İsminizi Nasıl Alırdınız?

Tuğçe Ayteş
Derrida’ya göre, kişi kendi varlığını kendi başına onayamaz. Ona sınırlarını açık edecek bir yere, onun varlığını yansıtacak bir ötekiye veya kendisine başkası tarafından verilen bir isme gereksinim duyar. İşte Gecedegiden’in isim, aslında varoluşuna onay arayışı…

 

Şu an bu yazıyı yazıyorum. Yazıyı parmaklarımı ve bilgisayarı kullanarak yazıyorum. Yazım, harflerden oluşuyor. Elbette bir ismim var. Herkesin, her şeyin bir ismi olmak zorunda. Birine hitap ederken, bir şeyi kastederken onun ismini söylemek, göstermek veya yazmak durumundayım. Düşünürken bile o isimle düşünmem gerekli. Platon ve Aristoteles’ten beri bu isimlendirme olayına kafa yoruldu ve sınıflandırmalar yapıldı. Ama Hüseyin Kıran’ın Gecedegiden karakterinin bir sorunu var, ciddi bir sorunu: O hayata isimsiz başlıyor, ismi varsa da bilmiyor ve öğrenmesinin imkânı yok.
Gecedegiden’in ismini edinme sürecini ve bu süreçten sonrasını Derrida’nın birbiriyle hem bağlantılı hem de birbirinden bağımsız okunabilen üç denemesi Khôra, Çile ve İsim Hariç ışığında değerlendirmeye çalışacağım. Öncelikle bu üç deneme hakkında kısa bilgi vereyim. Khôra’da Derrida “khôra” sözcüğünün izini sürer. Platon’dan itibaren hem anne, süt anne gibi dişil bir anlama hem de yer yurt gibi anlamlara bürünen Khôra’yı Derrida varlığı mümkün kılan ötekilikle bağdaştırır. Çile, ritüel haline gelen sorumluluklarımızın özünden uzaklaştığından bahseder. İsim Hariç tamamen dil üzerinden Tanrı kavramı ve gizemciliği değerlendirir. Bu üç denemenin ortak noktası isimden/addan bahsetmeleri. (Hüseyin Kıran “ad”, Derrida’nın çevirmeni “isim” kelimelerini kullandığı için olduğu gibi bıraktım ama ikisi de aynı şeyi kastediyor.)
Derrida’ya göre, kişi kendi varlığını kendi başına onayamaz. Ona sınırlarını açık edecek bir yere, onun varlığını yansıtacak bir ötekiye veya kendisine başkası tarafından verilen bir isme gereksinim duyar. İşte Gecedegiden’in isim, aslında varoluşuna onay arayışı…

1. Yer edinme
(Daha ismini almadığı için) Karakter, başka insanlardan uzak korunaklı bir “ada”, bir “sığınak” arayışındadır. Kendini dış dünyadan ve ötekiden tamamen soyutlamayı istemektedir. “Şartlar başkalaştı. Kendime sığınacak bir yer bulmalıyım.” (Gecedegiden, s. 11) Bu yerin en ideal yer olması gerekmektedir. “Fakat girişimlerime başlamadan önce nasıl bir yere gereksinimim olduğunu kesinlemem gerek.” (Gecedegiden, s. 12) Ağaçları inceler, toprağı inceler, toprağı dener ama hiçbirini uygun bulmaz. Sonunda ne olduğunu tam anlayamadığı bir yere girer. “Sonunda başarmış, bu kovuk ya da in, ne denirse, küçük sığınağa hiçbir uzvum dışarıda kalmadan yerleşmiştim.” (Gecedegiden, s. 16) Başta buradan çok memnun kalsa da burada tek olmadığını fark etmesi uzun sürmez. “Bir yeri size ait kılan bir şey varsa o da, oraya başkalarının girememesidir; en azından sizin izniniz olmadan. Halbuki bu harikulade kutu bana ait sayılmazdı.” (Gecedegiden, s. 17) Orada, muhtemelen ondan önce yerleşmiş bir yılan vardır. Birlikte yaşamaya alıştıklarını düşünse de yılan onu sokar ve karakter zehirli bir ısırıkla oradan ayrılıp yoluna devam etmek zorunda kalır.
“Gidilmesi mümkün olmayan yere gitmek, bu bir yer değiştirme veya karar olmayacak, bir programın sorumsuzca izlenmesi olacaktır. Mümkün tek karar, karar verilmeyenin ve imkânsızın deliliğinden geçer: Gidilmesi imkânsız olan yere gitmek.” (İsim Hariç, s. 54-56) Karakterin kendine ait bir alan, bir varoluş alanı yaratma çabası ve ötekiyle bir arada yaşama çabası böylece başarısız olur, aslında zaten imkansızdır. Varoluşunu onamanın başka bir şeklini bulmak için yola devam etmesi gerekir…
2. Öteki edinme
Karakter ne insan ne hayvan olarak tanımlansa da kendi varlığını doğrulayacak bir öteki arzusu onu, o ötekiyi bizzat yaratmaya kadar götürür. Karakter annesini tanımaz, hayatındaki kadın boşluğunu bir şekilde dolduracak bir dişi yaratmaya karar verir. “Acı çekemeyen bir varlık tamamen değersizdir. Böylesi bir varlık, amaçsız varoluşuyla, yalnızca gerçekten yaşayanların hayatına bir fon oluşturuyordur. Onlarla insani içerikte ilişki kuranlar, zavallı ve hasta zihinli sayılmalıdırlar.” (Gecedegiden, s. 34) “Her şeyi başlatan, bana hizmet etmekle yükümlendireceğim bir mahluk yaratma kararı oldu.” (Gecedegiden, s. 35) Ama bu kadının fiziksel ve psikolojik özellikleri tamamen karakterin isteği doğrultusunda yaratılmıştır. “Böylece, şöylece özetleyebiliyorum ilk tasarımımın mucizevi özelliklerini: Yiyerek tüketmeyen, ses çıkararak çevresini kirletmeyen bir varlık, bir tür melek.” (Gecedegiden, 40)
Ataerkil bir zihniyetin eseri olan bu varlık, kendi başına var olamayacak şekilde tasarlanmıştır ve başlangıçta öyle de olur. Ama bu noktada Derrida’ya da kulak verelim: “Khôra’yı tarif edecek has -fakat zorunlu olarak yeterli olmayan- figürler yine bu kozmos içinden alınacaktır: toplama yeri, iz taşıyıcı, anne veya sütanne.” (Khôra, s. 81) Karakter, ne kadar kendine itaat edecek bir öteki yaratma peşinde gibi görünse de varlığını onaylayacak ve dağılmışlığını toparlayacak bir anne, bir kadın figürüne olan ihtiyacını dışavurmuştur.

3. İsim edinme
Kendine özel bir yer edinemeyen ve kendi ötekisini de kendi yaratan karakter var olmak için yanıp tutuşmaktadır. Burada önemli bir eksiği keşfeder: Bir ismi yoktur. İnsana, hayvanlara, bitkilere ve nesnelere adını hep başkaları verir. Karakter anne babasını tanımaz, ismi var mı yok mu bilmez, öğrenmesine de olanak yoktur, etrafında ona isim verecek bir öteki de yoktur. Kendi yarattığı varlık sadece ona hizmet etmek için tasarlanmıştır ve ad verme yetkisi yoktur, zaten onun da adı yoktur. Karakter kendi kendine isim veremeyeceğinden ismin ona gelmesini beklemelidir.
“İnsan hayatta adına tutunur. İşte buydu, buydu beni bu denli zavallı yapan, durmadan yüzmek zorunda bırakan; bir adım yoktu. Varsa da ben bilmiyordum, doğal olarak kimse de bilmiyordu. Bir şeyin o şey olabilmek için nasıl bir ada ihtiyacı varsa birisinin de birisi olabilmesi için bir ada ihtiyacı vardı. Keser, diyelim, eğer bir adı olmazsa kesebilirdi ama bilinemezdi. Ne denebilirdi adı olmayan ama kesebilen alete: o kesici aleti, o kesmekte kullandığımız şeyi, hani o keseni, keseri, denirdi. Böylece o kesici aletin adı keser olurdu birkaç kez tekrar edilir ve ad tutulurdu, bu ad yaygınlaşırdı, süreğenleşirdi, durumu dillere dolanır herkes onu böyle anar ve adı böyle kalır, namı yürürdü, keserdi, kesebilen alet değil, keser.” (Gecedegiden, s. 64-68) Karakter, farkında olmadan isimlerin kökenine iner, adeta Aristoteles tarzı bir taksonomiye girişir.
O zamana kadar sürüklenip gidiyor gibi görünen karakter, gitmek istediği yönü nihayet belirlemiş gibidir: Biraz sabırsız da olsa, isminin onu bulmasını bekleyecektir. Kendi isminizi düşünün, siz daha bebekken anne babanız tarafından verildi. Belki büyük anne ve büyük babanızın ismini aldınız. Varlığınız siz daha bebekken onaylandı. Bir de bu yazıyı okurken isminiz olmadığını düşünmeye çalışın. İsimsiz olduğunuz hiçbir dönemi hatırlamadığınız için zorlandınız değil mi? Gecedegiden, empati kurmamızın zor olduğu bir varoluş sancısıyla devam eder:
“Buna kuşkusuz benim de ihtiyacım vardı. Ben kesemezdim, dolayısıyla keser diye anılmam tuhaf karşılanacaktı. Peki ben ne yapıyordum: Bir ada şiddetle gereksinim duyuyordum. Ama adım, bir ada şiddetle gereksinim duyan olamazdı. Bu ad uzun, işlevsel olmaktan ziyadesiyle uzak ve pek az parlaktı. Kim böyle çağırılmak ister? Ben istemiyordum. Beni tanıyan pek az ve ehemmiyetsiz insanlar, bana nasıl seslenecekti ve daha önemlisi, benim bulunmadığım yerlerde hakkımda nasıl konuşacaklardı ne diyeceklerdi, adı bilinmeyen şahıs mı? Korkunç olurdu, hiç de açıklayıcı sayılmazdı, adı bilinmeyen çok çok insan vardı, beni belirleyen, beni işaret eden bir tarafı yoktu bunun. Peki ben nasıl bir ad alacaktım? Bilemediğim anne babam bana bir ad vermeyi düşünmemişlerdi, belki vermişlerdi fakat bir adı bilinir ve genel geçer kılan o kulaktan kulağa süreçler yaşanmamıştı, adım unutulmuştu. Bu adı tarihin hafızasından söküp çıkarmam imkansızdı. ...” (Gecedegiden, s. 64-68)
Gecedegiden bir farkındalık edinmiştir ve bunu geri çevirmesi artık mümkün değildir. Geçmişini gözden geçirdiğinde tam olarak istediğinin isim edinmek olduğuna karar verir. Hayatının boşuna ve anlamsız olduğunu hissetmektedir, daha önce hissetmediği bir şey değildir. Ama bu sefer anlamlandıracak bir şey bulma umuduna kapılmıştır.
“Bıraktım fakat bir ad alma sorunu peşimi bırakmadı. Bilinmek istiyordum. Bazı büyük teknelere binerek, hep zorunda kalmamak istediğim her seferinde, ilk olarak adım sorulmuştu, yutkunmuştum, tuzlu deniz suyunu yutmuştum. Yeniden yüzer bir tekneye müracaatım söz konusu olursa onlara söyleyebileceğim bir adımın olmasını ve maharetli tayfalar tarafından yukarı çekilmeyi ve balık etiyle beslenmeyi ve onlar gibi bir kaptan şapkası görünce heyecan içinde titremeyi, zangırdayan dişlerimin arasından yaş-şa! diye bağırabilmeyi ki buna pek çok kereler şahit olmuştum onlardaki o baygın bakışlar ve sakınımsız haykırışlar beni kendimden geçirmiş, kendime getirmişti; işte buydu kurtuluş diye beni bekleyen şey; bu olabilirdi, bu boşuna hayatta, bulunmamın anlamı, çok istiyordum.” (Gecedegiden, s. 64-68)
İnsan kendi kendine neden isim veremez? Aslında Descartes şüpheciliğine göre, düşünebiliyorsak varız. Kötü bir ruh tarafından kandırılıyor olsak da, bir kaptaki beyinden ibaret olsak da bu ihtimalleri zihnimizden geçirebiliyorsak bir varlığımız vardır.  Ama Descartes’in bu solipsizmi, ötekiyi içermediği için ondan sonraki filozoflarca çokça eleştirilmiştir. Düşünebiliyor olmamız, ille de başlı başına bir varlık olmamızın kanıtı olmayabilir. Kendi ötekisini yaratmış olan karakter isim konusunda tek başına çaresiz olduğunu fark etmiştir.
“Adım ne olabilirdi. Sonunda bulundu. Ben bulmadım.
Ben ne yapıyordum? Ben ne yapıyorsam adım oradan gelecekti ve adım ne idiyse, ben o olacaktım. Bekledim, sonunda adım beni buldu. …
Ben gecenin sevgili oğluyum, gece benim evim. Bir tür Gecedegiden’im.” (Gecedegiden, s. 64-68)
Gecedegiden’in isim almakla varoluş sancıları bitmeyecektir. Çünkü ismimiz ne kadar varlığımızı onaylasa da biz ismimiz değilizdir. İsim bizi ötekiye karşı tanınır hale getirir ama benliğimiz o ismin ulaşamayacağı kadar derinlerdedir. “Şüphesiz bu gizi, bulduğumuz veya verdiğimiz başka adlar altında da söyleyebiliriz. Zaten bu her an başımıza gelen bir şeydir. Bütün adlar altında gizli kalır ve tam da onu giz yapan şey o ada indirgenemezliğidir. “ (Çile, s. 58)
Yine de Gecedegiden isminin ona gelmesiyle varoluşunu onaylatmış ve hayatına anlam bulmuş gibidir. ”Adımı böylece aldım. Artık gündüzleri, bu başkalarına ait zamanları hiç gezinmeyerek, evde veya başka bir yerde adını bilmediğim, uyuyarak geçirerek ve akşam alacasına sevinerek.” (Gecedegiden, s. 64-68) Ama hesaba katmadığı bir şey vardır…
Derrida, İsim Hariç adlı deneme kitabının bir bölümünde, ismin dildeki yerini tartışır. İsim, kime ve neye verilmiş olursa olsun dilde bir açılma sağlar. Mevcut kapasitemizle ancak “dilin içinde ve üzerine” konuşabiliriz. Bunun için de ismi alan varlığın bu boşluğu doldurmak için o ana kadar getirdiği kendisini aşması gerekir.  “Oraya, isme doğru, ismin içindeki ismin ötesine doğru kalana (kadın veya erkek) doğru -isim hariç.” (İsim Hariç, s. 54-56)
Gecedegiden ismini edinmiştir edinmesine ama dilde açılan koskoca bir boşlukla karşı karşıyadır.

(Kıran'ın el yazısı ve roman notları)

4. İsim vermeme

Gecedegiden kendine isim verecek ötekiyi bulamaz, isimin kendisini bulmasını bekler ama kendisinin isim verebileceği bir varlık vardır. İsim için yanıp tutuşan o değilmiş gibi, ataerkil bir bencillikle bunu yapmayı reddeder. Hatta bunu bir sınır ihlali ve hayatının gidişatına tehdit olarak görür. “İlk kez, onu öldürebileceğimi düşündüm. Bu güne dek ondan kurtulmayı, doğrusu düşünmemiştim. Onu istemiş ve istediğim gibi yaratmıştım. Dişsiz ağzı, kol ve bacak cangılı bedeni, yanar-döner flaşörlü gözleri ve aranmaz hizmetleriyle. Şimdiyse kendi başına hareket ediyor, kendisine adıyla seslenmemi istiyor (Bir ad istiyor). İrade belirtiyor; makinemi, kutsal kutumu, cüce sevgilimi, hurma tatlımı, beni bekleyeni bozmaya yelteniyor.” (Gecedegiden, s. 92) Anlayacağınız, kadının yine adı yoktur.
Bu hususla bağlantılı olarak Derrida’dan örnek verilebilir. Derrida, Khôra adlı deneme kitabında Platon’un Timaios’ta kullandığı “khôra" sözcüğünü yapısöküme uğratır. Yukarıda da kısaca bahsedildiği üzere, “khôra” kelime anlamı olarak yer, mevki, meydan, yöre, bölge anlamına gelir. Ama Timaios’ta anne, sütanne, toplama yeri, iz taşıyıcı anlamlarında da kullanılır. Gecedegiden’in yarattığı dişi Timaios’ta geçen anlamlara yaklaşmaktadır. “Bu, tam da hiçbir şey olmayan tekil yanlışlık, khôra’nın -eğer denebilirse- muhafaza etmek zorunda olduğu, işte onun için muhafaza edilmesi gereken, bizim onun için muhafaza etmemiz gereken budur. Bunun için her zaman belirli bir varlık olmaya, ‘aldığı’ veya imgesini aldığı varlık olmalardan birine ait olan özellikleri tam olarak kendisine atfederek, onu bir genelleme içinde karıştırmamak gerekir: örneğin dişi türün varlık olması -ve bu yüzdendir ki annenin veya sütannenin dişilliği, asla ona ait bir şeymiş gibi atfedilmeyecektir. … Khôra bu özellikleri kendisi için almamalı, dolayısıyla almamalı, kendini yalnızca aldığı(nın) özellikleri(ni) ödünç almaya bırakmalıdır. Almamalıdır, aldığını almamalıdır.” (Khôra, s. 28-29)
Gecedegiden’in yarattığı isimsiz dişi de ona atfedilen özelliklerle yetinmek durumundadır ama o bunu dinlemez ve Gecedegiden tarafından cezalandırılır. Gecedegiden kendi yarattığı varlığın irade göstermesine ve başkaları tarafından kullanılma ihtimaline katlanamayarak onu yok eder. Cinayetten önce, Gecedegiden’in zihnine üşüşen fikirler ve cinayetten sonra, yarattığı varlıktan ona dökülen kelimeler, isim almasıyla açılan boşluğu ayak uyduramayacağı bir hızda doldurmuştur bile. Aklının zincirlerini tamamen kaybederken bile hala kendine ait bir yer arayışındadır…


Kaynaklar:

1. Gecedegiden, Hüseyin Kıran, Ayrıntı Yayınları, 2011.
2. Khôra, Jacques Derrida, çev. Didem Eryar, Kabalcı Yayınevi, 2008.
3. Çile, Jacques Derrida, çev. Didem Eryar, Kabalcı Yayınevi, 2008.
4. İsim Hariç, Jacques Derrida, çev. Didem Eryar, Kabalcı Yayınevi, 2008.