Bir yandan da bir türlü giremiyorum konuya. “Bu arada Mehmed Tarhan eşcinsel” diyemiyorum. Derken benim yerime başka bir yoldaş söz aldı ve havadaki gerilimi nihayete erdirdi: “Ya bu Mehmed Tarhan şu şey olan değil mi?” O an kocaman bir ŞEY üzerime çullandı. O zaman, şey diyen yoldaşa diyemediklerimi şu an diyebiliyorum: Yoldaş, ben ibneyim.
Kendi Anlatımıyla, Yıldız Tar: Ailesinin ve toplumun ona verdiği isim ve cinsiyeti reddettiğini ilan ettiği 2010 senesinde Boğaziçi Üniversitesi'nde doğmuştur. Bir yandan Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde “öğrencilik taklidi” yaparken öte yandan Kaos GL ve Lambdaistanbul LGBT Derneği'nde aktivisttir. Bir süre Merkez Yürütme Kurulu üyesi olduğu HDK bünyesinde çalışmalar yürütmüş, aynı zamanda da Etkin Haber Ajansı (ETHA) bünyesinde “gastecilik” yapmıştır. Özgür Radyo'da "Gökkuşağı Sohbetleri" isimli bir LGBT tartışma programının da sunuculuğunu üstlenen Tar'ın yazı ve haberleri ETHA, Kaos GL dergi ve portalı, Atılım Gazetesi, Agos ve Bianet'te yayınlanmaktadır. Şu günlerde KaosGL.org haber portalının editörlüğünü yapmaktadır. Biyografi yazmaktan nefret eden Tar, kendisini cinsiyetsizliğin o güzel sularında akıntıda dans eden bir cisim olarak tanımlamakta; şahsına dönük erkek ya da kadın gibi tabirlere karşı ziyadesiyle şirret olabilmektedir.
Aslında gazetecisiniz değil mi? Bir de Boğaziçi geçmişiniz var. Kısaca gazetecilik ve Boğaziçi dersek, kitabınız bağlamında sizin için bunlar nedir, ne değildir?
Boğaziçi nedir sorusuna girersek çıkamayız. Nitekim ben Boğaziçi’ne bir şekilde girdim ama bir türlü çıkamadım. Üniversiteye kaydım baki. O kadar sevdim ki okulu bir türlü mezun olmaya içim el vermiyor. “Gitmesem de görmesem de o Boğaziçi benim okulumdur” diye yeni bir single çıkartmayı planlıyorum bu arada. Çok satacağından ve hit olacağından hiç kuşkum yok.
Boğaziçi fildişi kulesinden ve akademik çok bilmişliğinden nasibini almış birisi olarak genelde çok yalın ve kendime dair sorulara cevap veremiyorum. İlla bir kavram ya da aforizma ile çerçevelendirmem gerekiyor. O yüzden bu soruya da şöyle diyelim; Boğaziçi Dante’nin meşhur “Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir” sözlerindeki iyi niyet taşları gibiydi benim için. Bir yandan birçok toplumsal meseleye ilişkin muhteşem olduğuna inandığımız işler yapıyorduk. Ve hakikaten çok “duyarlıydık”. Duyarlılık krizinden ölecek noktaya gelsek de duyargalarımızla saadet içerisinde yaşıyorduk. Ama bir noktada bu duyarlılığın sahteliği, akıp giden hayatla hiçbir bağının olmayışı, “Büyük soruların” ufacık hayatlarımızın hiçbir yerine değmediği gerçeği birleşti ve okulu bırakmaya karar verdim. Ama tipik bir Boğaziçili refleksiyle, tamamen bırakmak yerine kaydımı her sene yeniledim. Derslerimi bir güzel seçtim. O yüzden Boğaziçi geçmişten ziyade bir paralel olarak köşede duruyor. Demirtaş’ın sözlerini de bir güzel yalanlıyor. Evrenin bir yerlerinde kesişen Boğaziçili Yıldız ile gazeteci Yıldız gayet de paraleldir!
İşte böylesi acayip entel ve de acayip ilgi çekici bunalımların birinin ortasındayken, gazeteci olmaya karar verdim. Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık destanını on birinci ya da on ikinci okumamda verdim sanırım kararı. Bir ara roman yazmaya da özenmedim değil her küçük entelektüel, aydın adayı gibi. Ama Marquez’in gazetecilik tarifi, gazeteci olması, bütün hikayelerinin buralardan devşirilmesi daha başka etkiledi beni. Sonra işte Etkin Haber Ajansı (ETHA) deneyimi başladı. Bir gün kapılarına gidip, “Ben gazeteci olacağım ve sizle çalışmak istiyorum” dedim. Bu kadar da hızlı ve kolay oldu bambaşka bir yola atlamak, fildişinden sarayın imtiyazlarından kaçmak. (Okula hala kaydım var. Çok da kaçamamışım o imtiyazlardan tabi.)
Her şey bir yana ilk sormak istediğim şey bu kitaba yayıncı ararken zorlandınız mı?
Aslında kitap teklifi yayıncıdan geldi. Bu röportaj dizisini en başta kitap olarak çok da kurgulamamıştım. Ama röportaj dizisi fikrini açınca Atılım Gazetesi Yayın Koordinatörü ve Ceylan Yayıncılık’tan Sedat Şenoğlu, (ki kendisi kitabın ismini bulan kişidir aynı zamanda) “Neden kitap olmasın ki bu dizi” dedi. Ben de cevapladım, “Neden olmasın?”
Kapağına bakınca neşeli, ışıl ışıl bir panayır yerini resmeden, “Yoldaş Ben İbneyim” adlı kitabın oluşum ve yayın sürecini, bu süreç içinde hissettiklerinizi paylaşabilir misiniz?
Kitap bir yanıyla söyleşi derlemesi bir yanıyla da otobiyografik ögeler taşıyan ne idüğü belirsiz bir şey. Ki ismine yakışanı da bu olurdu zaten. Benim için bir tür hesaplaşma, yüzleşme ve yüzleşmeye çağırma serüveni diyebilirim. İlk kitap olmasından kaynaklı ziyadesiyle amatör, kendi halinde bir iş. Öyle kocaman iddiaları yok. Zaten kocaman iddiaları genelde çok sevmem. Kocamanlıklar hepimizi öldürüyor. Kocaman asfalt yollar, patikalarımızı mahvediyor…
Açıkçası bu kadar ilgi de beklemiyordum kitaba. Ama birden ilk baskı tükendi. Çokça okundu. Tartışıldı, eleştirildi. Giriş niteliği taşıması da bunda etken sanırım. Ufacık bir pencere diyebiliriz.
Peki, birkaç kelime de şu paraf için duymak istesek: "Bir yandan da bir türlü giremiyorum konuya. “Bu arada Mehmed Tarhan eşcinsel” diyemiyorum. Derken benim yerime başka bir yoldaş söz aldı ve havadaki gerilimi nihayete erdirdi: “Ya bu Mehmed Tarhan şu şey olan değil mi?” O an kocaman bir ŞEY üzerime çullandı. O zaman, şey diyen yoldaşa diyemediklerimi şu an diyebiliyorum: Yoldaş, ben ibneyim."
Bu kısım kitaba koyup koymamayı en çok düşündüğüm kısım oldu. Fazla ben var bu kısımda. Ama yazarken, söyleşileri yaparken dönüp dönüp lise yıllarını hatırlar oldum. Biraz da fazla duygusal bir biçimde. Sizi bilmem ama benim için lise kocaman bir kuyuydu. İçinde boğulduğum ortamlar, var olamadığım ama “varmışım” taklidi yaptığım koridorlar, okul birincisi şımarıklığıyla bu var olamayışı kapama çabaları… Çok acımasız yaşlar bir yandan. Ben de çok acımasızdım, çevrem de. Ve o aralar yeni tanıştığım bir sosyalist parti tek çıkış kapısıydı. Bir çay, tatlı sohbetler, bir iki eylem, bol sigara… Kendim olabileceğimi düşündüğüm tek yerdi. Ta ki bu anlattığım hikaye gerçekleşene kadar. O zaman işte bir şeyler koptu gitti. Şimdi olsa çok da mühim değil. Aksine gayet eğlenebileceğim, yeter dozda çirkeflikle üstesinden gelebileceğim mesele; o yaşların kırılganlığıyla üzerime çullanmış. Kitap için çalıştıkça tekrar tekrar hatırladım. Ve nihayetinde bu kısım kitabın en can alıcı kısımlarından biri oldu. Sedat’ın da önerisiyle başlık oldu hatta.
Kitap "Dora Özer'e, İrem Okan'a, Ahmet Yıldız'a, R.Ç'ye ve katledilen nice trans ve eşcinsele... Bilin ki aile dedikleri sizi sahiplenmese ve katletse de; birileri her biriniz için helva kavurdu gözyaşları eşliğinde..." ifadeleriyle başlıyor. Bu girişin ilk etapta içimizi sızlatması gerekir mi?
Bilmem. Benim içimi sızlatıyor. Her biri ayrı ayrı sızlatıyor hem de. Hele hele İrem Okan’ın annesinin, “Koskoca dünyaya benim kızımı sığdıramadılar” demesi daha da sızlatıyor. İrem’in hikayesini bilir misiniz? 2010 yılında öldürüldü İrem. Hem de çok vahşi bir biçimde. IŞİD vahşetini aratmayacak şekilde. Annesi davanın peşini bırakmadı. Katiller yargılandı ve nitekim ceza aldı. Ama Melek Okan’ın feryadı bizlere kaldı. Çocukları LGBTİ’ler olan ailelerin hikayesi “Benim Çocuğum” filmi de o feryat ile bu ismi aldı.
Melek Okan ile geçen yıl Bursa’da görüşmemde dedikleri, belki bu sorunun cevabı: “O kâtil hala nefes alıyor. Benim çocuğumun yaşadıklarını yaşamasını isterdim. Şimdi diğer kızlarla birlikteyim. Kızımın arkadaşlarıyla avunuyorum. Diğer kızlar de hep yanımdaydı. Bana destek oldular. Evlerinde ağırladılar. Her şeyi benimle paylaştılar. Bir tane kızımız ameliyat oldu. Onun yanında kaldım. Aldım onu Bandırma’ya getirdim. Umre’ye gitti. Ona para topladım Umre’ye gitmesi için. O kızı, altın günlerim oluyor, oraya soktum. Dikiş kursuna gidiyor. Ona müşteriler götürüyorum. Bana da kostümler dikiyor. Öbür kızlarla da görüşüyorum. İrem’i rüyamda görüyorum hep. Trans haliyle görüyorum.”
Bu kitabın toplumsal yönlerimizi ve solun bazı duyarsız yanlarını uyaran bir kitap olduğunu söylemek doğru olur mu? Öyleyse ne açılardan mesela?
Bilmem. Olabilir. Yıllarca görmezden gelinen bir hakikati, sapkın ve yoz addedilen hayatları tam solun içinden birdenbire açığa çıkarma çabası bir yanıyla. Bu mesele yeni bir mesele değil ama yıllarca hasıraltına atılmış bir mesele. Toplum hassasiyetleri bahane edilerek bir kısım insanın şiddete uğramasına, yok edilmesine en iyi ihtimalle göz yumuldu. Ama Pandora’nın kutusu açıldı ve artık istesek de istemesek de LGBTİ’leri görmek zorundayız. Bu kitap da biraz böyle bir şey. Bir varlık ilanı.
Hızlı bir çıkışı oldu ilk etapta kitabın. Konusu bakımından biraz çekingen ve kapalı bir ülke olan Türkiye için “sakıncalı” algılansa da büyük bir başarı bu. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz, sizi memnun etti mi bu çıkış? İstediğiniz ilgiyi gördü mü?
Nasıl bir ilgi bekliyordum bilmiyorum açıkçası. Ama konuşulması ve tartışılması çok sevindirici. Esas olan bana kalırsa; bu kitabın başkaca kitaplara ön açması. Karşılığını hayatta bulması. “Yoldaş ben ibneyim” sözünün ilgi çekici bir ifade olmaktan çıkabilmesine vesile olması. İbne yoldaşların, bütün ibnelikleriyle var olabilmesine ufak da olsa bir katkısı olabilmesi bana kalırsa.
Kitap, Ali’ye mektupla başlıyor. Zaman zaman üzerine yazdığım bazı yazılarda “bağzı erkekler de jinekologa gidebilmeli” notunu düşmeyi hiç ihmal etmeyen biri olarak önce bu güzellik için sizi kutlarım… Peki, siyaseten ve sosyolojik açıdan kitabın tam olarak manifestosu nedir?
Manifesto sevmem. Sevdiğim tek bir manifesto var o da Transfeminist Manifesto. Ki ona da manifesto demeye bin şahit. Ama Ali’nin yazdıkları ile başlaması tesadüf değil. Kitabın çıkış sürecinde Ali’yi kaybettik. Ve ben aslında çıktıktan bir 5 ay sonrasına kadar kitapla hiç ilgilenemedim. Kitabın çıktığını bile çok sonra fark ettim. Ali’deydi hep aklım. Ali’nin bendeki yeri çok başkadır. “Etek giyen erkek” olarak görülen beni, olduğum gibi görmeye özen gösteren sayılı insanlardan biriydi. Ki bu sadece LGBTİ ya da trans aktivist olmasıyla alakalı değil. Bu cinsiyet belası LGBTİ camianın da polisliğine soyunabildiği bir alan maalesef. Ali bir nefes alabilme kudretini bulduğum birisiydi. Ali aramızdan ayrılınca da bir şekilde bu kitabın onun ifadeleriyle başlaması gerektiğini düşündüm.
Kitapla birlikte özellikle değiştirmeye çalıştığınız bir şey ya da nokta atışla vermek istediğiniz bir mesaj var mıydı?
Nokta atışıyla vermeye çalıştığım mesaj; Arkadaş Özger’in dizeleriydi biraz da: “Siz inanmayın bir gün değişir elbet/ Güneşe ve penise tapan rüzgarın yönü” ve “Zeki Müren’i seviniz”. Evet sanırım mesajım ve hatta ana fikrim bu. Tabi bir de, ibneliğimi cümle aleme, çalgılı çengili, göbek ata ata ilan etme isteğim.
Kitabın üstünde, “Solun LGBT ile imtihanı” alt başlığı çok göz alıcı. Bu başlığı biraz açabilir misiniz? Solun LGBT ve aktivistlere gelenekçi ve homofobik bir yaklaşımından söz etmek doğru mudur? Bu tür sorunları daha çok Türk soluyla mı yaşıyorsunuz, yoksa Kürt soluyla mı? Ya da “sol” derken, hangi solu kastettiniz?
Sol derken esas olarak kitapta görüştüklerimin ötesindeki solu kast etmedim. Solu da homojen değerlendirmemek gerekiyor. Sol harekette bir değişim dönüşüm var. Ben uzunca süredir LGBT aktivizmi içerisindeyim. Benim ilk hafızama çağırdıklarımla şu an arasında büyük bir değişim görüyoruz. Sol sosyalist hareket çok heterojen. Öyle bir blok halinde değerlendiremiyorsun, kendi içinde farklılıklar var. Röportaj yaptığım yapıların bir kısmı klasik "toplum buna hazır değil" argümanını savunurken, bir kısmı için ise bu teorik ve politik olarak önüne koyduğu bir mesele ama henüz ne yapacağını kestiremiyor. Bir kısmı için insan hakları meselesi. Ama röportaj yaptığım yapıların hiçbirinde doğrudan bir homofobik tutum görmedim. Daha çok örtük homofobi olabilir veya önemsememe, görmeme, bu meseleyi gündemimize alalım da nasıl alalım... Bir kısmı çok pragmatist yaklaşıp "biz bunu konuşursak halk bize tepki gösterir, konuşmayalım, sonraya atalım" fikri hakim.
Kürt özgürlük hareketini ise bilinçli olarak söyleşi dizisinin dışında tuttum. Kitapta da biraz açıklamaya çalıştım, Kürt özgürlük hareketi, sosyalist hareketlerden çok önce kamusal alanda sözünü söyledi, 2008 yılında. Ben biraz daha kamusal alanda söz söylemeyen yapıları konuşturmak üzerinden bir strateji izlemiştim. Kürt hareketinin bileşeni olarak BDP’nin görüşünü biliyoruz ama KCK’nin, Kandil’in, Abdullah Öcalan’ın görüşünü merak ediyorum. Kürt özgürlük hareketiyle merkezi düzeyde değil yerel düzeyde çalışma yapmak gibi bir hedefim de var.
Peki, Gezi Olayları bu kitabın ne kadar içinde ya da kitap bağlamında Gezi Olayları ne ifade ediyor?
Gezi direnişi aslında hepimiz için yenilenme, umutla dolma ve kesişen yolların kavşaklarında oturup bir tür hemhal olma anıydı bana kalırsa. Ve bu direniş sırasında sol, sosyalist kuvvetler o zamana kadar görmedikleri, siyasal özne olarak dikkate almadıkları özneleri görmek, tanımak zorunda kaldı. Bunların başında da LGBT’ler geliyor. Direniş sırasında eleştirdiğim tutumlarla karşılaşmadım ancak ilk kez bu kadar kitlesel olarak bir araya gelen iki hareket arasındaki ilişki benim gibi ikisinin kesiştiği yerde duran, durmaya çalışan birisi için çok önemliydi.
Sonuçta bir şekilde sosyalist hareketler içerisinde her zaman LGBT’ler vardı. Çoğu zaman cinsel yönelim ve cinsiyet kimlikleriyle açık bir şekilde var olamadıkları için oralardan kopmak durumunda kaldılar. Yine son zamanlarda açık kimliği ile sosyalist hareketlerde yer alan aktivistlere de rastlıyoruz. Ama bütün bunlar çok tekil örnekler olarak önümüzdeydi. Yani çoğu zaman birçok sosyalistin tanıdığı tek ibne ben oluyordum. Ve Gezi’de “Tatlım, bak ben tek değilmişim. Benden çok var” diye içten içe kahkahalar attım.
Söyleşilerinizin ana temasına gelecek olursak, neyin cevabını aradınız? Bunlar sizce yeterli yanıtlar mıydı? Bu yanıtlarla neyi iyileştirmeye ya da neyi öldürmeye çalıştınız, ne kadar başarılı oldunuz sizce?
Söyleşilerdeki sorular çok detaylı bir şekilde LGBTİ meselesine yaklaşımlarını ele alıyor. Ancak sadece sözel olarak değil; bugüne kadar neler yaptıkları, neler yapmayı planladıklarını da öğrenmek istiyordum. Farklılıklar olmakla birlikte ortaklaşılan alan şimdiye kadar herhangi bir şeyin yapılmamış olmasıydı. Tüzük gibi değişiklikler var ancak hiçbir sol, sosyalist partinin LGBTİ alanına ilişkin somut projeleri ve kararlılığı yok.
Sosyolojik ve siyasi bir LGBT yakın tarih kitabı olarak değerlendirecek olursak; örgütler, toplumsal olaylar, aktivizm, homofobi ve daha birçok terimin karşılığını bu kitapta bulmak ne denli mümkün?
Çok da mümkün değil zira kitap akademik iddiaları olan bir kitap değil. Ama farklı sol gelenekler ve LGBTİ ilişkisine; LGBTİ hareketinin temel mücadele alanlarına bu kitaptan ulaşılabilinir.