Hüseyin Kıran'ın Şiiri: Yönü Değiştirilmiş Su

Ramazan Parladar
Kıran’ın kentin, kentin dayattığı hayatın karşısında korunağının, belki onu yeniden sağaltanın, aldığı yaraları iyileştirenin doğayla, ilkelle kurduğu ilişki olduğunu söylemiştim. Kıran’ın bu ilişkisine aracılık eden bir şey vardır; sözcükler. Kıran’ın sözcüklerle, şiir halinde gelen sözcüklerle ilişkisi kimi zaman şamanik bir özellik gösterir. Onu doğayla bu iyileştirici ilişkiye götürendir şiir. Daha da ötesi, tıpkı bir şaman gibi doğanın içerisinde, bir şaman’ın benliğini, varlığını yok ederek bir duanın, yani sözün kendisine dönüşmesi gibi, Kıran da sözcük olarak var olur kentin kötülüğünün karşısında.

 “alın şimdi bu vahşeti gülle donatın”1

Şuradan başlayalım; Gezi’nin sarsıcı, yıkıcı, özgürleştirici “duvar”larına adını ilk yazdıran şairlerden biri oldu Hüseyin Kıran. İstiklal Caddesi’nin girişindeki Fransız Konsolosluğunun duvarlarında; ilginçtir, şiiriyle dizeleri arasında en çok gezindiği şair olan İsmet Özel’in “Elbet bir hinlik vardır seni sevişimde / Ey kanıma çakıllar karıştıran isyan”2 (E, s. 99) dizesiyle, “alın şimdi bu vahşeti gülle donatın” (MK, s. 15) dizesi yan yana durdu Kıran’ın. Sanki öğrenimini tivitırda yapan bir ergen, muktedirin aklını allak bullak eden bir çapulcuya dönüşürken bilgisayar ekranına dönüştürdüğü konsolosluk duvarında açtığı bir sekmeyle bu metinlerarasılığı kaydediyordu beş tl’lik maskelerle dalgalanan kalabalığın hafızasına. Kıran’ın duvara püskürtülmüş bu dizesi, şiire dair bozulan ezberimizin alıntılarından biri de oldu. Gezi’yle, Gezi’nin özgürleştirici duvarlarındaki salınımlarıyla güçlendiğimiz şiirlerle, bırakın şiirin toplumun belleğinde bir karşılığı olmadığını; en çetin ceviz şiirlerin bile birbirini çok çok iyi tanıyan ‘kırk kişi’lik şairler cemaatinin dışında çok çok geniş bir okuyucu, anlayıcı, seçici bir izlerçevresi olduğunu gördük. “Gezi’de niye Birinci Yeni yok?” diye sormuştum bir birgün sosyal medya üzerinden; şimdi soruyu tersine çevirmek gerekiyor: Sahi, niye İkinci Yeni vardı Gezi’de; niye Ece Ayhan, Turgut Uyar vardı; Hüseyin Kıran niye vardı, niye Aslı Serin?
Pekala, Kıran’a, onun ilk ve uzun zaman geçmesine rağmen tek olan şiir kitabına geçelim; Madde Kara’ya; ama şu notu da ekledikten sonra: Kıran’ın kitabının çıktığı ilk aylarda, biraz Metis etiketiyle çıkmış olmasından, biraz da birkaç dakika içerisinde göz gezdirdiğim dizelerinin çarpıcılığından etkilenerek almıştım Madde Kara’yı. Doğrusu, öncesinde okuduğumu hatırladığım bir Kıran şiiri yoktu. Okuduğum zaman beni tam bir şaşkına çeviren bu kitap hakkında yazılanları gözden geçirmek, yazım için işime yarayacak saptamaları notlamak için gerek internette, gerekse evimdeki 2004 tarihli dergilerde yaptığım taramanın sonucu tam bir hayal kırıklığı oldu. İnternette Madde Kara ile ilgili iki yazıya Metis’in sitesinde rastladım. Arşivimden ise, yalnızca Serkan Işın’ın Varlık’ta yazdığı bir sayfalık tanıtım yazısı çıktı. Madde Kara üzerine yazılmış bir tek söyleşiye bile denk gelmedim örneğin. Bunun üzerinde durmak gerektiğini düşünüyorum. Ece Ayhan’ın ilk şiir yayımladığı dönemlerle ilgili anlattıkları geliyor aklıma (50’lerin ortaları). Kıran’ın kitabının çıkış tarihi 2004. Açıklayıcı olabilir; geçen yıl bir yıllıkta yılın kötü kitapları listelenmiş. Listede Mustafa Irgat’ın adı da var; Ahmet Güntan’ın hazırladığı, Irgat’ın yayımlanmamış şiirlerinden oluşan Sonu Zor adlı kitabı. Yıl, 2012. Türkiye’de şiir ortamının Ece’nin yakıştırmasıyla, ‘sıkı şiir’e karşı algıları hâlâ kapalı. Ece, aynı şiirleri bugün yazıyor ve yayımlıyor olsaydı, herhalde farklı şeyler yaşamayacaktı. Şimdi yazının başında söylediklerimle bu söylediğim şeyi yan yana koyun. Açık bir çelişki içerisinde miyim dersiniz? Bence hayır. Üzgünüm, açık yazacağım; Türkiye’de edebiyat ortamında söz sahibi olan hatırı sayılır oranda kişi, Gezi’nin o zehir gibi beğeni ortalamasının gerisinde. Polemiğe oldukça açık bir konu; buyursunlar o halde.
Artık Hüseyin Kıran’ı konuşalım. Sonda söylemem gerekeni başta söyleyeyim: Evet, Hüseyin Kıran’ın oldukça sarsıcı bir şiiri var. Bir kitap boyunca yazdıkları öyle. Ancak, Kıran’ın öyle bir ilk şiiri var ki, kendi şiirsel ortalaması içerisinde öbür bütün şiirlerini sakatlayan, zayıf gösteren, zavallı gösteren bir görkeme sahip. O yüzden ilk kitabı bağlamında bir Kıran çözümlemesi yaparken ilk şiiri farklı kılan nitelikler üzerinde durulması gerekiyor. Nedir, “başka nasıl olabilir” şiirini diğerlerinden farklı kılan? Belki, başta Kıran’ın kitap boyunca didikleyip durduğu sorunsalı en yalın haliyle; sorarak ortaya koyması olabilir. Sözün anlam katmanlarının sonsuz olduğu hali soru halidir çünkü. Yanıt, ne kadar derin, yoğun, çeşitli anlamlarla yüklü olursa olsun, indirgeyicidir, sınırlıdır, eksiktir. Belki de verilmiş onca yanıta rağmen kişioğlunun kafasında hâlâ soru olarak kalan şeyler, onun tarihinin en çetin meseleleri olmaya devam etmektedir. Kıran’ın ilk şiirindeki büyüleyici etkinin en önemli nedeni bu olsa gerek. Bu şiir, yanıtın ya da yanıtı bulma çabasının bütün fazlalıklarından arınmış bir şiirdir. Soru sorma halinin arılığıdır bu. Kıran, bu şiiri bitirdikten sonra aramanın, bulmaya çalışmanın cazibesine kapılmış gibidir. Sormaktan vazgeçer adeta. Yanıt olabileceklerin çevresinde dolanır durur. Bulmanın bütün çeşitlemelerini dener. Söylediği her şey, kafasında gezinen her sorunun yanıtı değil ama yanıt olma çabasının ürünleridir. Kitabın sonuna doğru şu ilginç dizeyi kurar; “utanmalıyım ceplerimden: çözük soru dolu demet demet” (MK, s. 73). Çözülmüş değil, çözük. Yanıtlar aramaktan eprimiş, gevşemiş, kendini bırakmış demet demet soru. Belki de bu döngüsel durum bu bulma uğraşında hırslı ve öfkeli kılmıştır Kıran’ı. Öfkeyi, adeta bir kuşatma, sıkıştırma ve böylece ele geçirmeyi düşündüğü yanıtların iç kalelerine kadar ulaşma aracı haline getirmiştir. Sanki böyle bir kuşatma halinden dolayı patlayıcı, kesici, delici, zedeleyici sözcüklerle donatmıştır şiirini. İşte bu sorma değil de yanıtı/yanıtları ele geçirme çabası okuru da bu yanıtlar havzasına doğru çeker, Kıran’ın yanıt olma adına koyduğu her işaret okur için bir yönlendirme aracına dönüşür. Bir başka şey daha ortaya çıkar burada; sorma halinin arılığından uzaklaşan Kıran, okuma, etkilenme süreçlerinin verimlerini de katar artık yazma sürecine. Göndermelerle, çağrışımlarla yüklü hale gelir şiiri. Bunlar içerisinde İsmet Özel şiiri başlı başına bir kaynak olarak belirir. Kente bakış/kenti konumlandırış bağlamında benzer yaklaşımlara sahip olmalarının yanında birçok biçimsel özelliği bakımından da İsmet Özel şiirine yakın bir yerde durmakta Hüseyin Kıran’ın şiiri. Bu yakınlığın örneklerini vermeden şunun altını kalınca çizelim; Kıran’ın İsmet Özel’le bu akrabalığı onun şiirini küçültmez, değersizleştirmez. Taklit, yeteneksiz şairlerin işidir. Bu anlamda, İsmet Özel şiirinin taklitleri çoktur. Yetenekli şair, coğrafyasını başka bir şairin yakınından seçse de, hatta belki başka bir şairin arazisine çadırını kurmuş olsa da o uzam içerisinde de kendini var edebilir. Geleneksel şiiri bilenler bu söylediğimi daha iyi kavrayabilir sanıyorum. Örneğin; Yunus, birçok şiiriyle özgün olmaktan çok güçlüdür. Onun şiirsel gücü yakınından söylediği birçok şairin arasında kendini var edebilmiş; hatta bu gücüyle aynı söyleyiş tekkesinin içerisindeki öncüllerinden daha yüksek bir kata yerleşmiştir. O halde Hüseyin Kıran şiiri, akrabalığı, kandaşlığı olan güçlü bir şiirdir. Gelgelelim, “başka nasıl olabilir” şiiri her türlü etkilenmenin de dışında bir yerde durduğu için diğerlerinden faklı. Diğer şiirlerine haksızlık etmeden belirtelim; Hüseyin Kıran, şiirini bu ilk şiirin açtığı yataktan ilerletebilseydi belki çok daha etkileyici olabilecekti.
Buradan itibaren İsmet Özel şiiriyle kimi benzerliklerinden başlayarak başka yönlerine bakalım Kıran şiirinin. Her şeyden önce Hüseyin Kıran şiirinde İsmet Özel etkisi taşıyan çok fazla dize örneği var. Bu dizelerin kimilerinde bu etki çok belirginken, kimi dizelerde uzaktan da olsa bir Özel etkisi hissedilir durumda. Belki bu ikinci türden dizeler İsmet Özel etkisi yoğun bir biçimde hissedilmeyen bir şairin dizeleri arasında yer alsaydı etkilenme iddiasının altı kolay doldurulmayabilirdi. Ancak, şiirinin genelinde bu etkiyi gördüğümüz bir şair için bu daha uzak gibi görünen etkilenmeleri de hesaba katmak durumundayız. Kimi dizeleri alt alta koyarak örneklendirelim;

                    gürbüzlere yaraşan gürlek tutum (MK, s. 31)

                    korsanlardan kaptığım gürlek nara (E, s. 17)

                    o karanlık bana doğru gövdeleşti (MK, s. 36)

                    Ey rakı sürülmüş yaralarım gövdeleşin (E, s. 107)

                    bana bazen kelimeler geliyor
                    bazıları titrek bazıları beter (MK, s. 52)

                    Sana durlanmış kelimeler getireceğim
                    pörsümüş bir dünyayı kahreden kelimeler
                    kelimeler, bazıları tüyden bazısı demir (E, s. 76)

                    beni yaşat ve irdele
                    irdele beni ey kabahat, süfli alkış (MK, s. 70)

                    Yüzüme bak
                    Ve yüzümü hırpala
                    Yüzümü değiştir, dağlı bir anlatım bırak (E, s. 91)

                    ben hayatı durdurmakla suçluyum (MK, s. 57)

                    Ben dünyaya doğru yürümekle meşhurum (E, s. 86)
                                                    
Yazının bir yerinde değinmiştim; kent, Kıran şiirinde bir sorunsal olarak ortaya konur. Kıran’ın sorun ettiği şeylerin somutluğa kavuştuğu dev bir yapıdır kent. Kıran daha kitabının adından başlayarak kenti sorunsallaştırır. Farklı bir sözdizimiyle (Ece Ayhan çağrışımlı) kurduğu Madde Kara adı, onun kente karşı tavrını da belirler bir niteliktedir. Madde, kent dediğimiz o dev mekanizmayı kuran maddedir aslında; katı, soğuk ve geçirimsiz dev bir mekanizmaya dönüşmüş kenti kuran demir, sülfür, asfalt ve kum. Kara ise, kente, kenti kuran maddeye bakışın ifadesi olarak vardır. Kara, taşıdığı bütün anlamları kapsayacak şekilde yerleşmiştir Kıran’ın kitabının başlığına: Kara renkli, geçirimsiz ve kötü. Neden “Kara Madde” değil peki? Karanın bir sıfat olarak bitmişliğin, tamamlanmışlığın, oturmuşluğun değil; kentin kuruluşunun bir kısır döngü olarak sürekliliğinin ifadesi olarak madde, kara… Kıran’ın kitabı boyunca kent, hep kara yaftalamalarla karşı çıkılan, mücadele edilen, yara alınan, zaafa uğranılan, kan kaybedilen bir olgudur. Örneğin kitapla aynı adı taşıyan şiirinde şöyle der Kıran:
                    şehirde
                    sülfür dokunuşlu şehirde
                    demir gemileriyle şehirde
                    gergin elbisesiyle şer şehirde (MK, s. 12)

Şu dizelerse “azalmak burcu” şiirinden:

                    kentin terli bölgelerinde azalmak
                    otel odalarında ve kaygan borsada
                    çivilerin çınlayan sesinde azalmak
                    azalmak çarşı yerlerinde (MK, s. 64)

İsmet Özel’de de kente yönelik benzer bir olumsuz tavrın izleri vardır. Özel’in Kıran’a göre çok daha belirgin bir dünya tasarımı ve açık bir bildirisi olan bir şiiri olsa da, kente karşı takınılan tavrın netliği açısından birbirlerine yaklaşırlar. Kent Özel’de de karadır. Kötülüğü üretendir, insanı kirleten, onu insani niteliklerinden uzaklaştırandır. Her ne kadar Özel olumsuz tavrını kentten çok kentli insana karşı takınmışsa da, insana tüm olumsuz nitelikleri yükleyen kentin kendisidir. O yüzden, örneğin kendini kente karıştırmamak için çaba gösterir Özel. Kötü olan ne varsa insanda değil, kentin insanında vardır; kaypak ilgilerin insanıdır kentli, zarif ihanetlerin, bozuk paraların, sivilcelerin, pahalı zevklerin ve ucuz cesaretlerin.
Kentin bu bozucu, kirletici etkisine karşı İsmet Özel devrimci dünya tasarımına, Kıran’sa doğaya, ilkel olana bel bağlar. Farklı olarak, Özel’de umut şairi her zaman diri tutar, Kıran’sa umuda yer bırakmayacak kertede öfkeyle doludur, öfke korunağı olmuştur adeta kentin karşısında. Şu dize neredeyse Kıran şiirinin şifresi gibidir:

                    hayatı hıncın mükemmel terazisiyle tarttım (MK, s. 28)

Sözcük kadrosu bakımından da Hüseyin Kıran’la İsmet Özel arasında özel bir bağ var. Kasatura, kamçı, nacak, bıçak, mengene, kerpeten, mızrak, jilet ve daha birçok benzer sözcük; bu sözcüklerle saldırır Kıran. Özel de aşağı yukarı aynı sözcükleri kuşanmıştır; muşta, jop, pıçak, neşter, tüfenk, gürz, balta, çakı vs. Her iki şairde görülen eylem türünden sözcükler de bu saydıklarımızı tamamlar nitelikte. Kıran’da; zedelenmek, boğmak, vurmak, kesmek, kazı(n)mak, tetik çekmek, katletmek, oymak, delmek, bıçaklamak, sökmek, saplamak vs.; Özel’de ise, yırtmak, koparmak, öldürmek, kesmek, ezmek, patlamak, örselemek, mızrakla(n)mak, savaşmak, parçalamak gibi onlarca sert, keskin, yaralayıcı, tahrip edici eylem. Bir üçüncü sözcük grubu da gövdeye ilişkin olanlar. Bu gruptakiler diğerlerinden çok daha fazla yer tutuyor üstelik. Kıran’da; ceset, omuz, yüz, bacak, beden, gövde, böğür, alın, hayalar, bel, ayak bilekleri vs. Özel’de; iskelet, boyun, meme, göğüs, gövde, vücut, ten, yumruk, parmak, bacak, göz yerleri vs. tüm bu sözcükler her iki şairin şiirini de ağ gibi örer. Özellikle gövdeye ilişkin sözcüklerin 80’li yıllarda şiirimizde yoğun olarak kullanıldığını biliyoruz. 80’lerdeki gövdeye yönelişin tetikleyicisi olan birkaç şairden birisidir İsmet Özel. 80 kuşağı şairlerinin çoğu kendine kapanmanın bir yöntemi olarak gövdeye yönelmişti, Kıran’ın gövdeyle ilişkisi onu 80 şairlerinden daha çok yaklaştırıyor İsmet Özel’e. Her iki şairde de gövde çarpışmanın, vuruşmanın, karşı koymanın nesnesidir. Bu yüzden özellikle İsmet Özel’de gövde bütün görkemiyle vardır; Kıran’daysa en azında kentin, hayatın saldırısına gövdeyle maruz kalınır; çoğu zaman yaralanan, azalan, yenilen olsa da kentin karşısına dikilen tüm gövdedir. Öyle ki kimi zaman gövde doğrudan kesici, delici bir alete de dönüşebilir. Şu ilginç dizelerde bunun örneklerini görürüz;

                    o geminin omurgasını omuzlarımla oyarım (MK, s. 30)

                    ben o denize bir bıçak olarak dalarım (MK, s. 47)

Kıran’ın kentin, kentin dayattığı hayatın karşısında korunağının, belki onu yeniden sağaltanın, aldığı yaraları iyileştirenin doğayla, ilkelle kurduğu ilişki olduğunu söylemiştim. Kıran’ın bu ilişkisine aracılık eden bir şey vardır; sözcükler. Kıran’ın sözcüklerle, şiir halinde gelen sözcüklerle ilişkisi kimi zaman şamanik bir özellik gösterir. Onu doğayla bu iyileştirici ilişkiye götürendir şiir. Daha da ötesi, tıpkı bir şaman gibi doğanın içerisinde, bir şaman’ın benliğini, varlığını yok ederek bir duanın, yani sözün kendisine dönüşmesi gibi, Kıran da sözcük olarak var olur kentin kötülüğünün karşısında. Yine şamanın/şairin sözcük haline gelmesi gibi, şamanın içinde soluk aldığı alem de sözcüklerle yer değiştirir. Bir yerde biraz da şaşkınlıkla şunu der Kıran:

                    kurşun kelimesi etime işlemedi
                    ölmedim henüz, oysa ölmeliydim (MK, s. 48)

Aynı şaşkınlıkla kurduğu bir başka dize:

                    hoş şeyler sunuyor kelimeler; tanrısal
                    aklım almıyor (MK, s. 52)

Aynı şiiri okudukça bu şamansı hal iyice belirginleşir zaten;

                   kelimeler, etleri vehim kemikleri din
                   onarıyor bir şey elim kesilse, yaşıyorum
                   (…)
                   cinler ifritler mi bilinmez
                   öylece bakıyorlar bana (MK, s. 53)

Kıran bir yerde tam bir şamana dönüşerek sözü anlamsız’ın sınırında gezdirir ve eğer bir dizgi yanlışı değilse bir dizeyi ilk ve tek kez büyük harfle başlatır;

                  Acele bacı yetiş beci sürsiyet
                  turakta yarpuza pekenet (MK, s. 48)

başka, bilmediğimiz dillerden ödünçleme değilse, bu iki dizede ancak bir şamanın ağzından çıkabilecek türden uydurulmuş sözcükler (beci, sürsiyet, turakta -durakta’yı ilkelleştiriyor olabilir mi?-, pekenet), bildik sözcüklere (acele, bacı, yetiş, yarpuz) aşılanıyor ve yalnızca bir kez karşımıza çıkan bu büyük harfle buraya bir işaret mi koymuş oluyor Hüseyin Kıran? Bu iki dizeyi izleyen dizelerde geldiği nokta şurası; 

                  ölmek yetmez delirmeliyim
                  ben kendim ben kendim ben kendim (MK, s. 48)

Eğer denklemi doğru kurmuşsak bu delirme halinin/arzusunun da bir şamanın cinlenmiş halinden (az yukarıda alıntıladığım cinli, ifritli dizeyi düşünürsek) başka bir şey olmaması gerekir.
                 Kıran’daki şamanik yönelimi bir başka boyutuyla gösteren bir başka örnek de,

                  halbuki ağaç… değiliz demek (MK, s. 61)

dizesidir. Kentin bizi uzak düşürdüğü şey, doğa değil, doğayla bir olma halidir. Doğayla bir olma anlayışı birçok pagan inanışla birlikte Şamanizm’de de var. Belki Kıran’ın “yeni bir dinle” geldiğini  söylemesi de buna vurgudur. Yine ilişkili olduğunu düşündüğüm bir başka şey daha var; Kıran’ın su’ya yüklediği işlev. Su, dönüştürücü işleviyle karşımıza çıkar Kıran’ın şiirinde. İnsanın doğadan/doğasından kopuşu da akan suya yapılan müdahaleyle başlar. Nehir, ırmak, dere vs. çoğu yerde bu özelliğiyle girer şiire. Ve Kıran’a göre tersinden bir dönüşüm de gene akan suyla, belki ona yapılacak müdahaleyle gerçekleşecektir. Şöyle der bir yerde;
     
                    köprüleri yıkmayan nehir yetmez oldu bana
                    omzuyla, o sert saldırgan kaldırımlı omzuyla (MK, s. 14)

Dizginlenmiş, ehlileştirilmiş, köprüleriyle, kaldırımlarıyla kentlileştirilmiş nehirdir sözünü ettiği ve bu yüzden,

                    çünkü evet, yatağından çevrilmelidir bu mendebur ırmak (MK, s. 16)

Saptamamızı güçlendirecek bir bilgiyi romanı Gecedegiden üzerine yapılan bir söyleşide Kıran’ın kendisi veriyor; “Amazon içlerinde yaşayan bir kabilenin tabularından birisi akan suyun yönünü değiştirmemektir.”3 Hüseyin Kıran’ın kitabının Şamanizm ve Panteizm üzerinden yeni bir okuması başlı başına bir yazının konusu olabilir. Burada yapılan bir değiniden öteye geçmez.
Kıran şiirinin ses ve biçim özelliklerine ilişkin birkaç noktaya daha değinip yazıyı yavaş yavaş toparlayalım; Yazının başından beri vurguluyoruz; öfkeli bir şiir yazıyor Kıran. Bu öfke hali, kendiliğinden sertliği de bir karakter özelliği olarak yüklüyor bu şiire. Şiirin biçimine, sesine sirayet ediyor sertlik. Kıran şiirindeki kimi sözcük yönelimlerini örneklerken bu durum da biraz açığa çıkmıştır sanıyorum. Kıran, sözcüklerini seçerken onların sadece içerdikleri anlamların sertliğine dikkat etmiyor; bu sözcüklerin çoğu aynı zamanda sert bir fonetiğe sahip. Üstelik hemen her şiirde sert ünsüzlerle oluşmuş sözcükler birbirini kovalarcasına art arda sıralanıyor. “olasız diyalektik” şiirinin başından bir bölümle bunu örneklendirelim;
  
                    yeter yoruldum yeter taşları okumaktan
                    kıpır kıpır rasgele kumaş içinde
                    gövdemde gezinen bir sokucu böcek
                    şimşekler tütünler dökülüyor avuçlarımdan
                    karanlıkta sarı köpek, vebası sabahın
                    gecenin kara kadavrası büyüyerek
                    sızıyor ter içinde şakaklarıma
                    kullanılmaktan kaçındıkça ürkek
                    dünya gibi ben gibi sözcüklerle yaratmak (MK, s. 66)

Kıran şiirinin sesine etki eden bir başka özellikse sözcük sıralamaları. Bu sayıp dökmeler kimi zaman uzadıkça uzuyor. Ama daha çok tercih edilen üçlemeler halinde bu sıralamaların yapılması. Hatırlatmak gerekiyor; İsmet Özel şiirinde de bunun çok sayıda örnekleri var. Ancak, Kıran’ın (yinelemelerin de azımsanmayacak ölçüde kullanılmasına rağmen) yinelemelerden daha çok bu sıralamalara yönelmesini şiirinin temel meselesi olan kent olgusuyla düşünmek daha doğru olur. Yapılarıyla, insanlarıyla, ilişkileriyle, ürettiği her türlü kötülükle kentin sürekli ‘inşa oluş hali’ni tuğlaları sıra sıra dizer gibi sözcükleri yan yana koyarak betimliyor adeta Kıran. Birkaç örnek;

                    madrabazlar kalpazanlar sehpa yapıcıları (MK, s. 15)

                    reçine rakısı, hisar sarısı, konken partisi (MK, s. 33)

                    tavus telekleri, daktilo tuşları telaşlar (MK, s. 48)

                    çay sarhoşluğu, ovalanmış beşik, eterli dantel (MK, s. 52)

Başka bir ses özelliğine geçelim; buna da çok sık başvuruyor Kıran, ilk birkaç sesi aynı olan sözcükleri yan yana getiriyor. “Çanak-çatlak”, “çingene-çinko”, “kaba-kabahat”, “çıra-çır”, “battal-balta”, “kara-kadavra” bu sözcük çiftlerinden yalnızca birkaçı. Bu saydıklarımızla birlikte değinme olanağı bulamadığımız başka birçok özellik bir araya geldiğinde oldukça hızlı bir şiir çıkar ortaya. Kıran’ın yarattığı ses, sanki okuyucuyu iştahla öteki dizede yaratılacak olan sese çağırır. Bu şekilde müziğin tamamlanacağı hissi uyanır okurda. Bu hisle hızın içerisinde bulur okur kendini ve bir süre sonra fark eder bu okuma hızını. Sonradan hızlanan değil, başta hızlı bir şiirdir. Birdenbire bir hızın içerisinde doğmuş ve o hızın yavaşlamaksızın bittiği noktada da son bulmuş bir şiir. Ancak bu hız, dümdüz bir ilerlemenin ve aslında çeşitli insani eylemlerin; özellikle insanın doğayla temasını sağlayan eylemlerin hızı değil; nesnelerin, sürekli yapılaşan ve böylece kenti sürekli bir biçimde kuran katı nesnelerin hızıdır. Bu süreklilikle doğaya temas giderek imkânsızlaşır. Bu temassızlıkla insan da giderek adeta demirle, kumla ‘yapı’laşmaktadır, ‘kent’leşmektedir. Diyebiliriz ki, Kıran zorunlu olarak bu hızın içinde bulmuştur kendini. Kentle, kentin her şeyi yapılaştıran dev devinimiyle çarpışarak da olsa kentin içinde olmak, o yapının ritmine, hızına mahkum eder insanı. O yüzden, şunu der Kıran;

                    durmak!
                    ne büyük nimet (MK, s. 61)

Durumun farkında olan bir şairin yazdığıdır bu iki dize. Bu hızın içerisinde kalmışlığın farkındalığıyla ve biraz da kızgınlıkla, bunu sanki okuruna da hatırlatmak ister. Şöyle;

                   hız kavrayışlı şeydir, bilin! (MK, s. 56)

Bu kavrayıştır onun şiirinin hızının gerekçesi ve bu uyarıyla o şiiri kavramanın yolunun da o hıza ayak uydurmak olduğunu hatırlatır sanki Kıran.

Kaynakça

1. Hüseyin Kıran, Madde Kara/MK, Metis Yayınları, İstanbul, 2004.

2. İsmet Özel, Erbain/ E, Çıdam Yayınları, İstanbul,  1993.

3. Hüseyin Kıran: “Ben, bence düz insanı yazıyorum”, söyleşen: Şengül Can, Edebiyathaber.net, 16 Mayıs 2012, http://www.edebiyathaber.net/huseyin-kiran-ben-bence/