Hüseyin Kıran insanı kendi gerçekliğiyle yüzleşmeye çağırıyor. Buz dağının görünmeyen kısmı. Rüyaların karanlık dehlizleri, dudaklardan dökülen sözcükler, bazen gözden kopan bir bakış. Evet insanlık, nerede kalmıştık? Değiştiriyorum. Daha doğrusu nereden başlamalı? Suç ve ceza, günah, ölüm, aile, toplum, cinsellik, para… Peki bu içimizdeki eksiklik duygusu? Cevapsız bütün sorulara cevap verince bu duygu yani, eksiklik duygusu yok olacak mı ya da azalacak mı?
“İçimde katledilmiş bir varlığın izlerini buluyorum”
Başlangıçta söz vardı. Her şeyi sözle anlatabildik mi? Peki ya dil, dil mi düşünce mi? Hangisi daha yaşlıdır?
Hüseyin Kıran okuyucunun karşısına farklı bir evren çıkartır. Kıran’ın kitapları bir dürtme, bir müdahale, bir sarsmadır. Kıran toplumdaki genel geçer bakış açılarını ters yüz eder. Metinlerinde bir farkındalık üzerinden yürür. Bu farkındalığı okuyucunun karşısına kimi zaman sarsıcı yüzleşmeler, kimi zaman yoğun soluksuz ve aynı zamanda kekeme bir dille yapar. İnsanın en büyük trajedisini gözler önüne serer: dünyada olmak. Ve bunun farkında olmak. Sıkışmışlık duygusu. Kurtulamamak. Onu kendisiyle baş başa bırakmayan her şeye tepki göstermek, uzaklaşmak. Bunun için her şeyi yapabilir Hüseyin Kıran’ın roman kişileri. Kararlıdır. Kişinin benliğinin, zihninin derinlerindeki benle yüzleşmesi. Hangi yanımızı ortaya çıkacak? Belki bundan bile habersiziz. İnsanın karanlık yanları. Bilinçdışı. Yabancı. Ne kadar da zor. Derinlerdeki benle yüzleşmek.
Bu çalışmada Hüseyin Kıran’ın metinlerini ve bakış açısını Lacan üzerinden incelemeye çalışacağız. Kıran’ın dile bakış açısı da Lacan ile aynı yöndedir. Kıran dilin başkaları tarafından icat edildiğini ifade eder. Bu durum yazarı rahatsız etmektedir. Kendisini ifade edebilmek için sözün anlamını zorlar. Yeni ifade kalıpları ve imgesel bir dil geliştirir. Alegoriye sıkça başvurur. Gündelik dilin uzağındadır yazar. Burada da dille bir karşı çıkış söz konusudur. Metin kendini açık etmez kolayca.
Yapacağımız bu çalışma da, tıpkı Lacan üzerine yapılan birçok çalışma gibi, iddiasızdır. Tedirginlik yaratır. Belki de yapılmaması gereken bir çalışmadır. Bu çalışmada en önemli sorunlardan biri tabii ki çeviri sorunu ve bunun dışında Lacan’ın kendine has üslubu. Lacan’ın diliyle ilgili Televizyon adlı eserin sunuş yazısında Ahmet Soysal şunları söyler:
“Lacan, ‘manyak’ diline ve ‘tik’lerine, zorluğuna hatta yer yer anlaşılmazlığına, ‘soytarı’ görünümüne rağmen Freud’un miras bıraktığı spekülatif teoriye en çok katkı yapmış görünen kişiliktir.”
Lacan neden bu denli önemlidir? Çünkü dilbilim ve psikanaliz arasında bir ilişki kurmuştur. Saussure ve Jakobson’dan etkilenmesinin yanı sıra, Dilbilim anlayışı bakımından da Chomsky’ye yakındır. Psikanalizin temel unsurlarından olan bilinçdışını Lacan dil insan ilişkisi ile açıklar. Bilinçdışının fikirlerde olduğunu savunur:
“Söz gelimi bilinç dışına bastırılan organizmanın içinden kaynaklanan uyarımlar değildir. Ancak bunlarla ilişkide bulunan fikirler bilinçdışına bastırılır." (Tura, s. 67)
O kendini tamamlayamayan…
Lacan bilinçdışı oluşumunun sosyalleşme ve birey olma arzusuyla ortaya çıktığını düşünür. Oidipus dönemine dayanan bu sosyalleşme arzusu ensest yasağının getirilmesi ile başlar. Bu dönemde çocuk anneden bağımsız bir birey olma yoluna girerken, aynı şekilde içinde bulunduğu toplumun kuralları ve dilini de alır. Bu toplumsal normların, kalıpların içine çekilir. Onların şekline girmeye çalışır. Ona göre şekillenir.
İnsan kendisini dil ile hiçbir zaman yeterince özgürce ifade edemez. Çünkü dil sınırları içerisindedir. Toplumun ona biçtiği rol, cinsel kimlik bunların hepsi bireyi kısıtlayıcı etkenlerdir. “İnsan yavrusu dil ile kültürel bir kurum olan aile ve ailenin söylemi sayesinde tanışır.” (Tura, s. 171)
Bu çalışmada konu gereği (tam açıklamak mümkün olmasa da) bahsedilmesi gereken bazı kavramlar vardır: Bilinçdışı ve bununla ilişkili olarak bilinç, yarılma ve bastırma. Bu Hüseyin Kıran’ın roman kişilerini tanımak bakımından da dikkate değerdir.
Hüseyin Kıran bir söyleşisinde insanın o tanımadığı, el atamadığı alanı tanıtmaya çalıştığını söyler. Kendi içimizde bir şeyler öldürerek var olmak. Ya da var olmaya çalışmak.
“Mesela, senin yüzde otuzun ya da benim yüzde otuzum yok. Ya da hiç ortaya çıkmamış. Hiç konuşulmamış. Ve biz bu yüzde otuzun, atıyorum tabii bu rakamı, yüzde otuzun yüzde on beşini kendimiz bile bilmiyoruz. Oraya hiç dokunmuyoruz. Yani hiç ilişki kurmuyoruz. Ama bu var. “İçimde katledilmiş bir varlığın izlerini buluyorum” diyor yine Beckett, o da buraya bir atıf. Yani kendi kendimizin içinde bir şeyleri öldürerek, ancak var olabiliyoruz.”
Arayışa devam…
Peki, Lacan’a göre bilinçdışı nedir? Bilinçdışı mümkün müdür? Bu soruyu yanıtlayabilmek için öncelikle bilinç nedir, sorusuna yanıt vermek gerekir? Lacan konuyu Descartes’e kadar dayandırır. Onun “düşünüyorum, o halde varım” sözünü çıkış noktası kabul eder. Yani bilincin kendi kendini algılamasından yola çıkar:
“Düşündüğümü doğrudan, sezgisel olarak algılıyorum, işte bilincin temel özelliği budur, kendi kendini algılaması özne-nesne ikiliğini ortadan kaldırması.“ (Tura, s. 100)
Psikoloji ve psikiyatri de bu konuya Lacan ile aynı noktadan bakıp bilinci “farkında olmak ve farkında olduğunun farkında olmak” şeklinde tanımlar. (Tura, s. 100)
Sartre, bilinç meselesi kaygı ve seçim olduğunu savunur. Ama hapishanede olmayı ya da çirkin olmayı seçemeyeceğimizi de ekler. (Tura, s. 109)
Fakat dil düşünceyi olduğu gibi yansıtmaz, yani bir araç değildir.
“Dil düşünceye kendini kabul ettirir. Dil ‘toplumsal- uzlaşısal’ bir kurumdur ve salt bireysel düşüncede yoktur.” (Tura, s. 110)
İnsan eksiklik duygusuyla dünyaya gelir. Doğumla birlikte başlayan o kendini arama süreci yaşam boyu devam eder. O kendini tamamlayamayan varlık, aslında hiçbir zaman bu duyguyu içinden atamayacaktır. Geçici tatminlere başvurur. Toplum kurallarına göre hareket eden kişinin, birey olmasıyla birlikte bu eksiklik duygusu daha da artacaktır. Çünkü dünyadadır ve bu duygunun ölüm ile de yok olmayacağını söyler Lacan. Çünkü ölen bedendir, bilinç değil.
“İnsan kendi gerçeğini bilinçdışı kılar, insan kendi gerçeğini önce ailenin, sonra diğer kültürel kurumların söyleminden dolayımlanarak düşünürken, esas otantik gerçeği bilinçdışı kılmıştır.” (Tura, s. 110)
Bu durumu, “bu kendini kandırma mekanizmasını bizzat dilbilimsel göstergenin yapısına bağlamak mümkündür.” (Tura, s. 113)
Yani bilinç, “Ancak bilincin açık seçik olduğu doğrularının insanın kendi otantik gerçeğinden kopmuş bir yalan olduğunu görmek gerek." (Tura, s. 113)
Dil bilinçdışı için gereklidir. “Lacan’ın vurgulamak istediği, bireyin kendinin de dil içinde bir konuda konuştuğudur.” (Tura, s. 152)
Yani düşünce açısından da sınırlıdır, özgür değildir.
“İnsan kendi gerçeğini toplumsal norm sistemlerine göre düşündükçe bir bilinçdışına sahip olur.” (Tura, s. 177)
Bu çalışma için bir de “yarılma” konusuna değinmek gerekir. Yarılma nedir? Yarılma aslında bilinçdışı oluşurken meydana gelir. Ya da aslında bilinçdışının oluşumuyla tamamlanır. Dil ile karşılaşan kişi bilinç ve bilinçdışı olmak üzere iki alan oluşturur. Asıl yapmak istediklerimiz bilinçdışındadır. Toplumsal olanın dışındadır. Yani bu nedenle bütünlükte bir yarılma meydana gelir. Bütünlük denilen kavram ise başka bir tartışma konusudur. Kısacası bu durumun temelinde bilinçdışı vardır. Bu iki alan ilk andan başlayarak birbirine yabancılaşır. Zaman geçtikçe daha çok uzaklaşır. Bu durumda birçok şey olabilir. Bireyin topluma uyum sorunu, yabancılaşma başta olmak üzere. Birey kendini doyum noktasına ulaştıramadığı duygularla da baş etmeye çalışır. Tutkularla. Varmak, gitmek, dönmek, bir yerlerde tutunamamak… Birey olmuştur ve dönemez, zira dönmek sıkıntılı bir eylemdir.
“Çıkan sonuç şu: Kişi belli duygulanım ve heyecanı bilinçli olarak yaşantılar, ancak bunlara denk düşen fikirler her zaman bilinç alanında yer almaz; esas fikirler bilinç dışı kalırken, bunların yerine başka fikirler bilinç alanını kaplar: kişi duygularını tamamen farklı fikirlerle yorumlayabilir.” (Tura, s. 67)
Psikanalizde açımlanan varlığın kendisi ile ya da en mahrem psişizması ile davranışın, kültürün, bilinçli söylemin öznesi arasındaki ayrılmadır. Yani, “Oidipus aracılığıyla simgesel sisteme geçme özneyi kurar ve gerçeklik sistemini oluştururken yarattığı yarılma da bilinçdışına sebep olmaktadır. Kültürün yabancılaşmalar zincirini başlatan “ (Tura, s. 181) bir diğer kavram ise bastırmadır. Lacan bastırmayı metafor olarak düşünür ve böylece malzemesi yine dildir.
“Dilbilimsel bir metafora benzer bir süreçtir. Metafor, dilbilimsel bir göstergenin yerine, onunla eş zamanlı ilişkide bulunan bir başka gösterenin ikame edilmesi edimidir. (Tura, s. 192)
Lacan’ın bastırma mekanizmasını açıklaması dilbilimsel metafor kavramına dayanır.
“Demek ki Lacan’a göre bastırma, simgesel arzulara toplum tarafından kabul gören daha ‘uygar’ simgelerin ikame edilmesinden ibarettir. “ (Tura, s. 71)
Kıran’ın romanlarını bu bağlamda okumak, yine Lacan okumasına eşdeğer gibidir.
Bilinçdışı bir dildir ve roman kişileri bu dilden konuşur. Kıran’ın roman kişilerinde yarılmalar ön plandadır. Bu kişiler ben ve ötekini fark eder. Ama bununla birlikte toplumsallaşır. Kendisini dilin ve ailenin kalıplarına sokar. Ya da buna karşı çıkar. Derinlerden bir yerlerden karşı çıkar. Bu durum onda bilinçdışını ortaya çıkartır. Lacan bilinçdışının simgelerden oluştuğunu ve bu nedenle dil gibi yapılandığını ifade eder.
Son söz yerine ya da.
“O benden her seferinde daha çok olan varlığım.”
Gecedegiden roman kişisine baktığımızda “ne insan ne hayvandır” tanımı yapılır. Burada kendi ve ötekinin bir şekilde farkında olan bilinç vardır. Bu bilinç aynı zamanda toplumsalı da reddeder. Bu durum Lacan’a göre şöyle de yorumlanabilir:
Aileyi reddetmek, Oidipus kompleksinde aslında babanın adını reddetmektir. Hüseyin Kıran’ın romanlarındaki dili kullanma şekline, bu arayışa bu açıdan da bakılabilir. Karakterlerin toplumla ve sistemle uyum sorunu vardır. Hatta toplumsallaşamamak gibi bir sorun. Çünkü toplumsallaşmanın bedeli ağırdır. Bir yanıyla bu yüzleşmeye yaklaşan, bir yanıyla bunu reddeden. Bu nedenle roman tekinsiz, kaygan, yüzlerce gerçeğin göründüğü parçalardan oluşur. Kırık bir zamandan bakar yazar. Kişiler parçalanmış kişilikleri ve yarılmalarıyla tanıtılır.
Okur da roman kişileri ile birlikte yeni keşifler yapar. Benliğinin kontrol edemediği, haberdar olamadığı noktalarına değinir. Buna en iyi örnek Gecedegiden romanıdır. Resul’de ise dil bir yönüyle susar. Ve susmak da bir ilişki kurma biçimidir. Acılar Resul’de olgun bir biçime dönüşür. Resul bir çığlık, yakınma, acının sonrasındaki refleksle verilen bir tepki değildir. Esas gerçek bilinç dışında kalır. Gerçek orada yüzlerce parça olur. Roman kişileri iç dünyalarını algılayıp kendileriyle yüzleşir. Yeni keşifler yapar. Benliğinin kontrol edemediği noktalarını, yönlerini açığa çıkarır. İç dünya “kendi içinde kapalı ve kendi iç dinamikleri olan bir sistem olarak düşünülür.” (Tura, s. 43)
Hüseyin Kıran insanı kendi gerçekliğiyle yüzleşmeye çağırıyor. Buzdağının görünmeyen kısmı. Rüyaların karanlık dehlizleri, dudaklardan dökülen sözcükler, bazen gözden kopan bir bakış. Evet insanlık, nerede kalmıştık? Değiştiriyorum. Daha doğrusu nereden başlamalı? Suç ve ceza, günah, ölüm, aile, toplum, cinsellik, para… Peki bu içimizdeki eksiklik duygusu? Cevapsız bütün sorulara cevap verince bu duygu yani, eksiklik duygusu yok olacak mı ya da azalacak mı?
Hiç yakalandın mı, kendi düşüncenin üzerine düşünürken? Ya da bu düşündüğünün üzerine düşünürken, evet işte tam da bu? Bunu yaparken yakaladın mı kendini? Düşüncenin üzerine düşündüğün zaman düşünmekten nasıl kurtulacaksın? Ey insan! İnsanın trajedisi de buradan gelir.
Resul romanında başkişi Resul, dış dünya tarafından kuşatıldığını hisseder. Bunu en çok da kendine dönmek istediği zaman algılar. Ben ve ötekinin farkına vardığında. Çünkü artık bir bütünün parçası gibi hissetmez kendini. Resul için, şimdi hiçbir zaman şu an olmamıştır. Geçmişi de kendi içinde taşır. İnsanın en büyük yazgısıdır. Algılar, hatırlar. İyiyi ve kötüyü, bir kokuyu, bir tadı, bir rengi şimdiye ve geçmişe dair her şeydir.
“Sanıyorum bütün bedenim açık kapılarla dolu.” (Resul, s. 11)
Kıran’ın roman kişilerinde acı çeken bir bilinç söz konusudur. Ama kişiler bu bilinç halinden kurtulamaz. Gövdesini düşünürler. “Gövdeden dahi kurtulmak mümkünken bilinçten kurtulmak mümkün değildir.” (Resul, s. 15)
Bilinçten kurtulmak için birçok şey yapar Resul. Bilinci yok etmek adına. Ya da çoğaltmak. Çoğaltıp asıl benliğini unutmak. Hatta bunun için tuğlalar (düşünce kalıpları) üretir. Daha sonra başkalarının düşüncelerinden yaşamayı dener. Ya da başkalarının bedenlerinde. Sıradan bir taşa dönüşür kimi zaman, kimi zaman köpeğe. Ya da akvaryumdaki balıkların bilinciyle yaşamak ister. Onların zihinlerinin işleyişi üzerine düşünür. Kendini bundan alı koyamaz.
Sonsuz huzuru nasıl bulur insanoğlu? Ölmekle mi, yaşamakla mı, çalışmakla mı, olmakla mı? Yazar olmak, doktor olmak, olmaların toplamı nereye çıkar? Daha ne kadar insan olunabilir ki? Mesela birini öldürebilecek kadar. Herhangi bir yere dışkılayacak kadar, ya da birini dövebilecek kadar ya da hayvan olabilecek kadar.
“O benden her seferinde daha çok olan varlığım.” (Resul, s. 23)
Resul, romanın ilk bölümlerinden itibaren önce duyularından (duymak ve görmek gibi) kurtulmak, sonra bedeninden ve bilincinden kurtulmak ister. Roman Resul’ün anne dediği kadın Hafize ve bakımından kurtulmak için bahçeye yerleştirdiği babası, kiracısı Işıl ile yaşadığı apartmanda geçer. Daire dedikleri bir birim tarafından da emirler almaktadır. Fırın sahibi Mahir Bey ise işçileriyle birlikte zaman zaman romanda karşımıza çıkar. Mahir Bey, maddi gücü yerinde ve bununla istediği birçok şeye sahip olan biridir. Resul romanın sonunda onun da bedenine girer ama bu durumdan da memnun kalmaz. Hiçbir şekilde huzur bulamaz Resul. Ne taş olduğunda, ne bir köpek, ne akvaryumda bir balık ne de Mahir Bey’in bedeninde yaşadığında.
Hüseyin Kıran’ın Benim adım meleklerin hizasına yazılıdır adlı son kitabı adının Ruhi Bey olduğunu söyleyen başkişinin kendisini dünya ile bağlayan bağlardan koparmak, insan biçimli varlığın dışına çıkmak isteğiyle başlar. Bunun için roman boyunca Ruhi Bey, oksijenden kurtulmak için nefesini tutmak, kendisini Haliç’in sularına bırakmak gibi birçok yolu dener. Denediği her şey başarısızdır. Bu olay sonucunda Ruhi Bey, bir psikiyatri kliniğine kapatılır. Ruhi Bey burada yeni bir evren tasarlama işine girişir. Kendini peygamber ilan edip, kendi dininin kurallarını, emir ve yasaklarını tebliğ eder:
“Başlangıçta ben vardım,” (Benim adım meleklerin hizasına yazılıdır, s. 27)
Amacı toplumu bilinçlendirmektir. Yaptıkları kısa zamanda dikkat çeker ve hastanede kalan diğer hastaları etrafına toplar. Bay Bu, Bayan Fısıltı, Bayan Hı, Fasoncu, Sarı Sakal.
Hastaların Ruhi Bey öncülüğünde çıkardığı ayaklanma sonucu hastalara yiyecek verilmez ve hastalar cezalandırılır. Böylece birçoğu geri adım atar ve Ruhi Bey’i suçlar. Ruhi Bey’in iktidar oyunu hüsranla sonlanır ve kendisi devrik bir lider olarak kalır.
Gecedegiden romanında da kahraman toplumdan kaçarak sığınacak bir yer arar. Bir mezarlık onun için doğru adrestir. Orada her şeyle bağını kesmek ister. Dünyayla. Konuşmamak, dinlememek, duymamak için çaba harcar. Duyuların bedene saldırısı bu kitapta da söz konusudur. Ama başaramaz. Birileri gelip onu bulur. Sesler, gözler, kulaklar. Hastalanır. Vücudunun hastalıkla savaşmasını izler. Hiçbir şey yapmadan. Bir kez daha umutlanır ama yenilir. Sağlığı düzelmiştir. Bu defa yeni bir yaşam tasarlamak ister. Yeni bir insan tasarımı. Kıran’ın roman kişilerinde olmak diye bir şey yoktur. Kıran romanlarında bu arayışı devam ettirecek gibi görünüyor.
Kaynakça:
1. Tura, Saffet Murat, Freud’dan Lacan’a Psikanaliz, 5. Baskı, Kanat Yayınları, 2012.
2. Lacan, Jacques, Televizyon, 1. Baskı, Monokl Yayınları, 2013.
3. Kıran, Hüseyin, Resul, 1. Baskı, Metis Yayınları, 2006.
4. Kıran, Hüseyin, Gecedegiden, 1. Baskı, Ayrıntı Yayınları, 2011.
5. Kıran, Hüseyin, Benim adım meleklerin hizasına yazılıdır, Ayrıntı, 2013.
6. http://www.edebiyathaber.net/huseyin-kiranla-soylesi