“Welleh cih tunneye.” Otomatik kapı kapanıyor. Minibüse binemeyenler arkamızdan bakıyorlar. Yanımda yalnız seyahat eden bir başka kadın var. Daha araba hareket etmeden şoför bizi birbirimize uygun görmüş, kadın kapının önünde boş koltuklara göz gezdirirken beni işaret ederek “o da yalnız, beraber oturun” demişti. Siverek yolunu yarılıyoruz. Ben, müzik çalarımın şarjı bittiğinden mahzun dışarıyı seyrediyorum. Senaryoma katkısı olsun diye gördüklerimi aklımda tutmaya çalışıyorum. “köpek” , “lastik”, “tren”, “erimiş lastik”, “köpek yola yapışmış” Yanımdaki kulaklıkta acıklı şarkılar çalıyor . “Öyle deli gibi esme başım…” Kadın burnunu çekiyor. Dışarı bakıyorum. “bozkır”, “taş”. Minibüsün kliması hırıltılı. “boz-” “-kır”. Sıcaktan kavrulmuş sarı uzun otlar… “toprak”. Anlamıyorum. Toprağı olmak, bu topraklar, bizim toprak, toprağı bol…
Siverek’te aktarma yaparak Urfa’ya varıyorum. Yanlış bindiğim minibüsle şehri turluyoruz. Simsar bıyıklarının ucuyla bana bakıyor. Bile bile yanlış arabaya binmeme gülüyor. “Balıklı göle gider ama kalenin arkasından dolaşır uzun sürer”. “Olsun. Kalenin arkasını görmüş olurum” Yanıma oturan kadının hafif şaşı gözleri gözlerimi bulunca: “Yabancı mısın?” Araba varoşlara tırmanıyor. Kadının gülüşü Urfa kadar sıcak. Yıkık dökük evler, dar yollar. Beyaz taşlı evler. Güneş. Bir an anlayıveriyorum. “Evet, yabancıyım”. Tebessüm. “Halilurrahman’a git, dilekler kabul olur” diyip iniyor kadın.
Simsar kolunu önümdeki demire yaslıyor. Diğer eliyle kenardaki sokaklardan birini işaret ederek; “Bak bak bak!” Bakıyorum. “Kafirler Eyyüb’ü taşlıyor.” Simsar görüyor, ben de görüyorum. Eyyüb işte bu merdivenlerden... Simsar yaşlı. Burası “Kötüler Mahallesi”. Eyyüb, kötülerden kaçarak Viranşehir’e gidiyor.
Balıklıgöl’e varıyorum. Kale’ye tırmanırken öğlen ezanı okunuyor. Makamı en güzel ezanın Urfa’da okunmasına şaşmıyorum. Tepede Suriyeli işçiler abdest alıyor. Giriş ucuz. Güneş. Bir işçinin tozlu beyaz yüzü, yıkandıkça kararan ellerine bakıyor. Çantamdaki suyun buzu hala çözülmemiş. Kafama serpiştiriyorum. Allah büyüktür.
Halilurrahman. Karanlık odanın ucunda yarısı suyla dolu bir mağara… Kadınların elleri camekanı aşıp O’na ulaşmaya çalışıyor. İşte her şey burada başladı. Cama dokunuyorum. Halil İbrahim doğuyor. Tüm kadınlar sevinçten ağlıyoruz.
Balıkları düşünür korkarım. Gölden çıkarılırlarsa şayet oduna dönüşeceklerini bildiğimden,
Dönüşte ilçe minibüslerine gitmeyip şehirlerarası otobüslerin arasında geziniyorum. Şansıma İstanbul’dan yeni gelmiş bir otobüs beni alıyor. Bayan yanı kalmamış. İndirileceğim diye korkarken muavin otobüsün dışından beni çağırıp; “Şuraya oturun bayan” Şoförün yanındaki koltuk. Hayatımın koltuğu. İsteyip de kavuşamadığım. Heyecanlanıyorum. Elim koltuğu indiriyor. Olur da arkada boş bir bayan yanı çıkar diye ödüm kopuyor.
Halilurrahman düşer aklıma. Bir daha bir daha severim İbrahim’i.
Merdiven boşluğunda ayaklarımı sallıyorum. Muavin hareket eden arabaya binmeye çalışıyor. Şoför ön kapıyı kapattı çünkü artık bu koltukta başkası var. Muavin, asık suratla arka kapıya koşarken şoförle gülüşüyoruz. Bozkırı izliyorum. Art arda gelen sarıyı, kahverengini, yeşili… Radyoda bilindik bir türkü çalıyor. Şoför güneş gözlüğünü takmış, ağzında yarısı tüttürülmüş bir sigara. Muavinin küslüğü geçmiş şoförle aramdaki merdivende oturuyor. Bozkırı izliyorum. Taşların gelişigüzel dağılışını… Eski bir his var içimde. Yine bir şehirlerarası yolculukta annem işaret parmağıyla; “İşte Harput” derken otobüsün altındaki yol sallanmış, “Kömürhan köprüsü Harput’a bakar” ken ben de öylece bakakalmıştım. İçimde, söylenmesi gereken her şeyin benden önce söylenmiş olduğuna dair bir rahatlık var. Yanımdaki muavin, şoför, yolcular, dışarıdaki toprak… Hepsini tanıyorum.
Aniden. Muavin arkadaki boş bir koltuğu haber veriyor. Gönülsüz yürüyorum peşinden. “Zaten normalde bayanların önde oturmasına izin verilmez de …” Gün batıyor. Eyyüb Viranşehir’e kaçıyor. İbrahim’in ateşine odunlar atılıyor. Otobüs, bozkırı ortadan yararak gidiyor. Eve dönüyorum.