Fotoğrafçılık yurdumuzda hızla yaygınlaşan bir alan. Bu alanda kendine has tarzıyla Anadolu coğrafyasının acılarını, sevinçlerini, umutlarını sokakların gözüyle bize aktaran fotoğraf sanatçısı Mesut Demirci’yle fotoğraf üzerine etraflıca konuşalım dedik.
Mesut biz senle önceden tanışıyoruz o yüzden sana Mesut dostum diye hitap etmek istiyorum, hoş geldin.
Hoş bulduk sevgili dostum☺
Mesut bana biraz kendinden ve fotoğrafa nasıl başladığından bahsedebilir misin?
1973 yılında Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde hayata merhaba demişim.1995 yılından beri ülkemin farklı kentlerinde ve birçok farklı okulda tarih öğretmeni olarak görev yaptım. Fotoğraf sanatı ile ilk tanışmam 1999 yılında oldu. Aynı yıl Diyarbakır Fotoğraf Amatörleri Derneğinin (DİFAK), Fotoğrafçılık Temel Eğitimi Kurslarına katıldım. 2011 yılında Adana’ya yerleştim ve burada da FOTOKULİS derneğinde fotoğraf maceram devam etti. Son 1 yıldır Adana Eğitim-Sen üyelerine fotoğrafçılık eğitimi veriyorum. Fotoğrafa ilk başladığım günden itibaren birçok değerli hoca ve usta ile paylaşımda bulunma şansına sahip oldum. Yıllarını bu işe vermiş ustalar ile fotoğrafa henüz yeni başlamış olanlar arasında ayrım yapmadan bilgi ve deneyimlerimi paylaşmaya çalıştım. Kimi zaman öğrettim. Kimi zaman da öğrendim. Sanatsal gelişimin en büyük düşmanının kibir ve ego olduğunu düşünüyorum. Herkesten öğrenilebilecek bir şeyler vardır.
Fotoğrafın sende bıraktığı duygusal, düşünsel izlenimler neler? Her sanatsal üretim, bir anlamda kendini keşfetmek, sınırlarını görebilmektir. Bugüne kadar kendinde neleri keşfedebildin yada keşfedemedin?
Lise yıllarında yazmaya başladım. Sosyal, siyasal, ruhsal çıkmazlarımın çıkış kapısıydı, yazmak. Kendimi en kolay ve en yalın ifade şeklimdi.Üniversite bittikten sonra meslek hayatı, ekonomik kaygılar vs. sebeplerden ötürü yazma alışkanlığını bırakmak zorunda kaldım. Sonrasında fotoğraf yeni bir araç oldu, benim için. Yeni bir keşifti bu. Aslında fotoğraf çekmiyordum, yazıyordum. Beynime, yüreğime biriktirdiklerimi, açmazlarımı, çıkmazlarımı fotoğraflarla anlatıyordum. Kendimle ilgili sınırları çok zorladım, farklı kareler üretebilmek adına. Fakat; yetişme tarzı, siyasal birikim, coğrafya buna çok izin vermedi. ”En iyi fotoğraflarımdır.” dediğim karelerin hiçbirinde Ahmed Arif’in şiirlerinden öteye gidemedim. Hep Anadolu kaldım. “Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz” der gibi baktı hep modellerim objektifime. Keşfedemediklerim mi? Sınırı yok ki bunun.
O meşhur Afgan kızını fotoğraflayan, ünlü belgesel fotoğrafçı Stewe McCury, fotoğraf stili hakkında ilk kez başlayanların hep iyi fotoğrafçıları taklit ettiklerini sonra kendi stillerini zamanla oluşturduklarını söyler. Sence durum gerçekten böyle mi? Bir gelişim kaydedildiğinde de farklı stiller bir arada toplanabiliyor mu yoksa sadece belli bir tarz mı hakim oluyor?
Enstrüman çalmaya başlayan birisi öncelikle en bilindik ezgilerle başlar. Örneğin bağlama öğrenmeye başlayan herkesin ilk öğrendiği ezgilerin başında, “odam kireç tutmuyor” gelir. Fotoğraf için de aynı durum geçerlidir, bence. Taklit etmek de bir öğrenme metodudur. Bırakın yeni başlayanları, usta dediğimiz ve fotoğrafa yıllarını vermiş birçok kişi henüz kendi stilini oluşturabilmiş değil ve başkaları tarafından üretilmiş iyi bir kare gördüğünde gidip aynısını yada benzerini çekmeye çalışıyor. Hatta bununla ilgili olarak; Bitlis-Güroymak’taki kaplıcalarda çekilen “at üstünde takla atan çocuk” kareleri biz fotoğrafçılar arasında espri konusudur. Çünkü birçok fotoğrafçı benzer kareleri çekti ve bu benzer kareler her yarışmada birtakım ödüller aldı.
Bu alandaki nihai hedefiniz de etkilidir. Fotoğraf eğitimi veriyorsanız eğer her konuya hakim olmak ve örnek çekimlerinizin olması gerekir. Bir de bütçe sorunu vardır. Stewe McCury’i fotoğraf sanatının zirvesine taşıyan, Uzakdoğu ve Ortadoğu çekimleridir. Ülkemizin çok değerli fotoğrafçıları var ve bütçe yetersizliğinden birçoğu aynı sahalarda çekim yapmak zorunda kalıyor. Haliyle ortaya çıkan ürünler de birbirinin taklidi olmaktan öteye gidemiyor.
Ülkemiz fotoğrafçıları, kompozisyon ve fotoğraf işleme tarzı ile bir yol ediniyorlar kendilerine. Bunu aynı fotoğrafçının hem manzara hem de sokak fotoğraflarında görmek mümkün. Bu anlamda tarzını oluşturmayı başarmış fotoğrafçılarımız var.
Daha çok portre ve sokak fotoğrafları çekiyorsun. Özelikle Çukurova‘nın, Anadolu insanının yaşam tarzını, mekanlarını, acılarını, hüzünlerini belirgin bir şekilde fotoğraflarında izlemek mümkün. Sokak ve portre fotoğrafçılığında başarılı ve iyi kareler yakalamanın incelikleri hakkında neler söyleyebilirsin?
Sınıf mücadelesinin içinden gelmekle ilgili bir sancı olsa gerek. Yokluk ve yoksulluğu anlatmak. Toplumsal bir farkındalık yaratmak kaygısı. Dostlarımla birlikte 2013 yılında yapmış olduğumuz “Çukurova’nın Mevsimlik Çocukları” sergisi ve sonrasında benim bireysel olarak kendi çekimlerimi sunduğum “Mevsimlik Tarımın Yurtsuz Çocukları” videosunun, birçok orta sınıf aile tarafından çocuklarına izlettirildiğini duydum ve bununla ilgili mesajlar aldım. Diyarbakır ve Mardin’e ait karelerde oradaki yaşamı biraz olsun dile getirmeye çalıştım. Batı kentlerinden güzel tepkiler aldım. Bunlar benim için çok sevindirici. Sokaklarda fotoğraf çekmemin yada bir “sokak fotoğrafçısı” olarak anılmamın tek bir sebebi var; orta ve üst sınıfa “İyi bakın, yanı başınızda bunlar da var” demek için. Bundan dolayıdır ki; yalın portreden mümkün olduğunca kaçınıyorum ve portrelerimi kendi yaşam alanları ile birlikte vermeye çalışıyorum.
İyi bir sokak fotoğrafçısı nasıl olunur? Sokaklarda fotoğraf çekmenin incelikleri nelerdir?
Sürekli karşılaştığım sorular bunlar. Çünkü birçok fotoğrafçı sokaklara girmeye ve hayatı boyunca hiç görmediği insanların arasına karışıp fotoğraf çekmeye cesaret edemiyor. Haksız da sayılmazlar. Çünkü her türlü tehlike var sokaklarda. Benim kendi adıma bu sorulara karşılık olarak verebileceğim öyle uzun sanatsal cümlelerim yok. “O sokaklarda insan denilen canlılar bekliyor sizi. Elinizde makinayla görgüsüzce dalmayın, sokaklara. Her şeyden önce insanlar, ilk defa karşılaştığı birinden “bir merhaba“ bekler. İletişim kurun, sohbet edin. Gerekirse birkaç saat gezin, dolaşın, çekim yapacağınız sahada. Çaylarını için, ikram edilene yok demeyin. İncitirsiniz. Sizi tanıyıp benimsedikten sonrası kolay. Fotoğraflar mı? Temel kompozisyon kurallarını biliyorsanız eğer, o sokakta gördüğünüz her şey bir fotoğraf karesidir sizin için.”
Sokak ve portre fotoğrafçılığının belgesel fotoğrafçılığın bir nüvesi olduğu hepimizce bilinen bir olgu. Bu husustan hareketle belgesel fotoğrafçılık aslında toplumların ekonomik, politik, kültürel yaşantılarında geçirdikleri değişimin ve dönüşümün de bir belgesi olduğunu söyleyebiliriz. Sence Türkiye coğrafyasında bu değişim ve dönüşüm, senin ve diğer belgesel tarz çalışan fotoğrafçıların karelerine baktığımızda nasıl devam etmekte?
Teknoloji ve kapitalizm, toplumsal yaşamı değiştirip dönüştürme konusunda 2000 yılından sonra müthiş bir ivme kazandı. Özellikle kentler, bu değişimin en belirgin yaşandığı alanlar. Kentler hızla kimlik kaybına uğruyor. Kentlerimiz ve kent insanlarımız, otantik özelliklerini, yaşam tarzlarını gönüllü olarak terk ediyor. Yakın bir tarihte birçok şey hatırlanmayacak belki de. Örneğin; Adana şalvarı, Amasya evleri, Diyarbakır Suriçi küçeleri, Urfa kuş pazarı, Gaziantep Kendircileri, Nizip Sabuncuları, Ödemiş’in Yemenisi, Kapadokya’nın Çömleği gibi. Yanıbaşımızda yüzyıllık tarihsel mirasımız olan evler, kentsel dönüşümlere feda ediliyor. Bunları belgeleyip arşivlemek ve gelecek nesillere aktarmak konusunda fotoğrafçılara çok iş düşüyor. Her mahallenin belirgin simaları, benim ünsüz ünlüler diye tabir ettiğim güzel insanları vardır. Mahallenin berberi, delisi gibi. Bu güzel insanlar zaman içerisinde ölüp gidiyor ve biz fotoğrafçılar bu insanları görmezden geliyoruz. Oysaki bunların fotoğraflanması ve arşivlenmesi gerekir diye düşünüyorum.
Türkiye fotoğrafçılarının bu alandaki en büyük eksikliği dağınık çalışma tarzı. Güzel yada anlamlı gördüğü her şeyi çekmeye çalışıyor. Bir konu belirleyip, konuyu belgeselleştirmiyor. Birkaç isim dışında Türkiye fotoğrafçılarının sokak fotoğrafları çektiğini fakat belgesel tarzı çalıştığını düşünmüyorum. Belgesel Fotoğrafçılığı dalında ulusal düzeydeki en büyük yarışma olan Sami Güner Kupası’ na katılan eser sayısından da bu belli oluyor zaten. Bir mahalle yada bir köy bile kendi başına bir proje, bir belgesel olabilir.
Kurgusal anlamda sence fotoğrafın dalları arasında bir hiyerarşi oluşturmak mümkün mü? Yani hayal gücü ve yaratıcılığın en güçlü şekilde yansıdığı fotoğraflar sana göre hangi tarz fotoğraflardır?
Fotoğrafa yeni başlayanlar hemen hemen her şeyi çekmeye çalışır. Kendi tarzını ve çizgisini oluşturana kadar devam eder bu süreç. Makro, manzara, sokak, model, portre bunların başında gelir. Ulaşabildiği, görebildiği her şeyi fotoğrafladıktan sonra; olanı değil, olmayanı çekme eğilimi başlıyor. Gerçek yaşamda olmayan yada ender rastlanan kadrajlar, kompozisyonlar dolaşmaya başlıyor fotoğrafçının zihninde. Düş dünyamız öylesine büyük, karmaşık ve değişken ki; bu alanı sınıflandırmak yada bir noktada sonlandırmak imkansız. Sanatsal gelişim aşamasında her birey kendine ait yöntem ve teknikler geliştiriyor. Makinenin teknik özellikleri, ışık şartları ve doku detaylarını kullanarak çekim esnasında yapılan kurgu çalışmaları ile tamamen dijital ortamda (photoshop) oluşturulan çalışmalar diye iki ayrı kategoriye ayırabiliriz. Photoshop programları kullanılarak oluşturulan eserlerin çoğunluğu bilinçsizce üretilen sürrealist çalışmalardır, aslında. Neden bilinçsizce? Bu tarz çalışmalar yapan arkadaşlarımızın birçoğunun ne dadaizmden ne de sürrealizmden haberi var ve işin felsefesini bilmeden özenti yada esinlenme ile bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Fotoğraf camiası da bu çalışmaları “manipülasyon” kavramı ile geçiştirmekte. Oysaki burada biz olandan değil, olmayan bir şeyden bahsediyoruz. Yani düş dünyasından. Temelleri felsefeye dayanmayan çalışmaları, temelsiz yapılara benzetiyorum ben kendi adıma. Tabii ki bunlar benim kişisel görüşlerimdir.
“Manipülasyon” olarak tabir edilen sürrealist çalışmalarda ülkemizin öncü isimleri dahi birçok eserinde, Polonyalı fotoğrafçı Dariusz Klimczak’ın tarzı olan; çalar saat, fil, devekuşu, fötr şapka gibi standart objeleri kullanmanın ötesine gidememektedir. Bu alana yönelecek arkadaşlara, Hugh Kretschmer, Thomas Barbey gibi yabancı fotoğrafçıların çalışmalarını incelemelerini tavsiye ederim.
Çalışmalarını hangi ortamlarda paylaşıyorsun? Biraz bize katıldığın proje çalışmalarından bahsedebilir misin?
Genellikle sosyal medyayı kullanıyorum. Facebook ve İnstagram kitlelere ulaşmada büyük olanaklar sunuyor.
2012 yılında Adana Büyükşehir Belediyesi için “Metro ile zaman sevdiklerinize kalır” isimli projeye 13 fotoğraf karesi ile katıldım. 2012 yılında 5 arkadaş bir araya gelerek “5yüz50 “adıyla bir proje grubu oluşturduk ve “Çukurova’nın Mevsimlik Çocukları” sergisi ortaya çıktı. Çalışmamız ulusal ve yerel basında güzel karşılık buldu. Sergi birkaç kentimizi dolaştı. Benim fotoğraf hayatımın en anlamlı çalışmasıydı. Şu anda üzerinde çalıştığım bireysel projelerim var.
Fotoğrafçılık bir anlamda sürprizlerle dolu bir serüvendir. Makinanı alıp sokağa çıktığında, gündelik yaşamın unsurları seni kuşattığında başına nelerin geleceğini önceden kestiremezsin. Seni derinden etkileyen, sıra dışı bir anını bizimle paylaşabilir misin?
Sokak fotoğrafçısı iseniz her gününüz ayrı bir olay zaten. Çünkü sokaklarda hayat çok hareketli ve siz de bu harekete gönüllü olarak dahil oluyorsunuz. Üzücü birçok şeyle karşılaştığınız gibi komik şeyler de yaşıyorsunuz. Eğlencelidir sokaklar. Beni etkileyen olay sayısı oldukça fazla. Acılara, yoksulluğa, yokluğa alışıyorsunuz ve onu belgelemekten de imtina etmiyorsunuz. Son birkaç yıldır sokaklara sürekli fotoğraf çekmek için çıktım ve benim için güzel sayılabilecek karelerle döndüm. Sadece 1 gün hariç. O gün; ben, onlarca fotoğraf çekerim umudu ile gittiğim yerden tek bir kare ile dönebildim. 10 Eylül 2014 günü Şengal’deki katliamdan kaçan Êzidîlerin bulunduğu Mardin’deki kampa girdim. Amacım oradaki insanları fotoğraflayıp sosyal medya üzerinden yayınlamak ve toplumsal duyarlılığın artmasına bir nebze olsun katkıda bulunmaktı. Kamp alanına girdiğim andan itibaren yüzlerce çocuk etrafımı sardı. Kamp görevlilerine anne-babalarını sordum. Erkeklerin katledildiğini, kadınların ise ya katledildiğini yada tecavüz edilip esir pazarlarına götürüldüğünü söylediler. 90’lı yılların güneydoğusunu yaşamış, görmüş ve bir de sokak fotoğrafçılığı deneyimi olan birisi olarak çok önemsemedim bunu. Fotoğraf çekmeye başlamadan önce çekim sahasını önce bir dolaşırım ben. Açılarımı, portrelerimi, fonlarımı tespit ederim. İnsanlarla sohbet ederim. Kamp alanını yanımdaki görevli ile birlikte dolaşmaya başladım. Birkaç yaşlı dışında sadece çocuklar vardı. Kundaktaki bebekten 14-15 yaşına kadar olan çocuklar. Olan biteni gözlemleyip anlamaya çalışıyordum. Kamptaki tüm işleri az sayıdaki gönüllü görevlilerle birlikte çocuklar yapıyordu. Uzunca bir masanın etrafında bulaşık yıkayanları, kendisinden küçük olanlara yemek servisi yapanları gördüm öncelikle. Bir odaya girdik. 6-7 yaşlarında kısa saçlı, kulağında tavus kuşu motifli tek küpesi olan bir kız çocuğu, kucağında birkaç aylık bir bebeği uyutmaya çalışıyordu. Kamp görevlisi, her ikisinin de ailesinin katledildiğini ve büyük çocuğun, hiç tanımadığı bu küçük çocuğa annelik yaptığını söyledi. Boğazıma bir şey battığını hissettim. Odadan çıkmak istedim fakat hareket edemiyordum. Derin bir nefes alıp kendimi dışarıya attım. Alnında tavus kuşundan nazar boncuğu olan emekleme çağındaki bir bebeğin karşısında buldum kendimi. Sırt çantamdan makinemi çıkarıp bu çocuğun tek kare fotoğrafını çekip kampın dışına attım kendimi. Sadece tek bir kare. Her baktığımda bu zulmü, bu vahşeti unutmamak için başucumda dursun diye tek bir kare fotoğraf çekebildim.
Fotoğrafın teknik unsurlarının estetik hazla bütünleşmesinin zaruri olmadığını düşünenler de var. Ünlü savaş ve belgesel fotoğrafçısı Koudelka’nın fotoğraflarına baktığımızda kadrajın içinde üst üste binmiş objeler yada sadece kolu yada bacağı gözüken insanlar görürüz. Bu durum fotoğrafın estetiğine aykırı mıdır?
Kompozisyon kurallarının ve estetiğin önemli olduğunu düşünüyorum. Fotoğraflarımda da mümkün olduğunca altın oran, 1/3, arka fon vb. kurallara da dikkat etmeye çalışıyorum. Josef Koudelka’nın birçok sokak fotoğrafında kuralları hiçe saydığı doğrudur. Üst üste binmiş yada yarım kesilmiş objeleri görmek mümkün. Fakat Koudelka’nın, geometrik geçişleri ve uzantıları standart kompozisyon içerisinde değerlendirdiği çalışmaları da yok değil. Savaş fotoğrafçılığı ise çok farklı bir alandır. Savaşın ortasında kompozisyon kurallarını aramak saçmalık olur. Foto Muhabir Kareleri diye tabir ettiğimiz bu çalışmalarda, öncelikli amaç kompozisyon yada estetikten ziyade hikayeyi anlatabilmektir. Hikayeyi doğru bir şekilde anlattıktan sonra gerisi pek de önemli değildir.
Siyah-beyaz ve renkli fotoğraflar diye bir kategorilendirme söz konusu. Sence hangi tarz fotoğraflar “Siyah-Beyaz” dönüşüme daha elverişli yada hangileri elverişli değil?
Sokak, sahne ve nü fotoğraflara siyah-beyazın yakıştığını düşünüyorum. Siyah-beyaz mı,renkli mi tercih edilmeli?
Yeşil, mavi tonların ve rengarenk çiçeklerin olduğu manzara fotoğrafları dışında kalan karelerde fotoğrafçının tercihidir. Fakat renklerin coştuğu bir manzara fotoğrafını da siyah-beyaz çekmeyi yada renkliden siyah-beyaza dönüştürmeyi doğru bulmuyorum. Sanal HES olarak görüyorum, bu renk katliamını.
Yurt içinde ve yurt dışında en çok fotoğraflamak istediğin mekanlar yada şehirler nereleri? Bu mekanların sanatsal gelişimine ne gibi katkıları olacağını düşünüyorsun?
Varoş olarak tabir edilen yoksul sokakları çok anlattık. Biraz da kent insanlarının post-modern yaşamlarını fotoğraflamak istiyorum. Metropol kalabalıkları içerisinde yalnızlaşan insanların sancılarını anlatmak istiyorum. Bunun için de Avrupa’nın gelişmiş modern kentlerine gitmek isterdim. Bunun bana katkısı konusuna gelince; kabuğumun içerisinde tıkandığımı hissediyorum. Her ne kadar modeller ve mekanlar farklı olsa da, kendini tekrar eden fotoğraflar çektiğimi düşünüyorum. Bu benim için yeni bir yol, yeni bir soluk olacak diye düşünüyorum. Yazarın yeni bir romana başlaması gibi bir şey bu.
Üretmenin bir toplumsal sorumluluğu var mıdır sence? Üretttikçe özgürleşebilir mi insan? Bunu kendi yaşantından bir örnek vererek açıklarsan sevinirim.
Yanıbaşımızda olup bitenleri bırakın, dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelen her şeye karşı sorumludur sanat. Muhalif olmak zorundadır. Sorgulamayan, eleştirmeyen bir eser tek düzelikten kurtulamaz ve unutulmaya da mahkumdur. Fotoğraf çekiyorsam, özgürüm ben. Konuşmadan, bağırıp kavga etmeden, tek bir fotoğraf karesi ile beynimden ve yüreğimden geçenleri anlatabiliyorsam eğer özgürüm ben. Örnek fotoğraflarımdır.
Mesut Demirci seninle röportaj yapmak çok keyifliydi. Bu imkanı bize sağladığın için çok teşekkür ederim. Emeğini sevgiyle harmanlayacağın güzel karelerini izlemeye devam edeceğiz. Başarıların daim olsun, ışığın bol olsun.
Rica ederim ve tabi ki kendimi, sanatımı ifade etmekten büyük keyif aldım. Bana bu keyfi yaşattığınız için de ben teşekkür ederim.