Mavi En Sıcak Renktir'e sabahın erken saatlerinde aldığım biletle gidecek olmaktan duyduğum heyecanın, filmden çıktıktan sonra da sürmesini çok isterdim. Gönül isterdi ki hikâye örgüsündeki yaratıcı çözümlerden, dramaturjik güzelliklerden bahsedelim. Ancak öncelikle tüm bunları bir kenara koyup filmin genel çerçevesinden bahsetmeye başlamalı.
Film güzel, rahatsız edici yakın planlarla, aktüel kamera hareketleriyle heyecan verici bir açılışla iştah kabartmıştı aslında. Öyle ki güzel Adéle'in - filmin yüce baş kişisinin, bolonez soslu makarnayı iştahla yiyişinin estetize edilmemiş; çoğu izleyiciye itici gelecek planlarına (salya akma sahneleri de dahil olmak üzere) yer verilmesi epey ilginç kılmıştı ilk bölümü. Her ne kadar bizi uzun bir süre makarna yemekten alıkoyacak olsa da…
Filmin ünü itibariyle konunun az çok bilindiğini farz ederek sinopsisi burada paylaşmanın gereği yok. Önemli olan nokta yönetmen Abdellatif Kechiche'in aktarım diliyle belki farkında olmadan belki de bile isteye çizdiği homofobik portre.
Önceki yıllarda da iki kadın arasında bu denli samimi sahnelerin olduğu birçok filmle karşılaşmıştık. Ama Cannes'daki gövde gösterisi sonrası merak katsayımızda gözle görülür bir artış olmuştu 11 dakikalık ünlü sahneyi pamukla sarmalayıp bir köşeye koyacak olursak. İşin en garip tarafı ise filmin tüm bu tanıtımına, aldığı ödüllere rağmen yüzeysel bir bakış açısına saplanıp kalması.
Adéle'in bir erkekle ilişkiyi deneyimleyip bir şeylerin yanlış gittiğini fark etmesi sonrası filmin ilk firesi meşhur sevişme sahnesinde veriliyor. Dakikalarca izlenen ön sevişme sahnesi bitmedikçe, uzadıkça, şehvet kat be kat arttıkça, terlendikçe, sesler şiddetlendikçe iş erotik olmaktan çıkıp birbirlerini sanki bir türlü tatmin edemeyen iki kadının trajikomik birleşememe hikayesine varıyor. Aslında genel geçer erotik sahnelere belki de garip bir alternatif oluşturması açısından farklı ve başarılı bir yaklaşım gibi görünüyor ilk bakışta. Bunu doğrulayan en güzel örnek sinemadaki çoğu izleyicinin süre uzadıkça kahkahalar eşliğinde sahneyi izlemesi. Fakat bu önermeleri boşa çıkaran ikinci fire hemen yüzümüze tokatı patlatıyor: artık birlikte bir yaşam kurmuş Emma ve Adéle'in kalın kalemlerle altı çizilen "aktiflik" - "pasiflik" "erkeklik"- "kadınlık" halleri. Adéle pasifize edilmiş yemeğinde, işinde, yatağında ideal bir eş-kadınken; Emma aklı fikri sanatında, sosyal hayatında güçlü bir eş-erkek konumuna indirgeniyor. İlişkilerindeki sorunlar kadınlık ve erkeklik halleri üzerinden tanımlanmaya çalışılıyor. Uzun ilişkilerin en büyük açmazı olan alışmışlık, sıradanlık ve sıkılmışlık tek bir bakış açısı üzerinden anlatılmaya çalışılıyor. Adéle'in gözü önünde başka bir kadınla flört eden "eril" Emma'nın ilgisizliği "dişi" Adéle'i başka bir erkeğin kollarına itiveriyor. Yönetmenin çizdiği arzu üçgenindeki "eril" Emma'nın Adéle ile olan kıskançlık üçgenindeki dolayımlayıcısı dişiyken, "dişi" Adéle'in Emma ile kurduğu üçgenin dolayımlayıcısı nedense bir erkek oluyor.
Bir diğer garip husus da dişi arzu nesnesi Adéle'in etrafındaki bütün erkeklerin -lisedeki gay arkadaşı dışında- film boyunca devamlı kur yapması ve Adéle'in de bu pasları görüp, alıp, göğsünde yumuşatarak belli belirsiz, kafası karışık cevaplar vermesi.
İki kadın arasındaki kıskançlıkla bağlantılı sorunların nedeni dişi Adéle tarafından fallik nesneyken, eril Emma tarafından gebe bir dişi. Bunu düşünmemize çanak tutan en önemli sahne de Emma'nın Adéle'in kendisini bir erkekle aldattığını anladığı sahne. Açıkça yanındaki bir başka kadınla flört eden Emma, Adéle'in bir erkekle kendisini aldatması sonrası Adéle'i "şey peşindeki kaltak" olarak tanımlayıp evden kovuyor ve nedense Adéle'in kendini savunmak için sarf ettiği tek cümle "o kadar yalnızdım ki..." oluyor. Türk filmlerini anımsattı değil mi?
Emma bir erkek ilgisizliğinin kılıfında Adéle'in koynundan çıkıp -ki yönetmen bize son zamanlarda cinsel hayatlarının da eril Emma açısından kötü olduğunun vurgusunu yine yapmıştı- flört ettiği hamile kadının kollarına koşuveriyor.
Derken bel altına bir yumruk daha geliyor yönetmenden. 3 sene sonra yeniden buluşan Adéle ve Emma - Adéle hala çılgınca Emma'yı isterken- kafede konuşurlarken erkek tarafı Emma bombayı patlatıyor: "Sen benim zayıf noktamsın ama artık benim bir ailem var."
Tutucu dünya görüşünün lezbiyen bir çifti olumlama biçimi anne, baba ve çocuktan oluşan kutsal aile bağı oluyor. Lezbiyenlik yönetmence belki de bu şekilde aklanıyor, heteroseksüel açıdan "normalleştiriliyor".
Erkeksi düşünce kalıplarının tutucu bir zihinle birleşmesinin ürünü Mavi En Sıcak Renktir. Eşcinselliğin rollerle, aktif-pasif konumlandırmalarıyla tanımlanmasının üzerinden yıllar geçti. Belki de bir kadının bedensel ve yaşamsal tatmininin sadece fallik bir objeyle bağlantılı olduğu düşüncesi hala kırılamamıştır ya da bu belki de yönetmenin bağnaz dünyasıyla bağlantılıdır kim bilir.
Bu arada hiç değinmediğimiz ve filmin en iyi "şey"i Adéle'i canlandıran Adèle Exarchopoulos'un organik oyunculuğunu da es geçmemek gerek. Kendisiyle bu kadar kuvvetli bağ kurmamızın sebebi cefakâr Türk kadınını çağrıştırmasından değil, Adéle'i aktarış biçimindeki ince işçilikten.
Mavi En Sıcak Renktir beklentileri boşa çıkardı belki evet ama kötü örnekler olmazsa iyileri bulamayız; hele ki beyazperdede.
Yaşasın yeni umutlar, yaşasın zihinsel, yaşamsal sınırlamalardan bağımsız yeni filmler, karakterler, bedenler.
Tutuculuk neymiş ayol?