Yazar kelimeleri görerek değil, sözü işiterek (g)özünden süzerken yarattığı ahenkle okuyucunun ağzına bir parmak bal çalıyor ve siz kitabı kapatsanız da bu lezzet dimağınızda musikî meşk etmeye devam ediyor.
Sema Kaygusuz uzunca bir aradan sonra Barbarın Kahkahası ile bize merhaba dedi. Ben Sema Kaygusuz'u son romanı ile tanıdım ve kitabı çok sevdim hatta bayılarak okudum lakin bu beğeninin tesiriyle yazarın önceki kitaplarını da okuyup bu kitabı tekrar değerlendirince o yere göğe sığdıramadığım görkemli sırça köşk yaşadığım hayal kırıklığı ile tuzla buz oldu. Çünkü Sema Kaygusuz'un bundan önceki eserlerinde bıçak sırtında duran ve kanayan yaraları naif bir üslupla ele alışı, bu romanında humora varan bir duyarsızlıkla ironiye dönüşmesi beni çok şaşırttı.
Orta halli bir tatil oteli olan Mavi Kumru Moteli’nde bir yaz gecesi, bir adam denize işer; ertesi sabahtan itibaren peyderpey havlular, çarşaflar, masa örtüleri, minderler, limonatalar, havuz, bungalovlar bir bir çişlenmeye başlar. Bundan sonrası ise hafif bir polisiye kıvamında devam eder, ülke sosyolojik yapısının romanda anatomi dersinde kadavra misali incelenmesiyle çok boyutluluk kazanır. Romanda sahneye çıkan her bir karakterle farklı bir yara kanar. Tatil köyü ve turizm zihniyeti hicvi, ergenlik ayini, av, avcılık ritüelleri, hemcins aşkı, orta sınıf ve orta sınıf ev kadınlığı eleştirisi, kadınlar arası rekabet, Freud ve ataerkil cinsel kültür eleştirisi, tıp ve ilaç tarihi eleştirisi, milliyetçilik ve resmî tarih eleştirisi, temizlik ve hijyen takıntısı, modernitenin sakıncaları, homofobi, hegemonyal erkeklik, popüler halk eğlenceleri, göç ve katliamlar, klitorise ve çişe övgü, Aztekler’den Hindular’a, Romalılar’dan Sibiryalılar’a dek idrarın tıbbi kullanımı, otacılık, inanç ve Allah kavramları, şifalı formüller, bitkisel çareler, bireyselden toplumsala uzanan trajediler…
Mavi Kumru Oteli oldukça büyük ölçekle çizilmiş bir Türkiye modelidir aslında. Hayli hassas mevzu; elektrik kaçıran, koparılmış teller misali olay örgüsü mecrasında hoyratça savrulur. Beni rahatsız eden nokta da bu oldu sanırım. Oysa Sema Kaygusuz, bundan önceki romanlarında daha spesifik bir bakış açısı ile daha derinden ve usul ilerleyen bir yol izlemiş. Yere Düşen Dualar ve Yüzünde Bir Yer; tıpkı bir incir gibi yoğun lezzet hediye ederken; Barbarın Kahkahası, taneleri birleştiren beyaz kısımlarını da yemişim gibi kekremsi bir nar tadı bıraktı damağımda. Belki bol taneli izlek daha ince dokunuşlarla örülseydi bunca keskin mevzunun aynı bohçaya sığması beni hiç rahatsız etmezdi. İncir nasıl da güzel ve gizemli bir meyvedir. Birçok çekirdeğin lezzetli bir bedene yerleşmesi ve zarif bir kabukla muhafaza edilmesiyle oluşur; soframızda yerini alır. Sema Kaygusuz'un ilk romanları da tıpkı bir incir gibi leziz ve gizemli bir meyve misali, tadına bakana çok katmanlı bir şölen sunuyor. Kitaplar, her biri ayrı bir çıtırtı yaratan hikayelerle, göndermelerle, imgelerle bezeli. İşte bu yüzden incirin her bir çekirdeğinin zevkine vardım demek ne kadar güçse bu kitaptaki her katmanın hakkını vermek de o kadar güçtür. Eğer her bir katmanı layıkıyla çiğneyebilir ve bu katmanları lezzeti ile sarmalayan şiirsel dilin zevkine varabilirseniz ne âlâ. Velhasıl anlatılması şöyle dursun, özetlenmesi bile güç bir romanlardan sonra bu yeni roman, sığ yaklaşımı ile aynı etkiyi yaratmıyor maalesef.
Sema Kaygusuz'un romanında en belirgin metafor "çiş". Otelde yaşayan herkes bu cürümde kendini izole ederek, kendisi dışında bütün müşterilerden şüphelenir. Dünyanın herhangi bir yerindeki can yakan her olay ya da durum karşısında biz kendimizi hiç sorumlu tutuyor muyuz? İşte çiş hadisesi ile bu mesuliyeti inkar eden, sözde pür ü pak insanlık, ironik bir dille hicvedilmektedir. İşte bu yüzden vicdana dokunan her konuya, kelimelerin ısıran tarifi ile göndermeler yapılmış. Oysa Kaygusuz; bundan önceki romanlarında bu bugüne kadar örselenmiş, sömürülmüş, acımasızca katledilmiş insanlığın utanma, unutma hisselerini sessizliğe kilitlenmiş ruhu, epik bir masalda veya Hızır imgesinde naif bir üslupla özgürlüğü kavuşturmuştur. Ancak Barbarın Kahkahası'nda yarayı iyileştirme gayretiyle benimsenen, ihtiyatı elden bırakmayan, bir tüy gibi hafif, meltem gibi ılık üslubu öteleyerek alaycı tavra pâye vermesini yazar “Sıradan bir olumsuzluğu büyük acılardan kalan deyişlerle anlatırsan, asıl keder görünmez hale gelir.” sözü açıklamıştır aslında.
Sema Kaygusuz, bu güne kadarki eserlerinde ekofeminist bir yaklaşımla kadın karakterlerini kurgulamıştır. Ekofeminizmin iki temel ilkesi vardır, birincisi kadın ve doğanın birbirine tarihsel olarak yakın olduğu önermesidir. İkincisi ise ataerkil kapitalist sistemin kadının ve doğanın sorunlarından sorumlu olduğu tespitidir. Yüzünde Bir Yer ve Yere Düşen Dualar kitaplarında topluma susan Bese ve Leylân, doğada kendilerini anlamlandırır, orada bir incirin, bir üzümün, bir taşın dilinden konuşur. Patriyarkal sistemin kurbanı kadın; bedenine, düşüncelerine, hislerine vurulan kelepçelerden kurtulmak için doğadan destek alır. Oysa Barbarın Kahkahası'nda kadın karakterlerin sağlam kurgulanmadığı kanaatindeydim. Bilhassa feminist karakter Eda; kendi düşünceleri ile çelişiyor birçok yerde. Eda restoranda birçok insanın arasında nasıl orgazm olduğunu çekinimsiz anlatması onun cesaretinin göstergesi değil, kadın haklarına bakışının sadece cinsellik düzeyinde kaldığının göstergesidir. Aslında romandaki bütün kadınlar ekofeminst yaklaşıma ters düşmektedir. Her gün birlikte okey oynadığı arkadaşı Dilek'in arkasından acımasızca dedikodu yapan Serpil tam bir anti kahramandır. Geçmişte yaşadığı tecavüzün yarattığı ağır psikolojik travmayı atlatma gayretindeki Nihan, bu gerçeğin ağırlığı ile yaşamaya çalışan kocasının ruhsal bunalımları karşısında daha çaresizdir.
Simin ise bu romandaki en olumlu ve olgun karakter olmasına karşın; o da Eda'ya karşı kem düşüncelere sahiptir .Yazarın roman kadınlarını haset, kıskanç ve ezik tavırlarından dolayı pek olumladığını düşünmüyorum.
Ancak Simin her şeye rağmen işlevsel bir karakter, bana Dede Korkut'u hatırlattı. Bilirsiniz Dede Korkut da bilgedir, hekimdir, hikayeleri birbirine bağlayan, ancak olaylara çok müdahil olmayan bir karakterdir bu yönüyle hikaye boyunca Simin karakteri vesilesiyle feminen, gizemli bir Dede Korkut versiyonu okudum gibi geldi bana.
Romanda yer alan erkek kahramanlar da patriyal sistemin kuklaları konumundalar. Homofobik Turgay da ergenlik ayinini öldürerek gerçekleştiren Ozan da karısının yaşadığı bunalımı kat be kat yaşayarak yeni bunalımlar yaratan Turgay da sevgili olmayı bile başaramayan Melih ve İsmail de kadınları anlamlandıramadığı için yalnızca cinsel obje olarak gören, kadınlardan nefret eden Selçuk da çocukluktan itibaren rekabet, saldırganlık, meydan okuma, kudret gibi eril söylevlerle kodlanmış bireyler konumundalar. Onlar yalnızca kadınlar üzerinde değil hemcinsleri üzerinde de tahakküm kurma gayretiyle hegonomik bir yapının kurallarına göre bir duruş sergilemenin yarışını ortaya koyuyorlar.
Romanda Vakı'a da havada asılı kalmış gibi, Modern edebiyatta, Maupassant okumaya alışkın okuyucunun, Çehov tarzına alışması misali postmodern edebiyatın açık uçlu, bol göndermeli yeni üslubuna alışıyoruz Sema Kaygusuz kitapları ile. ÇEHOV; "Hikayede bir silah varsa mutlaka patlar." demiş ancak postmodern edebiyatta silah var ama bir türlü patlamıyor. Hatta Paul Auster romanlarında olduğu gibi zamanla var olan silah anlamsızlaşıyor ve yeni anlamlar kazanıyor. Velhasıl bulmaca çözer gibi önümüzde duran bol parçalı postmodern pazzlını tamamlamaya çalışıyoruz. Çiş imgesiyle ortaya konan toplumun duyarsızlığı, kirlenmişliği bu pazzlenın kilit parçası bence.
Ana izlekten kopmuş, sakil duran "esrari" bölümü ise romanın içinden yeni bir izleğe gizli bir tünel kazıyor sanki. İslami alim olmak için yola çıkan Alikar'ın dini ve peygamberi sorgulaması ile içine düştüğü bunalımı anlattığı bölüm, romanın en derin mevzusudur ama bu derin mevzuyu da iki alim konuşması yerine iki esrarinin dilinde can bulması ise ayrı bir ironi taşır. Çünkü anlamak için önce ezberletilen kuru bilgiden sıyrılmak gerekir. Gönül gözünü açan ise idrak tacını takar gönlüne. Allah' ı idrak eden onu olmayanda değil, olan görendir. Bence romanın en güzel bölümü burasıdır çünkü burada üslup değişir. Satır dizeye; söz kelama evrilir.
Kaygusuz romanlarında farklı bakış açıları kullanıyor. Fakat anlatıcılar daima sese nağme veren edasını koruyor. Yazar kelimeleri görerek değil, sözü işiterek (g)özünden süzerken yarattığı ahenkle okuyucunun ağzına bir parmak bal çalıyor ve siz kitabı kapatsanız da bu lezzet dimağınızda musikî meşk etmeye devam ediyor. Kaygusuz mensurdan şiire salınan bir mensur-şiir besteliyor hikayelerinde. Yazar, lunapark misali zengin kurguya, seslerin ritmini mayalayınca ortaya temaşaya doyum olmaz bir manzara çıkıyor. Sıklette hafif, hacimde küçük kitaplar; yazarın kurguladığı düşünceyi zorlayan, hayali ise özgür kılan hikayeleri ile, mayalı bir hamur misali, kelâmın derinliği ve ahengiyle köpürüyor, kabarıyor hafızada kocaman bir yer işgal ediveriyor. İşte bu yüzden "esrariler" bölümü diğer kitaplarında bolca olan ancak bu kitapta tek kalan özel bir bölüm. Bu bölümü okumakla yetinmeyin, dinleyin lütfen.
Sema Kaygusuz; ülke geneline göre bakıldığında cahil kalabalık arasında seçilen bir bilge. Onu diğerlerinden ayıran ışık, bilgisinden ve bunu ifade edişindeki mütavaziliğinden kaynaklanıyor. Farklı üniversitelerde ve yaratıcı yazarlık atölyelerinde; dil, edebiyat ve "yazma cesareti" üzerine yaptığı etkinlikler ise kuşbakışı perspektif geliştirmemizi sağlıyor. Edebiyat, uçsuz bucaksız bir arazi aslında. Bu arazinin her bir detayına vakıf olamayan; bu arazinin kuşbakışı haritasını oluşturamaz elbette. Sema Kaygusuz bu geniş arazinin haritasını çıkartabilmek için daha çocukluk yıllarından itibaren meraklı bir seyyah gibi; serüven seven, korkusuz bir kaşif gibi; sırra ermeye mail sabırlı bir derviş gibi tevazu ile edebiyat diyarının gönüllü emekçisi olmuş. Bolca okumuş, cesaretle yazmış.
Bu ilginç romana gelmeden önce Sema Kaygusuz'un bugüne gelişindeki serüveni takip etmek gerekir. İşte o zaman gerçek bir değerlendirmeye ulaşabilirsiniz.