Düş Perisi

Emine Aydoğdu
düş perisi

düş perisi

AbuyofolloM

Tek odalı, tek pencereli kapıcı dairesinde teyzesiyle birlikte yaşıyordu. Teyzesi, bütün bir haftayı çalışarak geçirirdi. Gün boyu koşuşturması, bedenini o kadar yorgun düşürürdü ki, akşam yemeğinin ardından hem de sızarcasına uyuyuverirdi. Teyzesinin her akşam böyle erkenden uykuya dalışı, yalnızlığını daha da çoğaltırdı. Bütün zamanını, onun eve gelmesini bekleyerek geçirdiğinden, içten içe kırılırdı. Bu uzun beklemeler, dağ gibi büyüyen yalnızlığıyla baş etmenin yolunu neyse ki kısa zamanda öğretmişti.
Hayaller kurarak hayatı anlamaya çalışıyordu. Sararıp toprağa düşen yapraklardan kaleler yapıp, savunmasını kuşlara bırakıyordu. Kuşlar, kalenin duvarlarına konan sinek ve böcekleri öldürmeye, bahçedeki rengârenk çiçekleri, teyzesinin teneke kutuda büyütmeye çalıştığı minicik yeşil biberleri, gagalamaya başlayınca, kurgulayıp düş sahnesinde canlandırdığı bütün hayalleri ivecenlikle arka arkaya siliyordu.
Toprağa dökülen biber ve çiçek tohumlarını, dayısının asker yeşili çantasında bulduğu tahta sapanla, gökyüzüne doğru savurup, ağaç dallarında bekleşen kuşları uçuruyordu. Dayısını hiç tanımamıştı. Siyah-beyaz fotoğrafı, neredeyse tavana yapışık bir şekilde paslı bir çiviyle duvara asılmıştı. Ne zaman başını kaldırıp fotoğrafa baksa, dayısını gülümserken yakalıyordu. Kırmızı balonuna döke saça doldurduğu suyu, sarı yapraklardan ördüğü kalelerin üzerine püskürtürken, kalelerle birlikte sanki dayısının gülümsemesini de yok ediyordu.
Yok edemediği tek şey, gün be gün artan ve hiçbir şeyin dindiremediği özlemdi. Annesine duyduğu özlem. Onu çok seyrek görüyordu. Bu tek odalı, tek pencereli eve ara sıra uğrardı. Her seferinde çok uzun yollardan geldiğini uzun uzun anlatırdı. Nereye gittiğini ne yaptığını hiçbir zaman öğrenemedi. Peş peşe sorduğu sorulardan, teyzesi bıkıp usansa da mezara kadar götüreceğine söz verdiği sırrı hiçbir zaman açıklamadı. Onun bu suskunluğu karşısında kimi zaman çılgına dönse de yine de umutsuz öfkesinin aldatıcı rüzgârına kapılmıyordu. Neden hep susuyordu?... Neden susup susup uzaklara bakıyordu?... Annesi gibi uzun tümceler kurup, yalan da olsa niçin bir şeyler anlatmıyordu?...
Annesi, bütün gelişlerinde, fazla değil, birkaç gün kaldıktan sonra gitmeye hazırlanırdı. Giderken de: “Son kez gidiyorum. Bu sefer kesin geri döneceğim. Seni bir daha yalnız bırakmayacağım kuzucuğum!” Diyerek gider ve uzun bir süre ortalarda görünmezdi. O hüzünlü gidişin ardından, tahta masanın hemen yanında asılı duran ve rutubetten yaprakları nemlenmiş maarif takviminin o güne ait yaprağını koparır, oyuncaklarının arasında özenle sakladığı küçük kutunun içine koyardı. Bu sancılı gidiş-geliş, her defasında bir şeyleri eksiltiyordu. Zamanın bilinmeze doğru uzaması ise, bedeninde ve ruhunda onulmaz yaralar açıyordu. Yine de annesinden bir parça olarak gördüğü, oyuncakların üzerine kıl eleklerden geçirilip, altın tozuyla yıkanmış gibi incecik sarı kuma uzanır gibi uzanıp, hayaller dünyasında gezinirdi. Bu gezinti sırasında; başını annesinin göğsüne yasladığı zamanlarda hissettiği sıcaklığı arardı. Ne kadar düş kurarsa kursun, o sıcaklığı bir türlü yaşayamazdı. Hayat, kibriyle bağırıyordu: “Zamanın çarkları benim elimde. Boşuna çabalama!”
Annesi, bir kez daha, evet, bir kez daha, sıcaklığını bırakmadan gitmişti. Duyguları sel gibi coşmaya başladı. Yanardağdan inen lav gibi yakıp yıkarak gelen bu duygu selinin önüne bildiği bütün sözcükleri örtü olarak yığsa da baş edemedi. Annesinin yasemin kokan parmaklarıyla okşayıp, “pamuk ellim” diye sevdiği, minicik elleriyle gözlerini kapatıp içli içli ağladı. Yüreği ağzında yaşadığı o birkaç günlük sevginin sıcaklığı, gözyaşı damlalarına dönüşerek, beynine bir iğne gibi saplanmıştı. Gece boyunca hiç, ama hiç uyuyamadı. Hıçkırarak ayağa kalktı. Teyzesi yatakta yüzükoyun yatıyordu. Hıçkırıklarını duymamıştı. Odanın kapısını ardına değin açık bırakarak dışarı çıktı. Tek arkadaşı apartmanın arka bahçesindeki ağaçlara yuva yapan kuşlardı. Günün her saatinde sokağın sessizliğini bölen kanat sesleri ona sevginin sıcaklığını çağrıştırırdı. Apartmanın girişindeki zeminde biriken su birikintisinin üzerinden atlamayıp, tam aksine yağlı birikintinin tam ortasına isteyerek bastı. Ayaklarını iyice ıslattıktan sonra kapıya doğru yavaş yavaş yürüdü. Dış kapıyı açtığı sırada dönüp arkasında bıraktığı boşluğa bakınca, zemindeki çıplak ayak izlerini gördü. Minicik ayak izleri peşi sıra geliyordu. Şaşkınlığını bir yana bırakıp, ölümsüzleştirdiği an’la hayatın kibrine bir çentik attığını düşünerek gülümsedi.
Sokak kapısına vardığında, başını gökyüzüne doğru kaldırıp gerçek ve düşün dolambaçlı yolunda bir yıldız gibi kayarak kendini hep özgür hissedeceği sokağın rahmine bıraktı.