler çektiğini biliyoruz yakın geçmişten. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Televizyonun tiyatro gibi kitap dünyasını da hançerlediğini, öldürmediğini, fakat sakat bıraktığını söylemek doğru olur mu?
İşin içinde televizyon varsa edebiyattan bahsedilemez. Orada ticaret vardır, reyting, gösteri vardır. Tek iyi yanı, zamanında o kitapları yazarken nice eziyetler çekmiş yazarların değilse de kalan varislerinin ellerinin biraz olsun para görmesidir o kadar.
8- Birçok film ve dizinin senaryosundan da ayrıca tanıyoruz sizi. Öykü yazarlığıyla senaryo yazarlığı arasında zor ya da kolay diye, açıklayabileceğiniz ne gibi farklar var? Birini seçmek zorunda kalsanız hangisini seçerdiniz?
Senaryo yazarlığı profesyonel bir iş. Herhangi bir kurumda mesaili çalışmaktansa, sabahlara kadar evin içinde dolanarak çeşitli karakterleri dillendirmek, onların dünyalarını kurmak hem zevkli hem de her hafta ve 90 dakika olduğunu düşünürseniz zor bir iş. Edebi bir metnin yazım süreciyle kıyas edilemez, kenarda köşede üç kuruş param olsa elbette hep edebiyat dairesi içinde kalmayı isterim.
9- Aslında ben sizi çok kederli hissediyorum; hele ki, şu son zamanlarda yaşananlara verdiğiniz tepkileri de takip ettiğim için. İnsanların acılarını serinletebilmek de bir hünerdir elbette. Sonuçta devam eden bir hayat, gürül gürül dönen bir dünya var. Kısacası siz Türkiye'nin ilk feminist stand up sanatçısısınız. Türkiye gibi bir yerde femininizm ve stand upı nasıl bir araya getirebildiniz? Bu alanda çıtanızı istediğiniz derinliğe indirebildiniz mi?
Öyle Türkiye’nin ilk bi şeyi olayım diye çıkmadım ben sahneye. Şov yapmak değil bir şey anlatmak istedim. Bir buçuk yıl da devam etti, turneler falan aldı yürüdü. Sonra 99 depremi oldu, herkesin evine ateş düştü. O zaman son bir kez yardım amaçlı çıktım (kazandığım tek para da odur hani) ve bir daha da çıkmadım. O zaman bir kadının bar ortamında (ki tiyatro sahnesinde de çıktım ama seyirciler benden oyun oynamamı bekledi) komik hikâyeler anlatması, kızınca küfürler etmesi önce yadırgandı, sonra seyirci de benimle birlikte kendini rahat bırakmayı öğrendi. Başlarda; gülmemek için kendimi zor tuttum diyenler vardı, ya hu tutmayın diye anlatıyorum ben bunları diyordum. Bir tür cahil cesaretiydi benimki ama arkasında bu ülkede kadının olmanın, üstelik solcu bir kadın olmanın nice trajikomik hikayesi vardı. Güldük, geçti.
10- Aslında metinlerinizde sürekli ve bilinçli bir acı çekmek var. Kahramanlarınız içe dönük, çok kırılmış ve geleceklerinde daha çok kırılmaktan da korkan karakterler. Kendi iç dünyalarına evine mutsuz dönenler gibi, ama çevrelerine neşe veren, etrafındaki insanları güldüren karakterler. Kitaplarınızda da, senaryolarınıza baktığımızda da bu böyle... Peki, bu ikili yapıyı yazarken karakterlerinizi dengede tutmayı nasıl başarıyorsunuz?
Yaşarken de bu ikilem arasında gidip gelmiyor muyuz? Dört başı mamur bir insanlık hali görmedim ben hiç. Acıyı neşeyle sağaltmak, en kara günlerde biri bir yerde pırtlasa kapıp koyvermek, en içe kapanıp kaldığınızda kapınızın çalmasıyla bir anda değişen ruh halleri, memlekete bakınca kapıldığımız umutsuzlukla, hayallerimize yatırdığımız düşünceler, uçuşan fikirler, planlar... Her canlı hayatta kalmaya ayarlanmış bir varlık. Her şeye çabucak alışması, her şeyden bir anda vazgeçmesi fıtratında var. İyi ve kötü, kırılgan ve neşeli, doğrular ve yanlışlar, yaşarken hep yeniden ürettiğimiz kavramlar. Her iki kitapta da kahramanlarım bunlar arasında bir dengede mi duruyor sahi, ben boyuna sallanıyor, sarsılıyorlar ama yıkılmıyorlar sanıyorum.
11- Bu soruyu daha çok “Bitirgen”e yönelik sormak istiyorum, o kız çocuğunun yalnızlığından, arada ve arayışta kalmışlığından çok etkilenmiş biri olarak, insana keder veren çocukluğu mu yoksa büyümek mi?
Çocukken bir şey sizi ya eğlendirir, ya üzer, ya sıkar. Kederlenmek yetişkinliğe has bir duygu. Nasıl bir çocuğa bakıp efkarlı biri demezsek, kederli de demeyiz. Büyüdükçe kana karışır keder. Hangi kültürde, nerede ve nasıl yaşadığınıza da bağlı olarak tabii.
12- Aslında genel olarak baktığımızda, özellikle bu coğrafyada “devlet” ve “baba” kavramları hep birlikte anıldığından belki de, aile içlerinde çocuklar pek konuşulmayan, ama konuşmayı söktü diye, sevinilip bir zaman sonra unutulmuşlardır. “Bitirgen”de de sanki böyle bir sessizlik vardı. Yani babasına bu kadar yakın duran, ama hiç ulaşamamış bir kız çocuğu. Hatta babasına yaklaşabilmek için annesine daha uzak, daha erkeksi bir kız çocuğunun dünyasına girdik. Sizce bu kız çocukları için bir süreç mi? Belli bir süre sonra bunu atlatmak mümkün ya da değil mi?
Bitirgen’de dil pabuç kadar maşallah ama baba sessiz evet. Ağrısını içinde yaşayan bir karakter çünkü. Bitirgen de babasını en çok o uyurken seviyor, ondaki sessizliğe kendi baba imgesini de katarak sokuluyor hep. Özellikle kız çocuklarının babalarıyla ilişkileri önemli evet ama anneleriyle kurdukları bağ da önemli. Birey olmanın temelinde her ikisinden de bağımsızlaşmanız, onların diskurunu kulağınızdan kazımanız, desturlarıyla davranışlarınıza yön vermeden yolunuza devam etmeniz yatıyor. Birtakım kültürel kodlar hayatımıza eşlik ediyor şüphesiz ama kendi inançlarınıza, değerlerinize, yaşama yordamına erişmeniz için onların gölge etmeyeceği, varlıklarıyla desteklerini de esirgemeyeceği daha tarafsız bir bölgede yaşamanız elzem.
13- “Bitirgen”in öyle bir bitmemişliği var ki, az zaman önce çıkan son kitabınız “Pala Hayriye”yle devam eden bir sürecin içindeymiş gibi geldi bize. Bu iki kitabın böyle ortak bir paydası var mı? “Bitirgen”le hala devam eden öyküyü “Pala Hayriye” ile bitirebildiniz mi?
Her iki kitap arasında birbiriyle göndermeli nice metaforlar o yüzden var. Cansever’in dediği gibi “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor”.
14- “Pala Hayriye”nin sürekli geriye dönüşleri var. Bunlar çoğu zaman geçmişle hesaplaşmaları oluyor. Nerdeyse kırkına gelmişken, hala geçmişle çözemediği mesele nedir? Nedir, ona durmadan bir şeylerin eksildiğini fısıldayan şey?
(Bu sorunun cevabı yukarda var, tekrara düşmek istemem)
15- “Pala Hayriye” 90’ların daha hareketli ve militarist zamanlarını yaşamış, çok küçük şeyler için çok büyük bedeller ödemiş bir kuşağın hemen ardından gelen bir kuşak insanı. Kadın olmak, siyasi bir ideolojiye sahip olmak mı onu daha çok yıpratan yoksa aile, bekâret, bireysel özgürlük gibi eklenebilir birçok şey mi? Kitabınızın ve kitaplarınızın psikolojik durumları yanında yakın tarihimizin Türkiye’sinde kadın olmakla ilgili de ince mesajları var mı?
80’lerde devlet eliyle öldürülen, süründürülen ve sürülen binlerce insanın yanında Hayriye’nin yıpranma payı devede kulak kalır. 90’larda Hayriye ve onun gibiler, yitirdiklerinin yasıyla yaşamaya, kendilerini var etmeye çalıştılar. İsterim ki Pala Hayriye’yi okumaya niyetli gençler o günlerin siyasi havasını az da olsa koklasın, yaşayanlar da bu vesileyle hatırlasın.
16- “Bitirgen”deki eksiklik, tamamlanamayacak hissini “Pala Hayriye”de de çok net görüyoruz. Yani bir çocukluk döneminden bu ilk gençliğe geçişte akışını hiç bozmayan bilinçli bir melankoliden söz edebilir miyiz? Okuru şüphe yok ki, güldüren bir yanı da var, ama yine de Hayriye neden bu kadar eksik ve kederli?
Siz öyle diyorsunuz ama sürekli kahkahalar atarak okuduklarını söyleyenlerin sayısı da az değil hani. Hayriye eksiğini gediğini ortaya koyan, karşısına geçip bakan, sürekli eşinip başka eksikler de bulan, yaralarını kendi başına sarmaya çalışan bir kadın. Yazdığı yetmezmiş gibi bi de uzun uzun kahramanını anlatan yazar olmayayım daha fazla.
17- Hayriye sizce evden kaçmasaydı, bu kurgu nereye varırdı? O gün, o evin kapısını çarpıp oradan ayrılmasaydı, Hayriye bu gün nerde olurdu? Bu sizi ne kadar etkilerdi, Hayriye’yle paralel olarak sizi nerede görürdük?
Bilmem ki. Bu soruya vereceğim her cevap ayrı bir roman konusu olabilir. Pala Hayriye böyle ve bu kadar oldu. Sevenleri sağolsun
18- “Pala Hayriye”nin gazeteciliğinden söz eder misiniz biraz? Neleri değiştirdi, neleri değiştiremedi? Arkadaşları ve kaybettikleri mesleğinin ona verdiği acıların derinliği, bu günlerle kıyaslarsak diplerin sesini ne denli yüzeye çıkarabildi? 90’lar ve gazetecilik demişken, derin bir nefes alıp çocukluğumda yan komşumuz olan Fadime annenin küçük oğlu Metin Göktepe için ne diyeceğinizi de merak ediyorum doğrusu?
Hayriye basına adımını attığı anda işin hızına, insanların hırsına ayak uyduramayacağını anladı, dolayısıyla bir şeyleri değiştiremeyeceğini, buna yeltenmeye bile tenezzül etmeyeceğini de. Metin’e gelince, Metin’in öldürülüşü hem artık sayıları gittikçe azalan haysiyetli gazetecileri bir araya getirdi, o davanın peşini bırakmadan, katillerin yakalarından ellerini çekmeden yol aldılar hem de Hayriye için gerçek bir kırılma anlarından biri oldu. Ben de gazeteciliğe bulaşmış biri olarak diyebilirim ki, Metin’in bir gülüşünü şimdi ellerinde tuzlukla o programdan bu programa koşan, bilgi sahibi olmadan fikir (!) satan nicelerine değişmem.
19- Kadın, devrim, iş hayatı, çevre, aile ve geleneklerle mücadele etmede her kadın Hayriye gibi diş geçirgen olabilir mi? Kitap bugünün kadınlarına bu gücü verebilir mi?
Şimdi ben bu kitabı okuyun ve hayatınız değişsin gibi bir cevap versem ve Hayriye bunu duysa mabadıyla gülerdi herhalde. Hayriye, yanımızda yöremizdeki birçok kadından sadece biri. Ben ona daha yakından baktım ve gördüklerimi, hissettiklerini, büyüme serüvenini anlattım. Bundan güç alanlara selam olsun, hatta bana da bir göz kırpsın.
20- Kitabınız bildiğimiz bir roman tekniğinin biraz daha dışında bir çizgiyi izlemiş. Siz türünü romana yakın görüyor musunuz? “Bitirgen”i takip eden “Pala Hayriye”yi de takip eden bir başka kitaptan da söz edebilir miyiz? Yeni bir çalışma var mı?
Bu kitap bir üçleme olacağı için devamı elbette gelecek. Henüz üzerinde çalışıyorum. Evet Pala Hayriye klasik roman tekniğinin dışında, çünkü tek bir olay etrafında zamansal bir izlekle değil de büyümenin doğasında seyreden gel-gitlerle, kronolojik sıçramalar ve yer yer bilinç akışlarıyla anlatılıyor. Yeniden yazsam yine böyle yazardım herhalde.
21- Yakın travmalar tarihimizi psikolojik ve sosyolojik açıdan kusursuzca betimlediğinize, yazdığınıza inanıyoruz. Aslında güncel meselelerin de o kadar içinden bir kitap ki, sizi daha fazla yormamak adına son bir soru daha soracağım müsaadenizle… Son zamanların Türkiye’sine baktığımızda endişeli, bölünmüş, her an birini öldürecek kadar korkar ve panik, kalbinde acısı dilinde daima kötü sözü olan bir coğrafyaya hızla dönerken bu ülke, kitabınızın o günlerin anılarıyla, yaşanmışlıklarıyla bugünlerde değiştirmek istediği bir şeyler var mı? Bunu başarabilecek mi? Bunca karşı karşıya gelmekten ve kaybetmekten sonra kalıcı bir barış mümkün mü?
Bu soru başlı başına politik bir diskur gerektiriyor. Ben yine edebiyat dairesi içinden bakarak, her şeyin her an değişebilirliğine inanan biri olarak kestirme bir cevap vereyim. Bu ülkede yaşamak ne zaman kolay oldu da şimdi mızmızlanıyoruz. Kaç darbe gördü insanlar, o tanklar kaç kuşağın üzerinden geçti de, yine de çelikten inançlılar yollarından sapmadı. Evet şimdi de durumumuz hiç parlak değil ama yılgınlığa kapılırsak yeniliriz. Mücadeleye devam, her an ve her yerde.
*Söyleşi metinlerimizi bizi kırmayıp kabul ettiğiniz, yanıtladığınız ve inceliğiniz ve bize zaman ayırdığınız için Çerçi Sanat ve arkadaşlarım adına tekrar teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim.