“Elif be te se cim ha hı dal...”
Hoca sakalını sıvazladı: Güzelll... Yanındakinin rahlesine vurdu cetveliyle. Siyah cübbesine bakıyordu çocuklar, elifbayı sayarken.
Yazdı, tatildi, sıcaktı, Arapça zordu, sıkıcıydı, hoca kimyon gibi kokuyordu. Sırasını savmış olmanın rahatlığı vardı Serap'ta. Arkadaşlarına baktı. Doğru sayanlar rahat; aralarında konuşuyorlardı. Sayamayanların başları rahleye eğilmiş, ellerine inecek cetveli bekliyorlardı.
“Elif be te se ha hı dal ...”
- Cim nerde ha! Cimmmmm... Şak!
Katlanmak zordu o sese. Biliyordu da acısını. Daha iki gün öncesi... Tüm gün elleri bacak arasında, iki büklüm oturmuştu. “Allah cezasını verir,” demişti annesi bir keresinde. “Kötülük yapan kötülük bulur.” Düşünmüştü o da: Aslı yanlış mı biliyordu? Kötü müydü o yüzükleri almak? Hacı teyze de yanlış biliyordu o zaman. Her gördüğünde, bahçesindeki elma ağacını gösterip: “Göz hakkı al kızım.” Müslüm amca böyle demezdi: “Şu ağaca yaklaşmayın, yoksa...” Pazara gitmesini beklerlerdi. Sonra hemen çıkarlardı ağaca. En irilerini en parlaklarını koparırlardı. Daha tatlıydı hacı teyzeninkilerden.
Sonra pazarcıların koca koca sergileri vardı. Bir sürü de elmaları, portakalları, domatesleri, yüzükleri... Aslı demişti, yalnız ben yapacağım. Bir senin hakkın için alacağım, bir benim hakkım. O niye yapamazdı ki? Kendi hakkını alamaz mıydı? Yasak sana, demişti Aslı. “Ben senden büyüğüm, bana yasak olmaz.” Göz hakkı, ona da yasak olamazdı. Diretmişti Serap. Kendi hakkını kendi almıştı. Müslüm amcanın gidişini bekledikleri gibi beklemişlerdi, pazarcının kafasını çevireceği anı.
En son Zübeyda okurdu. Bilemedi mi, ona da cetvelle vururdu hoca. Sessizdi, sakindi, hocanın kızıydı, kimse sevmezdi. Serap iyi davranırdı. Gel dese de gelmez yanına, uzaktan gizli, sinsi izlerdi bahçedeki oyunları. Zübeyda doğru saymıştı, ders bitmiş demekti. Caminin yeşil kapısı aralandı. Mermer zeminde yankılanan küçük adımların sesleri, çocukların çığlıkları, rahleleri toplayan hocayı sinirlendirdi: “Zübeyda buraya gel! Topla rahleleri!”
Rüzgârda savruluyordu Serap'ın elindeki tülbent. Adımları kocaman, kolları savruk, terlikleri şıpıdık. Sokağın başında oturan Yıldız'la Zümrüt, önünü kestiler. Arkalarında Aslı da vardı.
- Nereye gidiyorsun kâfir?
- ...
- Bir de Kuran kursuna gidiyor. Bak şuna!
Zümrütlerin oturduğu apartmanın kömürlük katına indiler. Ne olduğunu anlamasa da, peşlerinden gitmesi gerektiğini düşünmüştü. Yıldız'ın kapkara gözleri parlıyordu karanlıkta. Serap'ı ittirdi, sonra kollarından tutup duvara dayadı: “Seni hırsız! Demek, Aslı'yla yüzük aşırdınız ha!” Arkada, başını ellerinin arasına almış Aslı'ya, Yıldız'ın yüz ifadesine bürünmeye çalışan Zümrüt'ün dalgalanan yüzüne baktı. “Göz hakkımızdı, onlar.” Yıldız ellerini beline koymuş bağırarak konuşuyordu: “ Sokağımda böyle şeyler istemem. Benim babam kapımızın önünü bile süpürüyor. Her vatandaş, kendi kapısının önünü temiz tutmalı. Hırsızlar temiz sokağımızdan atılmalı.”
“Söyleme kimseye, söyleme n'olur” diye yalvarmıştı Aslı. Yüzüklerini Yıldız'la Zümrüt'e vermeleri gerekti. Söyleyecekti yoksa. O gün küstüler Aslı'yla. O günden beri, yalnız gider oldu eski Rum evine. Kızgındı, Yıldız elini göstere göstere yürüyordu sokakta. Habire, saçını kulağının arkasında atıyordu. Bir tek, eski Rum evini dolaşmak iyi geliyordu Serap'a. Yerdeki gazete kâğıtlarının manşetlerini okumayı seviyordu. Havaya kalkan toz bulutunun içinden geçmeyi, “polis kovalamacasında pencereden bakan kadın vuruldu”, cam kırıklarının üzerinden atlamayı, “Antalya'da trafik kazası: 2 yaralı”, paslanmış teneke kutularına tekme atmayı da seviyordu, “Yok böyle talihsizlik!”
Mevlite çok az kalmıştı. Annesi günlerdir hazırlık yapıyordu. Kilolarca pirinç ve irmik alınmıştı. Sonra bir de minik beyaz kutular içindeki akide şekerlerinden. Şehir dışından akrabaları bile gelecekti. Heyecanlıydı Serap. Mevlit de düğün kadar önemli bir şey olmalı diye düşünüyordu. Yoksa niye gelsinlerdi ki tee oralardan? Aslı ne yapıyordu acaba? Bu kadar önemli bir gününde gelmezse, iyice küsecekti ona. Yüzüne bile bakmayacaktı. Oyun oynayamıyordu Serap. Televizyon da seyredemiyordu. Annesinin telaşlı halleri, sürekli temizlik yapması, “çekil kızım ayak altından”ları yüzünden, evde de duramaz olmuştu. Akşama kadar Rum evinde oyalanıyordu o da.
Son gün, hoca herkese hatim duasını okuttu. Her zamankinden de sinirliydi. Cetveli titriyordu elinde. Kursu bırakanlar arttıkça, kimseye vuramaz olmuştu. Sürekli bağırıyor, Zübeyda'ya vurup duruyordu. Mevlitte nasıl davranmaları gerektiğini söyler söylemez dersi bitirdi. Derin bir soluk aldı çocuklar. Hücum ettiler caminin kapısına. Koşarak gittiler evlerine. Serap, eve gitmek istemedi. Annesi yarınki mevlit için ordan oraya koşturuyordur, şehir dışından gelen akrabalar bütün odaları doldurmuştur. Hepsi elini öptürür, dua okutturur, sonra tü tü tü maaşallah'ları, dinimizin kaideleri, Hz. Muhammed salla'llahu aleyhi ve sellem'leri.
Her gün yaptığı gibi, eski Rum evinde oynamaya gitti Serap. Bahçeye bakan duvarı yıkılmış arka odada Zübeyda'yı gördü. Yere oturmuş, elindeki tülbendi yüzüne bastırıyordu. Yanına gitti, niye ağladığını sordu. Cevap alamadı. Oturdu. Hiç ses çıkarmadan bekliyordu. Zübeyda ağlamaya devam etti. Hıçkırıklarının arasından yarım cümleler işitiliyordu. Bıkmıştı, kaçacaktı o evden. Ne günahı vardı. “O çocuk... babam... Allahım ... et! beşik... kertmesi.” Hiçbir şey diyemedi. Beşik kerti de neydi ki? Rum evinden çıkar çıkmaz Zübeyda, Serap'ın koluna girip camiye doğru sürüklemeye başladı.
Caminin avlusuna geldiklerinde, işaret parmağını dudaklarının üzerine koyup göz kırptı Zübeyda. Önce içeriye kendi girdi, sonra Serap'ı çağırdı. Hocanın her zaman oturduğu köşeye gitti, duvara asılı yeşil halıyı kaldırdı. Altında kahverengiye boyalı ahşap bir kapı vardı. Kapı karanlığa açılıyordu, gaz lambası aldılar ellerine. Serap minareye hiç çıkmamıştı. Çocuklara yasaktı.
Gaz lambasının titrek ışığı ancak adımlarını aydınlatıyordu. Merdiven dik ve daracıktı. Çık çık bitmiyordu. Minarelerde doksan dokuz basamak olurdu ve her basamak Allah’ın bir adı içindi. Rahman, Rahim, Bâsir, Bâsit, Cebbar, Gaffar, Habir, Hâsid... “Zübeyda, ya buraya çıktığımızı anlarsa baban?” Zübeyda, “Kötü bir şey yapmıyoruz ya! Yalnızca sokağa bakacağız,” dedi. Merdivenin sonuna geldiklerinde kapıyı ittiler, ışık gözlerini aldı.
Bütün sokak görünüyordu minareden. Güneş, gözlerini kamaştırıyordu. Renk renk binalar, kırmızı kiremit çatılar, bahçelerdeki ağaçlar... İşte oradaydı evi, sarı apartmanın ikinci katında. Üç bina sonrası, Aslıların apartmanı. Onun yanında Hacı Teyze’nin bahçeli evi, ondan sonra da Müslüm amcanınki. Sokağın sonundaki bordo binanın arkasında genişçe, bir sokak vardı. Her cumartesi, pazar kurulurdu orda. Zübeyda'ya döndü, o da evine bakıyordu.
- Zübeyda, sana bir şey soracağım.
- Sor.
- Göz hakkı almak günah mı?
- Yooo... Asıl, göz hakkını vermeyenler günah işlemiş olur.
- ...
- Biliyor musun seneye on beşime gireceğim. O zaman evlendirecek beni babam.
- Beşik kertin yüzünden mi?
- Beşik kerti değil, beşik kertmesi. Bilmiyorum, neden. Babam öyle istiyor.
- Evlenince ne olacak?
- Sen daha küçüksün, anlamazsın ne olacağını. On dört yaşına girince anlatırım.
Akşam oluyordu. Hocanın, evden çıkıp camiye yöneldiğini gördüler. Koşarak indiler karanlık merdivenleri, abdesthaneye saklandılar. Şimdi hoca, yeşil halıyı kaldırıp ahşap kapıyı açacak, merdivenlerin başındaki kayıt cihazının düğmesine basacaktı. Ezanın sesi minarenin hoparlöründen sokağa dağılırken, sessizce çıktılar abdesthaneden. Vakit geç olmuştu ve eve gitmesi gerekiyordu. Zübeyda'yı avutacak hiçbir şey söyleyemedi. Sadece sarıldı ve evine doğru koşmaya başladı.
Serap çatal bıçak seslerini duydu apartmanda. Merdivenlerde annesinin sesi yankılanıyordu. Birilerini çağırıyordu sofraya. Eve girdiğinde azarlanacağını biliyordu. “Nerdesin kızım? Bu saate kadar kalınır mı dışarda?” diyeceklerdi. “Artık hatim indirmiş koca bir kızsın, uslu olmalısın,” diyecekti misafirlerden biri. Yemek yenecek, yasin okutturacaklardı ona. Belki de yemekten sonra misafirler için aldığı mevlit şekerlerinden verirdi annesi. Göz hakkı için...