Zoe-Bios, Bio-Siyaset Ve Bir Film Örneği:Azınlık Raporu

Berna Sitera Değirmen
Azınlık Raporu filmi modern toplum ve modern iktidar yapılanmasının eleştirisini içeren güçlü bir filmdir. Filmde, özellikle 17. yüzyıllardan başlayarak günümüze uzanan siyasal alanın giderek biyo-siyasete dönüşmesi olgusunun çok daha belirgin bir şekilde yaşandığı yakın bir gelecek kurgulanmıştır.

Giriş
Aristoteles, “hayat” sözcüğünü karşılayan anlam ve biçim olarak birbirinden farklı iki terim kullanıyordu. Bu terimler zoe ve bios’tur. Zoe, bütün canlı varlıkların temel özelliği olan canlı olma durumunu ifade eder. Hayvanlar, insanlar, tanrılar sadece canlı olma halleriyle zoe’ye dahildir. Bios ise, bir kişi ya da topluluğun yaşam biçimini karşılayan bir sözcüktür. Zoe, özel alandaki yaşam yani bir anlamda üretim ilişkilerinin oluştuğu yaşamdır, bios ise kamusal alandaki yaşamı yani eylem yaşamını ifade eder. Yaşamın gereksinimlerini sağlayan bu yalın yaşam, zoe, oikos’un içiyle sınırlandırılmış, polis’in dışına atılmıştır. Çünkü Aristoteles yalın yaşam ve polis içerisindeki siyaset yaşamı arasında ayrım yapmış, “iyi” yaşamın ancak polis içerisinde yaşanabileceğini düşünmüştür. Siyasetin amacı yaşam değil, “iyi” yaşamdır. Yalın yaşam ancak “iyi” yaşamın önkoşuludur, siyasetin konusu olamaz. Foucault, Aristoteles’in yaptığı zoe, bios ayrımının artık modern insan için ortadan kalktığını düşünür. Binlerce yıldır bir canlı olarak yaşamını sürdüren insanın bir de siyasal bir yaşamı vardır. Ancak, Foucault’a göre; modern insanın canlı olarak varlığı siyasetin konusu haline gelmiş, böylelikle siyaset “biyosiyaset”e dönüşmüştür.
Çalışmanın ilk bölümünde; klasik dünya ve modern dünyada siyaset ve yaşam ilişkisi tartışılacaktır. Klasik dünyada yalın hayat polis’ten kesin bir biçimde dışlanırken, modern dünyada siyasetin neresinde yer alır? İnsanların salt nicelik olarak nüfusun konusu haline getirilmesi durumuna Aristoteles nasıl yaklaşmıştır? Foucault, zoe ve bios ayrımını modern toplumlarda nasıl ele almıştır? Çalışmada bu sorular ekseninde tartışma yürütülecektir.
Çalışmanın ikinci bölümünde; modern toplumlar açısından zoe ve bios ayrımının yitirilmesi durumunu görünür kılan Azınlık Raporu filmi tartışılacaktır. Steven Spielberg’in yönettiği, başrollerini Tom Cruise ve Colin Farrell’in paylaştığı Azınlık Raporu filmi 2054 yılında Washington’da suçu önlemeye yönelik bir sistemin kurulmasını konu edinir. Film, modern devletin yaşatma ve öldürme üzerindeki iktidarı, sistemin işlerliğinin politikalara değil; insanın acılarına dayanması, güvenlik söylemlerinin getirdiği denetleme mekanizmalarının insanların yaşamlarının her alanında hissedilmesi üzerinden incelenecektir.

 

a) Aristoteles'te Zoe-Bios Ayrımı Ve Biyosiyaset
            Aristoteles, kamusal alan ile özel alanı, yaşam (zen, zoe) ve iyi yaşam (eu zen, bios) ayrımına dayanarak temellendirmiştir. Siyasetin amacı yaşam değil, “iyi” yaşamdır. Bu amaca ulaşabilmek için yalın yaşamın koşulları sağlanmalıdır. Yani yalın yaşam siyasetin konusu değil, önkoşulu olabilir. Klasik dünyada salt canlı bir varlık olarak hayatta kalma durumunun, üremenin ve üretim sürekliliğinin sağlandığı yalın yaşam polis’in dışında olup, oikos’un alanındadır (Agamben 10). Özel alanda baba-oğul, karı-koca ve efendi-köle arasındaki bu ilişkiler yaşamdaki üreme, üretim durumlarıyla ilişkiliyken; iyi yaşam kamusal alanda eşit yurttaşların sahip olabilecekleri yaşamdır. Aristoteles yaptığı bu ayrımı “ses çıkarma” ve “konuşma” arasındaki farklılıktan yola çıkarak güçlendirir: “Doğa hiçbir şeyi boşuna yapmaz. İnsanı siyasal bir hayvan yapmak amacıyla, bütün hayvanlar arasında yalnızca ona dili, anlamlı konuşma yetisini vermiştir. Konuşmak ses çıkarmaktan oldukça ayrı bir şeydir; ses çıkarma yetisi öteki hayvanlarda da vardır…” (Aristoteles 9-10). Siyasal bir hayvan olarak insan, logosu sayesinde hayvanlarla ortaklaşa paylaştığı özelliklerinin dışında yaşamda anlamlar oluşturabilecek özellikler kazanmıştır. Aristoteles’in bios politikos dediği şeyi oluşturan leksis(akla dayalı konuşma) ve praksistir (eylem). Bunlar yurttaşların siyasete katılması için gerekli olan özelliklerdir.
Aristoteles’te yalın yaşam, canlı olma durumu bir amaç değil, araçtır. Aristoteles, servet edinmeyi amaç haline getirenleri yaşam ve iyi yaşam kavramları üzerinden eleştirir: “…bazı kimseler arttırmayı ev yönetiminin amacı sanırlar ve para istiflerinin sınırsız olarak yükseltilmesi ya da çoğaltılması gerektiğine inanmaktan bir an bile geri durmazlar. Bazı kimselerin kafalarına bunu koymalarının nedeni iyi yaşama değil, yalnızca yaşama istekli olmalarıdır; yaşam isteği sınırsız olduğu için, ona yararlı olanı da sınırsız olarak isterler” (22). Aristoteles, sadece yalın yaşama duyulan sınırsız isteklerin bir sınırı olması gerektiğinin ve asıl amaçlanması gerekenin iyi yaşam olduğunun altını çiziyor. Ancak bundan kasıt, yalın yaşamın tümüyle bastırılması gerektiği veya kötü olarak algılandığı değildir. Aristoteles sadece yaşamanın kendisinin bile bir değer olduğunu şu sözlerle belirtir: “İyi yaşama ise, gerçekten devletin gerek topluca gerekse bireysel olarak baş amacıdır: fakat insanlar bu çeşit birlikleri, yaşamın kendisi için kurmakta ve sürdürmektedirler. Belki, sıkıntılarla aşırı derece dolu olmadıkça, salt yaşamda bile bir değer öğesi bulunduğunu söyleyebiliriz. Hiç kuşkusuz, çoğu insan sağ kalma tutkuları nedeniyle birçok acılar çekmeye razıdır; yaşamın kendisinde belli bir mutluluk ve canlı olmanın iyi bir şey olduğu duygusunu bulurlar” (79). Aristoteles’te yalın yaşama olgusuyla siyasi yaşam arasında önemli bir farklılık vardır. İnsanlar yaşam sahibi olarak doğarlar ama önemli olan iyi yaşam arzusuyla ve amacıyla yaşamaktır. İyi yaşam da ancak siyasal bir topluluğun içinde mümkündür. Bu yüzden para kazanmaya, beslenmeye, bedensel hazlarda aşırılıklara sınırlar çizilmeli ve yalın yaşam siyaset yapan ve kendi yeterliliğine ulaşan, erdemli yurttaşlar olmak için ancak siyaset yapmalarının önkoşulu olmalıdır.
Aristoteles, bir ülkenin nüfusunun sayıca fazla olmasının o ülkenin mutluluğuna katkıda bulunmadığını belirtir. Büyük bir şehir ile kalabalık bir şehrin aynı şey olmadığını düşünen Aristoteles nüfusun sayısının sınırlandırılması gerektiğini şöyle ifade eder:  “…deneyler göstermiş ki, fazla geniş bir nüfusun iyi ve yasalara uygun olarak yönetilmesi olanaksız değilse bile, güçtür; en azından ben, nüfusunun sayısını sınırlamayan iyi kurulmuş bir devlet bilmiyorum” (203). Aristoteles’e göre nüfusu çok olan bir ülke belki temel gereksinimlerini karşılayabilir; ama bir şehir olarak değil, etnik bir yığın olarak kalır.(204) Bir çok temel meselede olduğu gibi nüfus konusunda da ölçüye dayalı bir sistem olması gerektiğini belirten Aristoteles, nicelik ve biyolojik varlığı iyi yaşam için sınırlamanın, niteliğe daha fazla önem vermenin gerekliliğinden bahsetmiştir. Burada da karşımıza çıkan şey; yaşam ve iyi yaşam arasındaki farklılıktır. Canlı olarak var olma ve temel ihtiyaçları karşılama durumu nitelikli bir yaşam için amaç değil, araçlardır. Nasıl ki bir insan özel alanda üreme ve fiziksel ihtiyaçlarını aşırılığa kaçmadan bir amaç olarak değil de; kamusal hayatı için bir araç olarak düzenlemeliyse, bir şehrin de temel ihtiyaçlarını karşılamak için fiziksel varlığa ve nüfusa olan ihtiyacı iyi yaşaması için düzenlenmelidir. Çünkü bir insanın mutluluğu kamusal alandaki yaşamıdır, benzer bir şekilde bir şehrin mutluluğu da iyi düzenlenmiş bir anayasaya göre kurulan kamusal düzendir.
Aristoteles’in yaşam ve siyaset arasında kurduğu ilişkinin günümüzde farklılaştığını söylemek mümkündür. Aristoteles, insanı doğası gereği siyasi bir varlık olarak tanımlamıştır. Yaşam, Aristoteles’te bastırılan bir şey değildir, o yalnızca iyi yaşamın ön koşuludur. Modern siyaset ise yalın yaşamı siyasetin konusu haline getirmiştir. Foucault, zoe ve bios arasında var olan ayrımın bulanıklaşmasını ve günümüzde yalın yaşamın siyasetin konusu haline gelmesini, siyasetin biyo-siyasete dönüşmesi şeklinde ifade eder. Cinselliğin Tarihi kitabında Foucault “biyolojik modernlik eşiği” dediği şeyi şöyle açıklar: “İnsan, binlerce yıl boyunca Aristoteles için neyse o olmuştur, yani yaşayan ve buna ek olarak siyasal bir varlık olma yeteneğine sahip olan bir hayvan; modern insan, bir canlı varlık olarak yaşamını kendi siyaseti dahilinde söz konusu eden bir hayvandır” (Foucault 105). İnsanın salt canlı olarak bedeni siyasetin alanına girmiştir. Zoe, artık polis’in alanına girmiş, çıplak yaşam siyasallaşmıştır. Zoe’nin siyasetin alanına girme durumunu Foucault, iktidarın klasik çağdaki işlevinin modern çağda dönüşüme uğramasıyla gerçekleştiğini söyler. Klasik çağda iktidar, kendisini savunmaları için insanlardan ölmelerini istemiş, yaşamalarını ise toplumsal bünyenin devamlılığını sağlamak için istemiştir. “Bununla birlikte savaşlar hiçbir zaman XIX. yüzyıldan bu yana yapılanlar denli kanlı olmamış, hatta bütün oransal farkları dikkate aldığımız takdirde bile, bu zamana değin hiçbir rejim kendi nüfusu üzerinde böylesi soykırımlar uygulamamıştır. Ama bu harikulade ölüm hakkı, artık kendini, yaşam üzerinde olumlu biçimde etki gösteren, yaşamı yönetmeyi, yükseltmeyi ve bu yaşam üzerinde kesin denetimler ve bütüncül düzenlemeler yapmayı iş edinen bir iktidarın tamamlayıcısı olarak sunar” (Foucault 101). Artık savaşlar herkesin var olması adına yapılır. Halklar birbirlerini öldürmeye kendi yaşamlarının devamlılığı için hazır edilirler. “Denilebilir ki eski öldürtme ya da yaşamasına izin verme hakkının yerini, yaşatma ya da ölüme atma gücü almıştır” (102). Foucault, yaşam üzerindeki iktidarın XVII. yüzyıldan itibaren iki kutupta geliştiğini söyler. Kutuplardan biri bedeni, bir makine olarak merkez almıştır. Bedenin terbiyesi, yeteneklerinin arttırılması, ekonomik denetim sistemleriyle bütünleştirilmesi, yararlılığının ve itaatkarlığının olması, disiplinleri şekillendiren iktidar yöntemleriyle sağlanmıştır. XVIII. yüzyıl ortasında oluşan ikinci kutup ise, biyolojik süreçlerin dayanağını oluşturan bedeni merkeze almıştır. Bunlar da bir dizi müdahale ve düzenleyici denetim yoluyla gerçekleşen doğum ve ölüm oranları, sağlık düzeyi, yaşam süresi, bollaşma ve bunları etkileyecek tüm koşulların önem kazanmasıdır. Bu ikinci kutba nüfusun biyo-politikası adını veren Foucault’ya göre beden disiplinleri ve nüfus düzenlemeleri iktidarın yaşam üzerinde örgütlendiği alanlardır (103). İktidarın Gözü kitabında Foucault bedene hakim olma ve beden bilincinin ancak iktidarın bedeni kuşatmasıyla elde edilebileceğini söyler (39). İnsanın kendi bedeni üzerinde bilinç kazanıp, kendi bedenini arzulatmaya götüren şey; iktidarın sağlıklı beden üzerinde yürüttüğü titiz çalışmadır. Sağlıklı bedenler, jimnastik, kas geliştirme, çıplaklık ve güzel bedenin yüceltilmesi yoluyla arzulanır hale gelmiştir. İktidarın beden üzerindeki politikaları, insanların iktidara karşı yürüttükleri mücadelede de belirleyici olmuştur. İnsanlar haklarını ararken iktidarla aynı çizgide durup bedenleri üzerinden mücadele etmeye başlamışlardır. “İktidarın güçlenmesine sebep olan şey, aynı anda, saldırıya uğramasının da nedeni olur… İktidar bedenin içinde mesafe katetmiştir, yine bedenin içinde saldırıya uğramış bulur kendini…” (39). Aristoteles’in zoe ve bios ayrımının modern dünyada yitirildiğini iddia eden Foucault, bedenin hem iktidarın hesaplarına dahil edildiğini hem de insanların hak arayışını belirlediğini savunur.
Agamben de, Aristoteles’in zoe ve bıos ayrımının silikleşip siyasetin yerini biyo-siyasete bıraktığını belirtir. “Siyasetin eşi benzeri görülmemiş bir derecede totaliter siyaset haline gelmesini mümkün kılan tek şey, çağımızda siyasetin tamamen bir biyo-siyasete dönüşmesiydi” (Agamben 159). Agamben’e göre çıplak hayatın siyasetin yeni öznesi olarak kayda geçtiği ilk olay, genellikle modern demokrasinin temeli sayılan belgede, 1679 tarihli habeas corpus (tutuklunun tutukluluğunun yasal olabilmesi için, bu kişinin bizzat belirlenen bir zamanda belirlenen bir yere getirilmesi gerektiğini gösteren ilam) fermanında üstü örtük bir biçimde de olsa yer almasıdır (162).  “Ta onsekizinci yüzyılda, kişinin fiziksel olarak mahkemede bulunmasını sağlamayı hedefleyen bu formülün kökeni ne olursa olsun, burada şöyle önemli bir gerçek vardır: Bu formülde aslolan şey, ne feodal ilişki ve özgürlüklerdeki eski tebaa ne de müstakbel citoyen [vatandaş] değil, bunun yerine saf ve basit bir corpus’tur [bedendir]” (162). Yeni doğan Avrupa demokrasisi bu fermanla mutlakiyetçiliğe karşı verdiği mücadelenin merkezine vatandaşların nitelikli/nitelendirilmiş hayatını yani bios’u değil; zoe’yi yani egemen tarafından yasaklanıp zaptedilmiş haliyle çıplak hayatı yerleştiriyordu (163-164). Biyolojik hayatın ve gereksinimlerin siyasal alanın belirleyici olgusu haline geldiği gerçeği, yirminci yüzyılda parlementer demokrasilerin neden rahatlıkla totaliter devletlere ve totaliter devletlerin de çabuk bir şekilde parlementer demokrasilere dönüşebildiğini açıklıyor (161-162). Çıplak hayatın hangi örgütlenme biçiminde daha rahat gözetilip, denetleneceği belirleyici bir unsurdur. Biyolojik hayat siyasetin merkezine oturmuşsa eğer, artık yönetim biçiminden çok iktidarın işlevinden bahsedilebilir. “Bu iktidarın en önemli işlevi hayatı bütün yönleriyle kuşatmaktır ve asli görevi de hayatı yönetmektir. O halde biyo-iktidar, iktidar konusunda asıl meselenin bizatihi hayatın üretimi ve yeniden üretimi olduğu bir durumu anlatır” (Hardt ve Negri 48).
Modern devlet, biyolojik varlığı siyasetin merkezine yerleştirir ve bu yolla hayatın yeniden üretimini sağlayarak, insanların kendisine itaat eder hale gelmesini ister. Nüfus düzenlemeleri, beden disiplinleri, insanı kendi bedenini arzulatmaya götüren sağlıklı beden çalışmaları, bütün bunlar uysal bedenler yaratmak için geliştirilen planlı çalışmalardır. Modern dünya, artık, Aristoteles’in öngördüğü dünyadan oldukça farklıdır.

b) Minority Report Filminin Biyosiyaset Bağlamında Analizi
Modern çağın icadı olan sinema, bazen modernizmin egemen söylemlerini izleyiciye taşıyan bazen de bu söylemlerde yarık oluşturabilecek duygulanımlar üretebilen ideolojik bir aygıttır. “Sinema dünyanın kendi kendisiyle iletişim kurduğu dillerden bir tanesidir… Film kendini kendisine sunan, kendisiyle konuşan, kendisini öğrenen ideolojidir” (Comolli ve Narboni 101). Dünyanın kendisiyle iletişime geçtiği bir araç olarak sinema, modern toplumun kültürel ve siyasal kodlarını algılamada önemlidir. Aristoteles’teki zoe ve bios ayrımının modern toplumlarda bulanıklaşarak, siyasetin “biyosiyaset”e dönüşmesinin bir sinema örneği -Azınlık Raporu (Minority Report)- üzerinden incelenmesinin nedeni, sinemanın var olanı görünür kılmadaki kabiliyetidir.
Steven Spielberg’in yönettiği Azınlık Raporu filmi 2054 yılında Washington’da suçu önlemeye yönelik bir sistemin kurulmasını konu edinir. Kahin özelliği bulunan ve suç daha düşünce aşamasındayken görüntüleri kaydeden “Pre-Cog”lar adalet bakanlığına bağlı olarak çalışırlar. Ulusal suç öncesi sistemin kurucusu ve rektörü Lamar Borgess’tır. Lamar Borgess suç öncesi sistemin iyi işleyebilmesi için bir uyuşturucu bağımlısı olan Ann Leyvly’nin kahin özelliği taşıyan ve yetenekli kızı Agatha’yı alıp Pre-cog yapmak ister. Bunun için kadını boğarak öldürür ve görüntülerdeki kayıtları siler. Bu sistemi kusursuz hale getirip ülkede büyük bir prestij kazanır. Pre-Cogların görüntüledikleri insanların, bu suçu işleyip işlemeyeceklerine bakılmaksızın onları yakalayıp cezalandıran suç önleyici bir polis organizasyonu kurar. Bu organizasyonun başında bir oğlu öldürülen ve bu yüzden bütün suçların hayata geçirilmeden cezalandırılmasına istekli polis şefi John Anderton (Tom Cruise) vardır. Anderton’un, bu arzusu kendisinin bir cinayet işleyeceğini haber veren görüntülerden sonra, bu sistemi yıkma arzusuna dönüşür.
Azınlık Raporu filminde iktidarın bedenler üzerinde mutlak bir müdahale ve denetleme gücü olduğunu görürüz. İnsanların geçtikleri her mekandan göz tarama sistemiyle kimlikleri belirlenmektedir. Hatta insanlar evlerindeyken bile, evlere gönderilen robot örümcekler sayesinde göz taraması ile kimlikleri tespit edilebilmektedir. İşin ilginç yanı; çocuklar dışında yetişkinlerin bu örümceklere bir tepkide bulunmayıp, bu durumu hayatlarının doğal akışı içerisinde gerçekleşen bir alışkanlık gibi algılamalarıdır. Filmde bir binaya gönderilen örümcekleri sevişen bir çiftin yatak odalarında ve kavga eden bir çiftin de mutfaklarında görürüz. Örümcekler bu insanların gözlerine bakıp kimlik kontrolü yaptıktan sonra, çiftler hiçbir şey olmamış gibi kaldıkları yerden devam ederler. Binada bu durumdan korkup buna tepki gösteren ise sadece bir çocuktur. Yetişkinler özel alanlarının bu denli müdahaleye açık olmasına aldırış etmiyor gibi görünmektedirler. Çünkü iktidar onların sağlıklı yaşamalarını güvence altına almış ve insanların yaşama hakkını elinde bulundurarak onları kendisine itaat eden uysal bedenler haline dönüştürmüştür. Suç öncesi organizasyon, gelecekte gerçekleşeceğine inanılan suçu önlemek için insanların yatak odalarına dahi girme hakkına sahiptir. Buna itaat eden insanlar ise bunu yaşamlarının doğal bir parçası sayabilecek bir konuma getirilmişlerdir.
Filmde suç önleme operasyonuyla ilk karşılaştığımız evde, anne ve çocuk arasında konumuz açısından önemli bir diyalog gerçekleşir. Birazdan bu eve baskın yapılacak ve baba kendisini aldattığını düşündüğü karısını henüz öldürme aşamasındayken yakalanacaktır. Bu sahneden önce evde sıradan bir gün yaşanmakta ve kahvaltı başında çocuk annesiyle okul dersini çalışmaktadır. Çocuğun ezberlemeye çalıştığı cümleler şöyledir: “Özgürlük ve temel haklar konusunda tüm insanlar eşittir. Artık iç savaşta olduğumuza göre bu ulus ya da herhangi bir ulusun bir bütün olup olmadığını sorgulamalıyız… bu ulus yaşasın diye onlar canlarını verdi, bunu hep birlikte gerektiği gibi başarmalıyız.” Anne çocuğun kaldığı yerden devam eder: “Bizler ne denli özverili olduğumuzu göstermeliyiz.’’ Ve çocuk son olarak sözü alır: “Ama daha geniş düşünmezsek birlikteliğimizi sağlayamayız, bu toprakları kutsayamayız. Ölenler, sağ kalanlar hepsi burada cesurca savaştı, gücümüzü toplamalı ve birlik olmalıyız, yapılan bu fedakarlıkları asla unutmamalıyız. Ve bu ulus tanrının izniyle bu topraklardan yok olmayacaktır.” Cinayetsiz bir toplum ve yaşatma üzerine kurgulanmış bir sistemin eğitim kitaplarında, ulusun birliği için öldürme eylemi meşru olarak gösterilir. Foucault, tarihte yapılan hiçbir savaş XIX. yüzyıldan bu yana değin yapılanlar kadar kanlı olmamışlardır diye belirtmiştir. Foucault, yaşamı yönetmeyi ve yüceltmeyi savunan iktidarın bu müthiş ölüm hakkını elinde bulundurmasını denetimler yapmayı iş edinen iktidarın tamamlayıcısı olarak görür. Bir halk başka bir halkı kendi varlığını devam ettirebilmek için rahatlıkla öldürebilir. Modern devlet insanları ulusun birliği ve devamı için öldürmeye gönderirken; bir yandan da kendi ulusu içindeki insanların birbirlerini öldürmelerini engelleyerek hem yaşatma hem de öldürme hakkını elinde bulundurabilir. Ancak bir devlet başka bir devlete ya da ulusa öfkelenme hakkına sahiptir. İnsanların öfkelenme ve bunu dışa vurma hakları yoktur. Nitekim suç öncesi sistemin kurucusu Lamar Borgess, bu sistemin devamlılığını sağlamak ve diğer insanların birbirlerini öldürmelerini engellemek için bir cinayet işler. Modern iktidarı temsil eden bu kişi kendinde öldürme hakkını görür. Filmin sonunda basın toplantısında Lamar’a başarılarından ötürü verilen ödül ise bir silahtır. Cinayetsiz bir toplum sistemi kuran bu kişiye, hediye olarak verilen silah manidardır. Silah, modern iktidarın temsil ettiği gücün sembolüdür ve öldürme hakkını elinde bulundurduğuna insanların verdiği onaydır.
Çocuklara ulusal bilinci kazandırmaya çalışan bu sistem onları ülkenin geleceği olarak görür. Bu çocuklar sağlıklı bir şekilde yaşayıp, büyümelidirler. Onlar sistemin yararlılığı için ölmemesi gereken insanlardır. Ama aynı sistem onları başka bir ulusu yok etmek için ölüme gönderebilir. Yani nüfus iktidarın kendi çıkarı için çoğaltılmalı ve itaatkar bedenler olarak nitelikten çok nicel olarak varlığı devam ettirilmelidir. Aristoteles’te iyi bir düzen için nicel olarak sınırlandırılması gereken nüfus modern devlet açısından çoğaltılmalıdır. İnsanların salt yaşayan canlı olarak üretimi nitelikten çok daha önemlidir. Oysa Aristoteles nüfusta niteliğin nicelikten çok daha önemli olduğunu ortaya koyar. Nüfus bir şehrin amacı olan iyi yaşama katkı sunduğu oranda önemlidir. Salt canlı bedenler olarak insan üretimi bir polis’in amacı olamaz. Siyaset alanında aktif olan ve mutlu yaşama için gerekli yetkinliğe ulaşmış insanlar yani nitelikli insanlar polis yaşamı için önemlidirler. Oysa filmde de gördüğümüz üzere modern devlet faydalanabileceği kitlelerin üretimini ve sayıca bollaşmayı hedef alır. Sadece bedeni yaşatmak üzerine kurgulanan bu düşünce, “iyi” yaşamı bilinçli bir şekilde bastırıp, iktidarı besleyen yararlılık kaygısından dolayı bedenlerin üretimi ve itaatini gerçekleştirmeyi hedefler. Foucault, 'toprak-temelli Devlet'ten, 'nüfus Devleti'ne geçişle birlikte iktidarı ilgilendiren temel sorunları ulusun sağlığı ve biyolojik hayatın önemindeki artış olarak görüyordu. Böylelikle siyasal teknikler kullanılarak insan hayvanlaştırılmış ve disiplinci denetim sayesinde “uysal bedenler” yaratılmıştır. İktidar ve çıplak yaşam birbirine bu yolla bağlanmaktadır. Foucault, zoe’nin polis’in alanına girmesini, yani çıplak yaşamın siyasallaştırılmasını modernliğin belirleyici olgusu olarak görür.
Azınlık Raporu filminde modern dünyanın siyaseti biyo-siyasete dönüştürdüğü üzerine bir başka izleğe polis şefi Anderton ve suç öncesi sistemi başkanı Lamar arasında geçen bir diyalogda rastlamak mümkündür. Çocuğu öldürülmüş olan Anderton, başka cinayetleri önlemek için bu sistemin bir çalışanı haline gelmiş ve kitlelere bu sisteme olan inancının tam olduğu mesajını vermiştir. Lamar, insanların bu sistem için evet oyu vermelerinde Anderton’un etkili olduğunu düşünmektedir. Filmin bir yerinde Lamar, Anderton’a şöyle der: “Sen bu suç öncesine inandığında insanlar sana inandı. Çünkü bu inancın acıdan doğduğunu biliyorlardı, politikadan değil.” Bu cümlelerde modern dünyanın temsili açısından önemli  izler yakalamak mümkündür. Modern dünyada insanlar siyasetin dışına atılmış ve kendi biyolojik varlıkları yani bir anlamda kendilerini siyasetin konusu haline getirmişlerdir. İnsanın biyolojik varlığı ve yalın yaşamı üzerinden işleyen iktidar, insanların da siyaseti kendi yalın yaşamları üzerinden algılamalarına yol açmıştır. İnsanların siyasetten kaynaklı bir inanca değil de bir insanın acılarından kaynaklanmış bir inanca güven duymaları, yalın yaşamın her tür siyasi etkinlikten daha önemli hale gelmesiyle açıklanabilir. Ortada bir siyasi yaşam varsa da bu insanların yalın yaşamları üzerinden şekillenen bir siyasettir. Aristoteles’te siyasal yaşam, yani polis’in içindeki yaşam, yalın yaşamı konu edinmez. Çünkü Aristoteles’e göre insan yaşayan ve buna ek olarak siyasal yaşamı olan bir canlıdır. Filmde modern insan temsili ise; bir canlı varlık olarak yaşamını devam ettiren ve inancını oluşturan durumların yine kendi yalın hayat deneyimlerinden oluştuğu ve siyasete inancını kaybetmiş insandır.
Azınlık Raporu filminde suçu önleyip, kusursuzlaşan bir toplum yaratma tahayyülünün altında iktidar açısından oldukça belirgin amaçlar vardır. Baudrillard, Azınlık Raporu filmini örnek göstererek bu konuda çarpıcı bir tez ortaya atmıştır. Gelecekle ilgili yapılan programlarda önlem almanın genetik ya da intra-genetik bir şekilde olmasının düşünüldüğünü ve “suç geni”nin daha bebeğin doğum aşamasında cerrahi bir müdahaleyle alınıp, bizleri potansiyel suçlu gören iktidarın bir tür profilaktik sterilizasyona başvuracağını belirtir. Hemen sonrasında bu durumun yol açabileceği olası sonuçlara değinir: “Bu güdümleme geleceğin insanı konusunda bir fikir vermektedir. Bu insan gözden geçirilip, rektifiye edilmiş bir varlık olacaktır. Daha baştan zaman içinde ulaşması gereken ideal insan özelliklerine sahip olacaktır, yani asla kendi olamayacak hep ideal varlık olarak kalacaktır…” (Baudrillard 26). Baudrillard’ın, iktidarın toplumu bir çeşit sterilizasyona başvurarak denetleyeceği yönünde geleceğin toplumuna yönelik iddiası filmde gerçekleşmiş gibidir. Filmde suçun işlenip işlenmeyeceğine bakılmaksızın, insanları suçlu ilan eden sistem bedenlerini bir cam mekaniğinin içine koyup, onları dondurur. Bu insanlar artık değişemeyecek, herhangi bir duygulanımda bulunamayacak, erdemli davranmak için hiçbir şansa sahip olamayacaklardır. Bu durumda “iyi”, “kötü”, “erdem”, “irade” gibi kavramlar artık insan dünyası için anlam ifade etmeyecek ve insan yaptıklarından sorumlu olan bir canlı olmayacaktır. Bu çeşit bir toplum sterilizasyonunda dışarıda kalanlar içinse korku temel duygu olduğundan kendi duygularından soyutlanıp olmadıkları bir şey olmaya çalışacaklardır. Aristoteles’te erdem, entelektüel yaşam gibi değerlerle oluşturulmaya çalışılan iyi yaşam, filmde bize sunulan dünyada hiçbir anlam ifade etmemektedir. İnsanlar sadece kendi yaşamlarının hakkını elinde bulunduran iktidara itaat ederek bedenlerinin o cam hapishanede dondurulmaması için yani zoe’ye dahil olan yalın yaşamlarını ve fiziksel varlıklarını devam ettirebilmek için duygularını yitirmiş ve kendilerine dahi yabancılaşamayacak makinelere dönüşmüşlerdir.


Sonuç
Azınlık Raporu filmi modern toplum ve modern iktidar yapılanmasının eleştirisini içeren güçlü bir filmdir. Filmde, özellikle 17. yüzyıllardan başlayarak günümüze uzanan siyasal alanın giderek biyo-siyasete dönüşmesi olgusunun çok daha belirgin bir şekilde yaşandığı yakın bir gelecek kurgulanmıştır. Bu yakın gelecek kurgusu günümüzden pek de farklı değildir. Hayatlarımız neredeyse her an denetlenmekte, sağlıklı ve normal olarak görülen yararlı ortalama bir insanın dışında kalanlar her zaman suç önleyici birer unsur olarak topluma tehdit olarak sunulmaktadır. Modern devletin bedeni kendi hesaplarının merkezine yerleştirmekle yaptığı şey, iktidar ile çıplak hayatı birbirine bağlamaktır. Böylece insanların yaşamları her boyutuyla yeniden üretilip denetlenebilecektir. Obeziteyle, sigarayla mücadele gibi bütün toplumu sağlıklı ve normal yapmayı hedefleyen kampanyalar, askerlerin intihar etmelerinin yasak olması ve buna rağmen askerliğin intiharlar üreten bir merkez haline gelmesi, kürtaja getirilmeye çalışılan yasaklar, insanların cinsiyet tercihlerinin ve cinsel hayatlarının düzenlenmesi gibi daha çok yaşatmaya ve kitle üretimine yönelik çalışmalar iktidarın yaşatma hakkını elinde bulundurması ve biyolojik hayatı siyasetin konusu haline getirip; itaatkar bedenleri kendi konsolidasyonu için istemesinin sonuçlarındandır. İnsanların biyolojik varlıklarını siyasetin konusu haline getirerek iktidarın hedeflediği şey, uysal bedenler yaratmak ve bunları kendine faydalı hale getirerek yararlılık ilkesine göre yönetmektir. Aristoteles’in öngördüğü siyaset anlayışı modern dünyadakinden oldukça farklıydı. Aristoteles için kamusal hayat içinde yöneten ve yönetilen durumda olan eşit yurttaşlar siyasetin merkezinde yer alırlar ve bu yurttaşların erdemli ve iyi yaşama yönelik bir arzularının olması gerekmektedir. Aristoteles’in siyasetin ön koşulu olarak kabul ettiği zoe yaşamı, modern dünyada siyasetin konusu haline gelmiş ve böylelikle nitelikli bir kamusal yaşam neredeyse imkansız hale gelmiştir.



Kaynakça:  

1. Agamben, Giorgio. Kutsal İnsan, çev. İsmail Türkmen, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2011.

2. Aristoteles. Politika, çev. Mete Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları, 1983.

3. Baudrillard, Jean. Şeytana Satılan Ruh Ya Da Kötülüğün Egemenliği, çev. Oğuz Adanır, Ankara: Doğu Batı Yayınları, 2005.

4. Comolli, Jean-Luc ve Jean Narboni. “Sinema, İdeoloji, Eleştiri” , çev. Mustafa Temiztaş, Sinema: Tarih-Kuram-Eleştiri, Ed.Seçil Büker ve Y. Gürhan Topcu, İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınları, 2010.

5. Foucault, Michel. Cinselliğin Tarihi, çev. Hülya Uğur Tanrıöver, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2007.

6. Foucault, Michel. İktidarın Gözü, çev. Işık Ergüden, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2012.

7. Hardt, Michael ve Antonio Negri. İmparatorluk, çev. Abdullah Yılmaz, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2008.