Kör Baykuş'un Gözü: Sâdık Hidâyet’in Kör Baykuş romanında görsellik

Hülya Soyşekerci
Derin, karanlık, koyu, kan tadında, ürpertici bir romandır Kör Baykuş. Okurken sık sık şaşkınlığa uğrar insan. Metinde düşlerle gerçekler bir aradadır, birbirine karışmıştır ve aynı anda birbiri içinde sürer. Eserin en çarpıcı yönü; o inanılmaz, farklı, şaşırtıcı ve özgün kurgusal yapısıdır. Kör Baykuş, her şeyden önce bir bölünme, parçalanma, değişme ve dönüşme romanıdır.


“Gölgesi tarafından ele geçirilen bir insan
daima kendi ışığını keser ve kendi tuzağına düşer.”
                (Carl Gustave Jung /Dört Arketip, s.56)

“Doğu’nun Kafka’sı”  Sâdık Hidâyet, çarpıcı, etkileyici öykü ve romanlarıyla 20. yüzyıl dünya edebiyatını etkileyen önemli bir İranlı yazardır. Farklı düşünceleriyle ve yalnızlığı yeğleyen yaşama tarzıyla dikkat çeken Sâdık Hidâyet, toplumun sıradan ve anlamsız değer yargılarını; yüzyıllar ve kuşaklar boyunca insanı ezerek özgür bir birey olmasını engelleyen geleneksel yapıyı sürekli sorgular. Bu sarsıcı düşüncelerini kurmacalarında kendine özgü biçimlerde dile getirmesi, onu pek çok Doğulu yazardan ayırır. Diyebiliriz ki Sâdık Hidâyet, Doğu ve Batı kültürleri arasında sıkışıp kalmış,  birtakım ezberleri sorguladıkça çıkışsızlığa, çelişkilere ve açmazlara düşmüş; aşırı duyarlı kişilik yapısı nedeniyle çözümü intiharda bulmuş talihsiz bir kimliktir.

Ülkesi İran’ın dışında bir süre Avrupa’da ve Hindistan’da yaşayan Sâdık Hidâyet, hiçbir yere ait olamayışın derin yalnızlığını hissetti yüreğinde. Nereye gitse, yakasına yapışan “ikili ötekilik” ve “çifte aidiyetsizlik” onun değişmez kaderi oldu. Sâdık Hidâyet modern bir dünya görüşüyle bakıyordu hayata. İran toplumunu geriye götüren din adamlarına da, toplumsal demokrasi süreçlerini engelleyen monarşiye de karşıydı. O nedenle, ülkesinde de yalnız hissetti kendini.

Sâdık Hidâyet, öykü ve romanlarında klasik Şark anlatılarının gizemli dünyasıyla Batı’nın fantastik/gerçeküstü dünyasının kurgularını bütünleştirdi. Başyapıtı Kör Baykuş’u ilk kez 1936’da Hindistan’da (Bombay’da) 50 kopya elyazması olarak yayımladı. Kapak üzerinde Sâdık Hidâyet tarafından çizilen bir testi resmi yer alıyordu. Yazar, kapağa “İran’da satışı yasaktır” ibaresini koydurdu. Kitabının kendi ülkesinde yasaklı olacağından, sansürleneceğinden emindi. Böylece “kendi kitabını kendi ülkesinde yasaklayan bir yazar” olarak müthiş bir kara mizaha da imza attı. Ne yazık ki onun bütün eserleri, İran’da hâlâ yasaklı durumdadır; Sâdık Hidâyet’in varlığı ve kitapları görmezden gelinmekte, onun genç kuşaklarca tanınması engellenmektedir.

Bir kenar adamı, bir uçurum insanıdır Sâdık Hidâyet. Öyle olmasaydı, belki de yüreğinden kopan anlatılarını, o sıra dışı düşsel metinlerini kaleme alamayabilirdi.  İçinde sürekli büyüyüp derinleşen bir uçurumun boşluğundan seslendi dünyaya; hayata o derinliklerden, o boşluğun ruhunda yarattığı hiçlik duygusu içinden baktı. Gözü, en derinlerde olanları; sıradan insanların göremediği hakikatleri görebiliyordu; ince bir duyarlılığın gözleriydi onun gözleri; ruhu gözlerindeydi sanki. Toplumu sorguladığı kadar varoluşu da sorguluyor; hayatın anlamını keşfetme çabasıyla yazıyla yoldaş oluyor; Kör Baykuş romanındaki anlatıcı/kahramanın deyişiyle “gölgesi için yazıyordu. Kendini ona tanıtmak istiyordu.”

Bu, bir yüzleşme anlamına geliyor; kişinin, gölgesinin farkındalığıyla kendi karanlık yönleriyle hesaplaşması; kendi içindeki karanlık labirentlerde yolculuk yapması hiç de kolay değil… Bu karmaşık iç yolculuk; harflerin, sözcüklerin, sayfaların içinde gerçekleştiği zaman, ışıkla buluşmak biraz olsun kolaylaşır.  Persona’nın gölge’yle buluşmasından doğar insanın içsel hakikatleri. Bu buluşma, iç özgürlüğe de kapılar aralar.

Derin, karanlık, koyu, kan tadında, ürpertici bir romandır Kör Baykuş. Okurken sık sık şaşkınlığa uğrar insan. Metinde düşlerle gerçekler bir aradadır, birbirine karışmıştır ve aynı anda birbiri içinde sürer. Eserin en çarpıcı yönü; o inanılmaz, farklı, şaşırtıcı ve özgün kurgusal yapısıdır. Kör Baykuş, her şeyden önce bir bölünme, parçalanma, değişme ve dönüşme romanıdır. Yazmaya meraklı anlatıcı/kahramanın, metin boyunca sürekli değişip metnin başka kişilerine dönüştüğünü; bu öznesel dönüşümlerin aynı zamanda mekân ve zamanda da değişimler ve dönüşümler yarattığını görürüz. Söz konusu inanılmaz, imkânsız, sıra dışı durumu yazar o denli etkili ve inandırıcı kılarak anlatır ki, metin içi gerçekliğin o karanlık düşsel dünyasında soluk alıp verirken yadırgama duygusunu çoktan aşmış oluruz.

Bir afyon tiryakisidir Kör Baykuş’un anlatıcı/yazarı. Aldığı uyuşturucunun yarattığı algı bozukluğunu o denli çarpıcı anlatır ki, düşlerle gerçeklerin birbiri içinde hareket etmesinden; mekânın, eşyanın çizgilerinin yitiminden, gölgelerin ışığı perdelemesinden doğan o buğulu, dumanlı dünya okurken bizi de kendi içine alır adeta. Bu farklı algı durumu, satırların içine başarılı bir inandırıcılıkla sindirilmiştir. Gözlerimiz, Kör Baykuş’un anlatıcısının algı gözlerinden bakar bütün bir hayata. Kör Baykuş, iç’ten dış’a evrilen, genişleyen bir evren sunar bizlere. O evren, bir yanılsamadır; orada maddenin somut varlığı değil, bir karadeliğin içinden geçilince görülen bambaşka bir evren gizlidir. Sonsuz kara, kapkara bir evren…

Kara bir anlatıdır Kör Baykuş. Hem kördür hem karanlıktır. Gotik anlatıların o korkulu ürpertilerini de taşıyıp getirir yüreğimize.  Gölgesinin baykuşa benzediğini söyleyen anlatıcı, “körlük” sözcüğünü kıskançlık ve tutku nedeniyle “gözünü kan bürümesi” durumunu anlatmakta kullanır. Anlatıcının gözünü kan bürümesi, korku dolu bir cinayet işlemesine neden olacaktır. Kör Baykuş’ta, insanın tüylerini diken diken eden, ruhen sarsan, öfke ve dehşet duygularını bir arada yaşatan bir kadın cinayeti vardır. Aşkına karşılık bulamadığını; karısının hiçbir zaman onun olmadığını, kendisini sürekli aldattığını dile getiren anlatıcı, karısından sıklıkla “kahpe” diye söz eder. Geçmiş yıllardan kalan ve duvardaki bir rafın üstünde bekleyen zehirli şarapla öldürür kadını… Bedenini parçalar, bavula yerleştirir… ve sonra bir mezarcıyla buluşur kaderi.  Öldürdüğü kadın da, mezarcı da, kadının âşığı olan ihtiyar kambur adam da, bu hikâyeye eklemlenen başka kişiler de aslında tek kişiden ibarettir; o tek kişi; anlatıcının kendisidir. Anlatıcı, bütün bu kişilere dönüşür farklı mekân/zaman boyutlarında…

Bu konuda Bozorg Alevî şöyle yazar: “Kör Baykuş’un eylemi, olayları, zaman ve mekân dışında kalır. Olayları bölüşenler tipik kimselerdir, daha doğrusu bir tipin değişik kişilerdeki varyasyonlarıdır, bu kişiler mitik bir psikoloji kanununa göre birbirlerine dönüşürler. Baba, amca, arabacı, mezarcı, ihtiyar hurdacı ve nihayet romanın “kahraman”ı, aslında tek kişidir, esrarengiz genç kız, bayader ile kahramanın karısı “kahpe” de öyle… Normal düzenin kalkışı bununla bağlantılıdır; şimdiki zamanla geçmiş zaman; anı, rüya ve hayal olarak birbiriyle kaynaşmıştır. Sebeple sonuç arasında bir nedensellik yoktur, onları birbirine masallardaki mantık bağlar. Ama buna rağmen olay, şüphe yok ki gerçek bir hayatı saptar. Korkular, özlemler, ümit, ümitsizlik, bu olay içinde, öteden beri insan kaderinde olduğu gibidir.” (Sadık Hidayet’in Biyografyası, Kör Baykuş, s. 91)

Kör Baykuş metninde sürekli tekrarlanan, bazen hayatın içinde bir gerçekmiş gibi anlatılan, bazen bir toprak testi üzerinde görülen, bazen de “kalemdan”(*) denen kalem muhafazalarının üzerine anlatıcının sürekli çizdiği bir İran minyatürü olarak gösterilen, hayatla sanatı buluşturan bir resim vardır. Sürekli bu resimden söz eder anlatıcı. Yaşadığı hayat bu resme dönüşür; bazen de resmin kimi öğeleri resmin içinden çıkıp hayatın içine karışır. Resim hayatın içine dağılmıştır. Düş nerede başlar gerçek nerede biter? Bu soruların yanıtı belirsizdir;  çizgiler de belirsizdir; afyon dumanı gibidir her şey… Anlatıcı, bir ressamdır; kalemdanlar üzerine sürekli aynı resmi çizen, bu resimden başka bir resim bilmeyen düşünemeyen anlatıcı, kendini “sıradan bir ressam” olarak ifade eder; çalışmasını yaratıcı bulmaz; çünkü hep aynı döngüselliği tekrar ettiğinin farkındadır:
“…bilmiyorum niçin, yaptığım resimlerin konusu oldum olası hep aynı kaldı. Hep bir servi çiziyordum. Dibinde ihtiyar, kambur bir adam, bağdaş kurmuş oturuyor, bir Hind fakirine benziyordu. Bir abaya sarınmış, başına şal bağlamıştı. Sol elinin işaret parmağını bir hayret ifadesiyle dudaklarına götürmüştü. Karşısında, uzun siyah entarili bir genç kız hafif eğilmiş, ona bir gündüzsefası (kahkaha çiçeği) uzatıyordu. Ve bir dere akıyordu ikisinin arasından.- Ben bu sahneyi daha önce görmüş müydüm, yoksa rüyamda mı almıştım ilhamı? Bilmiyorum; bildiğim hep bu meclis, hep bu konu olduğuydu. Elim kendiliğinden hep bu resmi çiziyordu.” (Kör Baykuş, s.17)

Resmin bütün öğeleri, (hareketler, figürler de dâhil olmak üzere; kambur ihtiyar, servi, dere, siyah elbiseli genç kız, gündüzsefası…) anlatıcı tarafından Kör Baykuş roman metni içinde değişik zaman mekân boyutlarına dağıtılıyor. Sanki ressam-anlatıcı, daimi bir takıntı olarak kalemdanlar üzerine çizdiği bu resmin bütün öğelerini metin içinde sık sık tekrarlayarak, metni de sürekli yaptığı resme benzetiyor; metni o resimle özdeş kılıyor adeta. Resimle metin; daha doğru bir deyişle, resimle metin içi hayat da birbirine dönüşüyor. Sadece figürler ve nesneler değil, sol elin işaret parmağının dudaklara götürülmesi, kan donduran kahkahalarla gülmek gibi kimi hareketler, metin içinde başka (dönüşmüş) kişiler tarafından tekrarlanıyor. İçindeki resmin döngüselliğinden ve sürekli tekrarlanmasından, metin de payını alıyor böylece. 

Sanatın ölümsüzlüğe ulaşması; anlam ve değer kazanması, yepyeni formlarla, değişik konularla, farklı renk, figür, çizgiler kullanmakla gerçekleşen yaratıcı çalışmalarla mümkün olabilir. Yaratıcılık, döngüselliğin içinde var olamaz; o sonsuz döngünün kırılma noktasında başlar gerçek sanat. Kendini sürekli tekrarlayan bir sanat, gelenekselliği çoğaltmaktan başka bir işe yaramaz.

Kör Baykuş içinde sürekli anlatılan minyatür, Doğu’nun resim anlayışını; iki boyutluluğunu, yüzeyselliğini, derinliksizliğini temsil eder biraz da. Bu minyatürler ancak hayatın içinde üçüncü boyutu kazanabilirler; yani o eksik boyutuna kavuşabilirler.  Anlatıcının sürekli tekrarladığı bu döngüsellik, bir bakıma canlılığa değil ölüme işaret ediyor. Bir açmaza düşen anlatıcı, metninde söz edilen minyatürün dışındaki başka bazı öğeleri de tekrarlayarak onları farklı zaman- mekân- kişiler bağlamında yeniden üretiyor. Bu, bir yeniden üretim de sayılmaz;  “tekrarın tekrarı” olan, biteviye yinelenen bir durum;  bir kısırdöngüdür asıl olarak. Mesela, çengele asılı etler ve onların kıpkırmızı rengi… Bu, canlılığın değil ölümün kırmızısıdır… “Kasap çengelinde asılı etlerin rengi” ifadesi,  metin içinde farklı yerlerde farklı zaman-mekân-kişi boyutunda tekrarlanır. Anlatıcı, nefret eder etten.  Kasap, etleri parçalarken içten içe zevk aldığı için anlatıcı ondan da nefret eder.  Ne yazık ki çok çelişik ve trajik bir biçimde, aynı kasaplığı, işlediği kadın cinayeti sonrasında sergiler. Kasaptan nefret eder ama bir süre sonra nefret ettiği kişiye dönüşür anlatıcı. Bir bakarız ki “kemik saplı bıçak” hem kasaptadır hem de kendi elinde…

Kör Baykuş’un anlatıcısı, afyonla uyuşan zihnindeki algısal değişimleri; özellikle görme algısındaki durumu ayrıntılarıyla dile getirir. Çevresindeki her şey bambaşka bir şekle bürünmüştür; eşyanın sınırları ortadan kalkmış; zaman- mekân kaybolmuş, gördüğü her nesne,  akışkan, değişken, kayganlaşan birer varlığa dönüşmüştür. Eşyanın çizgileri erimiş, bu eriyen hakikat hayatın içine dağılmış, uzun ve sonsuz bir nefese dönüşmüştür adeta.

“Göğsümden bir yük kalkmıştı sanki, benim için ağırlık kanunu diye bir şey kalmamıştı. Genişlemiş, incelmiş, yücelmiş hayallerimin peşinde serâzat uçuyordum adeta. Tepeden tırnağa tarifsiz, derin bir keyif içindeydim, gövdemin ağırlığından kurtulmuştum, bütün varlığım bitkisel hayatın o hafif ve duyarlıksız ülkesine yönelmişti. O ıssız fakat büyüleyici ve tatlı şekil ve renklerle dolu bir âleme yönelmişti. Hayallerim dağılıyor, çözülüyor, o renklerde, o şekillerde eriyordu. Esîrî okşayışlarla dolu dalgalarda yüzüyordum. Kalbimin sesini duyuyor, damarlarımdaki nabzı hissediyordum. Derin bir anlam ve sonsuz bir keyif vardı bu halimde."

Kendimi bütün ruhumla unutmanın uykusuna bırakmak istiyordum. Unutmam mümkün olsaydı, unutmak sürekli olsaydı, gözlerim kapansaydı da azar azar uykunun ötesine, mutlak hiçliğe gömülebilseydim, varlığımı artık hissedemez olacağım noktaya varsaydım, bir mürekkep damlasında, bir musiki ahenginde ya da renkli bir ışında erir giderdim ve sonunda dalgalar ve şekiller öyle büyürlerdi ki, hissedilmezin içinde silinir, yok olurlardı. O zaman dileğime kavuşurdum.” (Kör Baykuş, s. 36-37)

İç gözün gördükleriyle dıştaki gözün algılarının anlatımı ve betimlerinden oluşan bu satırlar, hem içte hem de dışta görünenleri (ya da görülenleri) buluşturur ve bütünleştirir. Aldatıcı bir keyif duygusundan hemen sonra, derin ruhsal acılar başlayacaktır. “Unutma okyanusunda” kaybolmak isteyen anlatıcı, unutmanın ötesine geçerek mutlak hiçliğin özlemi içinde olduğunu belirtirken, ölüme duyduğu derin isteği açığa vurur.
Gördükleri onu yanıltıp şaşırttığı için çelişkiler içindedir. Gözlerinin gördüğü, inandırıcı değildir artık.
“Birbirine ters düşen öyle çok şey gördüm, birbiriyle çelişen öyle çok şey duydum ki! O görmeler yüzünden gözlerim, eşyanın yüzeyinde, ruhu özü örten o ince ve sert kabukta aşındı. Artık hiçbir şeye inanmıyorum, hatta şimdi eşyaların ağırlığından, sabitliğinden, açık seçik gerçeklerden şüphe ediyorum.” (Kör Baykuş, s.40)
Bu noktada anlatıcı gördüklerinden kuşku duyduğunu saklamaz; inandığı hiçbir şey kalmamıştır. Her şey bir yanılsamadan ya da sanrıdan oluşmaktadır; ya da bir tülün arkasında gizlenmiş gibidir. 

Kör Baykuş’ta “görsellik” kadar “göz imgesi” de önemli yer tutar. Görselliğin ihtiyaç duyduğu en önemli unsur; gözdür. Gözün ve görme algısının olmadığı bir ortamda görsellikten söz edilemez. Sözcük sözcük parçalanıp dağıtılarak,  sürekli tekrarlanan bir resim üzerine inşa edilen bu romanda;  “göz, bakmak, görmek, gözün güzelliği ve büyüleyiciliği”… gibi unsurların geniş yer kapladığı dikkatimizden kaçmaz.  Sevdiği kızın gözleri anlatıcıyı büyülemiş; onu büyük bir tutkunun girdabına sürüklemiştir.
Uzakdoğu’nun gizemli metinlerinde sıklıkla karşımıza çıkan ve tasavvuf felsefesinde de rastladığımız “Göz ve görme” ye dair bir kıssa vardır. Buna göre; Göz, çevrede görülebilecek her şeyi, her varlığı görebilir; ancak, Göz hiçbir zaman kendini göremez. Göz’ün kendini görebilmesinin ezeli ve ebedi imkânsızlığı, insanın evren içindeki durumuna da işaret eder gibidir. Her şeyi gören’in (gördüğünü sanan’ın) kendini görme imkânsızlığı, insanın anlam arayışının beyhudeliğini de içermektedir. (Felsefi açıdan, her şeyi gören göz, bir bakıma Evrensel Mutlak Varlık’tır.) Kör Baykuş’un anlatıcısı o imkânsızlığın farkındalığı içindedir; varoluş sancısını dindirecek tek çare ölümdür ona göre. O nedenle ölüme tapınır adeta;  ölümde anlam sonlanır görünse de, ölümde anlam bulur, o anlamı “görür” anlatıcı:
“Yalnız ölüm yalan söylemez!

Ölümün varlığı bütün vehim ve hayalleri yok eder. Bizler ölümün çocuklarıyız, hayatın aldatmacalarından bizi o kurtarır. Hayatın derinlerinden seslenir, yanına çağırır bizi.  Ve biz, henüz insanların dilini bile anlamadığımız yaşlarda, ara sıra oyunlarımızı yarıda kesiyorsak, bunun nedeni ölümün seslenişini duymuş olmamızdır… Ömrümüz boyunca ölüm bize el eder, çağırır bizi. Her birimiz ansızın, sebepsiz düşüncelere dalmıyor muyuz, bu hayaller bizi öylesine sarıyor ki zamanı, mekânı fark etmez olmuyor muyuz? İnsan bilmez bile ne düşündüğünü; ama sonra kendini ve dış dünyayı hatırlamak, düşünmek için toparlanmak zorundadır. Bu da bir sesidir ölümün.” (Kör Baykuş, s.70)

Bu cümleler,  anlatıcı için hayattaki tek gerçeğin ölüm olduğunu ve anlatıcının ölüme kutsallık yüklediğini sezdirir bize. Bir bakıma, anlatıcı, ölümün gözünden bakmaktadır hayata. Kendini bir “cansız nesne ressamı” olarak nitelendirir; çizdiği, boyadığı şeylerin bir kısmı cansız nesnelerden oluşur. “Cesede bakarak çizim, bir cansız nesne ressamının işiydi tam ve ben de öyle bir ressamdım.” (Kör Baykuş, s.27) Cinayetin hemen sonrasında canını geri veremediği genç kızın resmini yapar; ölünün/ölümün resmidir bu. İçinde can taşımayan bir beden; bir ölü varlık, bir “natürmort”… Ölünün gözlerini bir türlü kâğıda geçiremez, bir an gözler açılır gibi olur, o anda hemen taslağı çizip resme dönüştürür anlatıcı. “Şimdi gözleri elimdeydi benim, gözlerindeki ruhu kâğıda geçirmiştim.” (Kör Baykuş, s.28) der.
Dönüşümler üzerine kurgulanan bir roman olan Kör Baykuş’ta anlatıcı, son olarak, öldürdüğü kıza; yani bir ölüye dönüşür. Bir bakıma, ölüyle ve ölümle özdeşim kurar. Romanın başlarında da aynı dönüşümün (anlatıcının öldürdüğü kızın cesedine dönüşümü) yer aldığını anımsarız. Başa dönülmüştür, o sonsuz döngünün yine hem roman metninde hem de hayatın içinde varlığını sürdürmekte olduğunu içten içe sezeriz.

“Döndüm kendime baktım; Üstüm başım yırtılmıştı, tepeden tırnağa kana belenmiştim, çevremde iki mayısböceği dolanıyordu, ve küçük beyaz kurtçuklar, kıvıl kıvıldı tenimde-ve bir ölünün ağırlığı, eziyordu göğsümü…” (Kör Baykuş, s.85)

Kızın gözlerinde hayatının bütün acı macerasının akıp gittiğini gören anlatıcı, toprak testi üzerindeki resimle kendisinin kalemdanlar üzerine çizdiği resimlerin çok benzer hatta aynı olduğunu keşfeder. Asıl keşfettiği, uzun zamanlar öncesinde, kendisi gibi acılar çekmiş ve lanetlenmiş, kader arkadaşı bir ressamın varlığıdır. Zaman ve mekânın anlamı kalmaz o noktada. Anlatıcıya göre, insanı yalnız ölüm kurtarır, bütün aldanışlardan da ölüm kurtarabilir. Ancak, bu ölümün özelliği vardır: Anlatıcı, kendisine yeni azaplarla dolu ahireti sunan değil, onu hiçlik ülkesine, boşluklara gömecek bir ölüm ister. Ona göre hayat ve ölüm ebedi bir çemberdir. İnsan, parçalanır, toprak olur, toprağından yeni çömlekler, testiler yapılır; ama ölüm sonrasının gizemi hiçbir zaman çözülemez. 
İçinde kapkara boşluğun, kopkoyu hiçliğin çoğaldığı bir ölüm, evren içinde bambaşka evrenlere taşır insanı. O noktada, tüm zamanlar ve mekânlar eriyip gider. Görmek, görünmek ve görülmek yoktur;  görme olgusu sona ermiştir. Kör noktaya varmıştır kör bir baykuş.  Zamansızlık ve mekânsızlıktır orada çoğalan hakikat. Sâdık Hidâyet’in dostu Bozorg Alevî şunları dile getirir: “Ölümünden az önce bir hikâye taslağı kaleme almıştı, şuydu konu: Annesi “Salgı salamaz o” diye beddua eder yavru örümceğe. Küçük örümcek ağ yapamayınca ölüme kurban gider.” (Sâdık Hidâyet’in Biyografyası, Kör Baykuş, s.95)
Salgı salamayınca boşluğa düşerek hiçliğe gömülen örümcek… Bu hikâye, bana, varoluşçu filozof Kierkegaard’a atfedilen bir paragrafı anımsattı: “Ne gelecek? Gelecek ne getirecek? Bilmiyorum, hiçbir şey sezmiyorum. Bir örümcek, belirli bir noktadan hedefine doğru indiğinde, önünde hep, ne denli çırpınsa da ayağın basamayacağı boş bir mekân görür. Benim durumum da böyle; önümde hep boş bir mekân; beni öne doğru götüren ise, arkamda kalmış bir sonuçtur.” Bu durum, insan yaşamının sonundaki hiçliği, ölümün boşluk ve bilinmezliğini temsil ediyor. Atılan adım boşluğa doğrudur; insan ondan sonrasını göremez, bilemez ve kavrayamaz. Bu, ölüm sonrasına dair insanın başka bir körlük durumudur.

Kör Baykuş’un yazarı Sâdık Hidâyet, varoluşçu felsefeden ve bu felsefeyi eserlerinde işleyen Kafka gibi yazarlardan etkilenmiştir. Kör Baykuş’ta ve diğer bazı eserlerindeki karamsarlık, umutsuzluk ve çıkışsızlık Kafkaesk birer olgudur. Kör Baykuş, çıkışsız bir anlatıdır, bir döngüselliği sürekli tekrarlar; metin içindeki öznesel dönüşümler, yeni olgulara zemin hazırlamaz; sadece tekrara; tekrarın tekrarına hizmet eder. Kör Baykuş’taki gizem, kan, ölüm ve korku gibi gotik unsurlar,  Sâdık Hidâyet’in sevdiği ve etkilendiği yazar Edgar Allan Poe’nun bir kısım öykülerinden de yansır. Kör Baykuş’ta ayrıca, Rilke’nin Malte Laurids Brigge'nin Notları’ndan esinlenerek Sâdık Hidâyet tarafından oluşturulmuş bir paragraf, edebiyat araştırmacıları tarafından sıklıkla dile getirilir. (**)
Bir ressamın dipsiz bir kuyuya benzeyen karanlık ve dumanlı dünyasının işlendiği Kör Baykuş’ta ışığın ve gölgenin anlatımları sıklıkla karşımıza çıkar. Gölge, bir arketip olarak metnin anlamlarını sürekli genişletir. Gölgeyi yaratanın ışığın kendisi olması, fiziksel bir hakikat olduğu kadar mecaz anlamlarla da karşımıza çıkar. Yazdıklarını, dillendirdiklerini kendi gölgesi için yazdığını söyleyen anlatıcının, gölgesine dair anlatımları çok etkileyici gelir bize:
“Odam her an daha karardı, daha daraldı, bir mezar oldu âdeta. Korkunç gölgeleriyle gece etrafımı sardı. Lamba is yapıyordu, kürkümü giymiş, abamı omuzlarıma almış, boynuma şalımı sarmıştım, iki büklüm gölgem duvara vuruyordu.
Gölgem çok çok güçlüydü, belirgindi gerçek cismimden; duvara vurmuş gölgem daha gerçekti vücudumdan. Sanki ihtiyar hurdacı, kasap, dadım ve o kahpe karım, benim gölgelerimdiler, ben bu gölgelerin içinde hapsedilmiştim. Bir baykuşa benziyordum, ama iniltilerim boğazımda takılıp kalıyordu ve ben pıhtılaşmış kan olarak tükürüyordum onları. Şayet baykuş da hasta olsa enim düşündüğüm şeyleri düşünür. Duvardaki gölgem tıpkı bir baykuş gölgesiydi ve iki büklüm eğilmiş, yazdıklarımı dikkatle okuyordu. Anlıyordu besbelli; bir o anlayabilirdi. Göz ucuyla gölgeme baktıkça korkuyordum.”
(s.82)

Bu cümlelerde, ölüm takıntısı, anlatıcının ruhundan çıkıp mekâna yayılıyor.  Belli belirsiz de olsa, iki büklüm, hasta ihtiyara dönüşmüş olduğu sezdirilen anlatıcı, gölgesinin korkunç bir baykuşa benzediğini; aynı anda birçok varlığa dönüşebildiğini belirtiyor. Anlatıcının gölgesi, onun iç karanlıklarını, kötücül yönlerini temsil eder; bilinçaltının karanlık labirentlerinden çıkıp gelen uğursuz bir baykuş gibidir; ya da ölüm ülkesinden süzülen düşsel bir yaratıktır. Baykuşa benzeyen; çoklu öznelere dönüşen bu korkunç ve karanlık gölge, anlatıcının yazdıklarını da eğilip dikkatle okumaktadır. Burada şizoit bir parçalanma, bir depersonalizasyon söz konusudur. Aynı zamanda, anlatıcının yazma/yaratma ânına dikkat çekilen bir bölümdür.

Kör Baykuş’un 1936’daki ilk baskısının kapak resmi Sâdık Hidâyet tarafından çizilmiştir. Sâdık Hidâyet, Kör Baykuş’taki ressam gibi, yasaklara aldırış etmeden resim sanatına yakın bir ilgi duymuş;  oldukça naif, farklı resimlere imzasını atmıştır. Günümüze kalabilen resimleri Hassan Qa’emian tarafından bir araya getirilmiştir. Bazı sanat eleştirmenleri onun resimlerinde bir sanat değeri göremediklerini söylerken, bazılarıysa bu resimlerin “geleceğin resmi” olduğunu dile getirmektedirler.

Her şeye karşın, Sâdık Hidâyet, metinlerine görsel açıdan bakan, bu görselliği ve görme biçimlerini metin içi gerçekliğe uyarlayan sıra dışı bir yazar ve sanatçıdır. Ölümün soluk aldığı, baykuşun gölgesinin sayfalarda dolaştığı; afyon dumanlarıyla isli lamba ışığının, düşle gerçeğin birbirine karıştığı, zamansız, mekânsız, döngüsel ve ürpertici bir anlatıdır Kör Baykuş. Çıkışsızlık ve umutsuzluğuyla, öznelerin “dönüşüm” serüvenleriyle, Kafka’yı selamlayan Sâdık Hidâyet’in en unutulmaz, en çok bilinen yapıtıdır.
Sâdık Hidâyet’in, kendisinin bir vejetaryen oluşunu, et yememesini Kör Baykuş’un anlatıcısının kasap, et, bıçak, kesilmiş et rengi… gibi anahtar sözcükleri üzerinden duyumsatması da romanın başka bir boyutunu oluşturuyor.  Vejetaryenliğin Yararları adlı bir kitabı da olan yazarın bu konuda söyledikleri,  yaşadığı toplumun ve dönemin oldukça ilerisindedir: 

“Yüreğimizden gelen doğal, yapmacıksız duyguları zorla bastırmadığımız sürece insanın içinde diğer canlıları öldürme ve canını yakmaktan nefret etme duygusunun var olacağı açıktır. Ve yine hiç kuşku yok ki, insanlar yedikleri hayvanları bizzat kesmek zorunda kalsalardı, çoğu et yemekten vazgeçerdi.”
Ülkesinde modern edebiyatı kuran yazarların en başında gelen Sâdık Hidâyet’in tüm eserlerinin genç kuşaklarca daha yakından tanınacağı günlerin umudunu taşıyor;  onun duyarlı yüreğiyle yazdığı bütün öykü ve romanların, yaratıcı okurlara yepyeni ufuklar açacağına inanıyorum. Çünkü Antoine de Saint-Exupéry’nin Küçük Prens’indeki gibi; “İnsan ancak yüreğiyle görür. Göz hiçbir şeyin özünü göremez.”

(*) Kalemdan: Tutkallı kâğıt hamurundan yapılan, ensiz, uzunca bir kutudur. İçine hokka ve diğer yazı araç gereçleri konurdu. Üstü İran minyatürleri stilinde bitki motifleri, manzara resimleriyle süslenirdi. Beldeki kuşağa çaprazlama sokulurdu. Okur-yazar, aydın olmanın işaretiydi. (Bkz. Kör Baykuş, s.17)

(**) Bkz. Kör Baykuş, s.70, “Hayat…”sözüyle başlayan son paragraf.

İncelemeye esas alınan metin:
Sâdık Hidâyet, Kör Baykuş, YKY, Ocak 2006, 3. Baskı.
Görseller:
http://www.dolandagel.com/