Püf

Gizem Ancı

Bir çöp kamyonunun arkasından yürüyorum. Gürültüsünden yer titriyor, ayaklarım karıncalanıyor. Kulaklarım zangır zangır… “Yorganım hala sıcak mıdır?” diye geçiriyorum içimden. Sonra daha yüksek sesle “Yorganım hala sıcak mıdır?” diye tekrar geçiriyorum içimden. Böylesi tatmin ediyor, tekrar sormuyorum. Yamultuyorum ağzımı. Bu sabah bir çöp kamyonu da benim içimde olmalı. Halen ayılamamışlığın etkisiyle takılıyorum içimdeki kamyonun peşine. Şimdi diyorum kafadan akciğeri koy içine. Aklıma geliyor, hazır akciğerin yokluğunda kaygısız bir sigara yakıveriyorum. Paket şimdi boş. Sallıyorum onu da akciğerin yanına, göz kamaştırıyorlar. Şu anamı ağlatan böbrek taşlarını da atmayı ihmal etmiyorum tabi. “Oh be!” diyorum. Bu sabah tüm pisliklerden kurtulmalı. Kasabı görünce “veresiye” diye ağzını açmadan hop onu da buruşturup atıveriyorum, bıyıkları gözüne yapışıveriyor. Hatta geri dönüyorum ve o et kokan iki sinsi kediyi de koyuyorum içine. Rahatlık ki ne rahatlık. Derken bir atılacaklar listesi oluşuyor ki kafamda sormayın. Yok diyorum. Bu saçma hayali de toptan buruşturup basıyorum tekmeyi. Geçip gidiyorum.
         Bundan yirmi beş sene önce aklımın bu saçma kaçamaklarından derlediğim öykü kitabını hatırlıyorum. Babamın elinde buruşuyor, derken hop! “Yazar olacakmış. Dayısı kılıklı bu! Anca senin gibi aklı evveller okur bunları. Git de önce para kazan para. Dana!” Yankı yapıyor, iki kez de ben dana diyorum. Bu nostaljik sahneyi büfecinin kapısında bırakıyorum. Bir paket Maltepe’yi ait olduğu yere koyuyorum. Çıkarken bıraktığım yerden, “dana”dan yakalıyorum. “Dana”dan sonra çırak oluyorum. Ustanın kızına aşık oluveriyorum. Bir gün dükkana geldiğinde bakışıyoruz, elimi kesiyorum. Usta sakalıyla oynuyor, ben “Anladı mı?” diye korkuyorum. Bu herhalde çakmağı tutan parmağımdaki o ince izle burun buruna gelince aklıma geliyor.
Ne zaman ki üzerine mürekkep döktüğüm ağaçlardan adamakıllı dolaplar, sehpalar yapıyorum; işte o zaman evleniyorum. Annemin türlü dolaplarla önüme çıkardığı yirmi küsürüncü kıza “He!” diyorum. Ustanın kızı da geliyor nikaha. O her şeyden habersiz, ben bir iç geçiriyorum. Neden sonra karımı da bir o kadar seviyorum. İki tane buzağımız oluyor, isimlerini babam koyuyor: Nedim ve Nazmi. Ben masal okudukça büyüyorlar ve “pinokyo” masalı en çok benim aileme yakışıyor. Ustanın bir papatya akşamında ölmesinin ardından kızı bir çiçekçi açıyor bizim dükkana. Ben kapı kapı dükkan peşinde… Şimdi uzaktan görünce kapısını, ayaklarımın ve anılarımın dükkana aynı anda yaklaşmaları hoşuma gidiyor. Derken çiçekçi kapanıyor, usta kızı satılık tabelasını asıyor. “Baba yadigarı değil mi Gülten?” diyorum. “Durumumuz kötü, sıkıştık.” diyor. Üç beş biriktirdiğime birkaç eş dosttan aldıklarımı katıyorum, usta yadigarını alıyorum. Parayı verdikten birkaç gün sonra Gülten ve kocası İstanbul’a gidiyor, bir daha haberlerini almıyoruz.
Dükkana varmak üzereyim. Koluma bıçak gibi bir ağrı girdi. Ovuşturuyorum. Tam bu sıra Rüstem Abi ile rastlaşıyoruz. Rüstem Abi yetmişlik. Kasabanın en eski meyhanesi onunki. Haftada bir iki uğruyorum. “Rüstem Abi sen şimdi şu rakıyla yaşıt mısın?” diyorum. Basıyoruz kahkahayı. Sonrası bir kolumda Nedim, diğerinde Nazmi. Rüstem Abi “Bu akşam balıklar taze, uğra.” diyor. Ben o sıra cebimde anahtar yokluyorum. “Bakarız.” diyorum. Omzuma sertçe vurup ovalayınca kolumdaki ağrının yerli yerinde durduğunu fark ediyorum.
Rüstem Abi’yi görünce dükkanı satın aldığım dünden şu güne kadar geçen on beş yılı atlamış oluyorum tabi. O yıllarda benim meyhane fasıllarımın artması eve gelen komşu hanımların sayısını artırıyor. Eh tabi onlardan şevklenerek karım da bir saniye başına söylediği kelime sayısını artırıyor. Bunu düşündükten sonra dükkanın önünde bir gülme alıyor beni. Sonra bu gülünce eğrilip bükülen ağzımı bu sabahki çöp kamyonuna niçin atmadığımı düşünüyorum. “Yine aynı yıllar…” diye devam ediyor içimdeki. Nedim ile Nazmi de babalarına yaraşır birer dana oluveriyorlar. Orta okuldan sonra okumuyorlar. Bizde imkan yoktu tamam ama bunlarınki sahi danalıktan. Üç beş yıl sonra Saime menopoza giriyor. Çok terliyor, çok üflüyor, çok konuşuyor. E benim zaten çok çıkmayan sesim de iyice çıkmaz oluyor, durum böylelikle dengeleniyor. Nedim PTT’de iş buluyor, Nazmi Rüstem Abi’nin yanına giriyor. Saime’nin kalçaları daha da genişliyor. Minik bir kambur gelip sırtıma yerleşince yere yetmiş derecelik açı yapıyor bedenim ve ben yalnız kaldığım her an hayal gücümle bezediğim anılarımı böyle içime kusuyorum. Böylelikle “deli danalık” mertebesine yaklaşıyorum. Saime komşuların düvelerini bizim iki tosuna beğendirmek için dolduruyor eve. Nitekim Nedim’i evlendiriyoruz. Saime şiştikçe şişiyor, ben sustukça susuyorum. Fakat Allah için hep iyi geçiniyoruz. “Ne o usta yine daldın gittin? “ diyor yandaki ayakkabıcı Hilmi’nin ince sesli çırağı. Savuşturur gibi bir hareket yapıyorum, kolum yine sancıyor. Sıcaklıyorum.
On beş dakika gecikmeli olarak dükkana girdim. Öykülerimi biriktirdiğim ustamdan kalma minik sandığa dün akşamki bir karalamamı da ekledim. Kolum hayli azdı. Masanın üstü tozdan topraktan görünmüyor. Üflemek gerek. Derince bir nefes alıp üflemek gerek şunlara. Püf! Yok, bu anca bedenimi sandalyeye bırakabilecek kadardı. Ulan dedim, ne ahmaksın. Bir asırdır sessizce nefes alan bir adamın “püf”ü şimdi ne boka yarasın? Püf! Attım başımı geriye, kıstırdım sandalyenin tepesini ensemde. Kıymıkları battı. Dedim belki bu kaşındıran sızılar bir “püf” toparlar içerde. Denedim. Püf! Terledim. Dudağımın bir yarısıyla güldüm. Ağzımın yamukluğu artık her yeri yamulmuş bedenime yakışıyordur diye düşündüm. Bir kez daha yamulttum. Beklediğim “püf” gelmedi. Çok sıcak. Oysa sabahın bir farkı yok. Keresteler yerli yerinde. Eksik olan bir “püf”, sonrası tıkır tıkır. Hay anasını satayım. Püf! İçim eziliyor. Bu farklı demek ki diyorum. Bu beni çiğneyip geçecek. Keresteler siyaha döndüler, boncuk boncuk bölündüler, etrafımda dönüyorlar. Püf! Gitmiyorlar.
-Usta?
Demek saat sekiz olmuş.
-Usta! İyi misin usta?
Yamulttum ağzımı, tuttum kolumu.
-Otuz kez usta deme ulan bir cümlede!
-Usta! Konuşsana usta!
Konuştuk ya hergele. “Püf” kaplıyor içimi. Keresteler dönüyor, durmuyor. Basacağım küfrü şimdi. Püf! Çıkmıyor. Şimdi her yanım “püf” diyor. Bir ayrılıyorum ki sandalyeden çocuk hala “usta” diyor, yerden ağaç kabukları kalkıyor.