Mutluydum. Bilirdim bunun anlamını. Üstelik, bu konu açıldığında, herkesin aklına ilk gelen bendim. Hep bana imrenirler, mutluluk sözcüğü, benimle elele dolaşırdı hayallerinde. Bu da, beni çok gururlandırırdı. Daha yeni doğmuştum ki, annem beni karşısına almış ve şöyle demişti;
_Dünyadaki en mutlu canlılarız biz. Özgürüz çünkü. Çok şanslısın küçüğüm.
Tabii o zamanlar pek kavrayamamıştım annemin söylediklerini. Ne demek istediğini düşünerek, bakakalmıştım yüzüne şaşkın şaşkın. Sonra büyümeye başladım. Etrafımdaki her şey o kadar ilgimi çekiyordu ki. Her koku, her ses, her bakış, her gülümseme benim için efsunlu bir dünyanın kapılarını açmaktaydı. Ve ben o kapılardan girebilmek, olan biteni görebilmek için can atıyordum. Ama bunu yapmam imkansızdı şimdilik. Annemin yanından ayrılacak kadar büyümemiştim henüz. İşte o zamanlarda, özgürlüğün değerinin farkına vardım. Ne güzeldi her istediğini yapabilmek. Anlatılmazdı o duygu, sadece hissetmek gerekliydi yüreklerde. O yürekler aldı mı bir defa özgür olmanın buruk tadını, bir daha asla vazgeçemezlerdi zaten. O buruk tat, hala ulaşmamıştı benim damağıma ama bekliyordum, gelecekti zaman dolduğunda.
Birinci şartıydı mutluluğun özgürlük. Özgürsen mutluydun, mutluysan özgür. Bu iki his, iki sadık dost gibi hep yanyana, hep kolkola olmalıydılar. Hasret duymamalıydılar hiç birbirlerine. Ne mutluluk özgürlüğü beklemeliydi, gözü yollarda, ne özgürlük mutluluğu özlemeliydi kana kana. Onlar her zaman beraber, birbirlerine sevdalıydılar. Öyle bir kara sevdaydı ki bu, Leyla ile Mecnun’unki bile, sadece masallarda kalırdı. İkisinin adı da yakışırdı birbirine, dünyadaki her sözcükten daha fazla üstelik de. Özgür hissedenler kendilerini her daim, mutluluğun kokusunu alırlardı türüm türüm. Dünyadaki başka hiç bir şeye benzemeyen bu koku mesteder de onları, kendilerini bambaşka alemlerde sanırlardı. Sonra mutluluk kaçıverirdi bir gece vakti yıldızların yanıbaşına. Ay’ın göğsüne yaslar başını, yıldızların pırıltılarını seyre dalardı. Konuşurdu onlarla, sohbetleri gün ağarana dek uzar giderdi. Yıldızları severdi mutluluk. Çünkü onlar, gecelerin füme renkli hüznünü aralar da bir parça, evrene mesut saatler sunarlardı. Kimbilir, şu kainatta kaç ümitsiz kalp, bir gece yarısı başını kaldırdığında şu gökyüzüne, onların ışıklarıyla gelmiş de gözgöze, içini sebepsiz bir ferahlık kaplamıştı. Mutluluk severdi yıldızları.
Annem artık tek başına gezebilirsin dediğinde, içimi koskocaman bir mutluluk dalgası kaplayıvermişti. İlk defa özgür hissetmiştim kendimi. Sanki bütün avare neşeler, gelip de oturmuşlardı başıma. Aldım da o başımı çıktım yola. Vurdum kendimi upuzun bir yolculuğa. En önce, en sevdiğim yere, denize koştum. Eskiden annemle gelirdik buraya sık sık. Hatta, vaktimizin çoğunu burada geçirirdik. Şimdi, ilk defa, yalnız başımaydım, yapayalnız. Güzeldi yalnızlık bu sonsuzlukla birleştiğinde. Denizi de severdim, gökleri de. İkisi de masmavi, alabildiğine derin ve bir o kadar da büyüleyiciydiler. Mavinin huzuru, hem denize yeterdi, hem de göklere. Dolaştım biraz sahilde, kimsecikler yoktu. Ayaklarımı suya soktum, küçük dalgalarla oynaştım bir zaman keyifle. Dedim ya, buralara çok geliriz diye. Bir sonbahar akşamüstünde gelmiştik yine. Öyle bir vakitdi ki, sarıların hakimiyeti vardı mavilerin üzerinde. Denizin kıyısında ağlayıp duran bir deniz kızı görmüştüm. Gözyaşları, karışıp büyük sulara, hemencecik kayboluyordu. Ama o buna hiç aldırış etmeden, yenilerini bırakıyordu durmaksızın. Öyle parlaktı ki gözyaşları, pırlantaları andırıyordu. Berrak, masum, pürüzsüz damlacıklar, mavi sonsuzluğa uğurlanıyorlardı teker teker. Pek acımıştım deniz kızına. Yanına gidip, tam soracakken derdini, annem engel olmuştu bana. “Olmaz küçüğüm!” demişti, “Ağlamak insana özel bir duygudur. Tek başına kalmak iyi gelir bu gibi durumlarda. Her şeyi kolaylaştırır.” Hayretle bakmıştım annemin yüzüne;
_Ama o insan değil ki, baksana, bir deniz kızı!
_Olsun, ne farkeder! Ağlayabiliyor ya, sahip ya bu güce! Ne farkeder!
Ben hiç bir şey anlamamıştım, annem gülümsemişti. Yine aradım deniz kızını. Belki görür de konuşurdum. Ama yoktu.
En çok sevdiğim şey, güneşin batışını seyretmekti deniz kenarında. Bunu ilk kez yalnız yapacaktım. Güneş, elinde olmadan veda edişinin elemini, sanki, turuncudan tabaya dönen ışıklarının yansımalarıyla, kainata haykırırdı. Bu bir veda mıydı, değildi belki. Çünkü güneş de, kainatta bilirdi ki, ertesi sabah yine gelecek aydınlık. Her yer yeniden, o sımsıcak ışığa kavuşacak. Ama yine de, günbatımları hep hüsranı çağrıştırırdı bana. Fakat çok da severdim o anı izlemeyi. Mutluluğun içime yayıldığını hissederdim. Mutluluk ve elem! Bu ne yaman bir çelişkiydi! Geceyle gündüz gibi, kışla yaz, soğukla sıcak, kar ve güneş gibi. Güzeldi ama çok güzel! Günbatımının verdiği mutluluk başka türlüydü. Öyle tarifsiz, sevinçten çok hafif bir burukluk gibi, öyle tuhaf bir histi. Başımı kaldırıp baktım, erkendi daha vakit. Günbatımına çok vardı. Şimdilik keyifleri yerindeydi günışıklarının, oradan oraya sıçrayıp duruyorlardı. Henüz zamanım olduğuna göre, biraz da, kırlara uzansam ne iyi olurdu. Çiçeklerin arasında olmaya da bayılırdım. İşte o, hüzünsüz bir mutluluktu. Sevinç vardı içinde yığınla. Nasıl olmasın ki! Rengarenk çiçeklerin arasında başka hiç bir şey barınamazdı.
Papatyaları severdim en fazla. Pek mahzun görünürlerdi gözüme, hem de sade. Papatya tarlalarını uzaklardan seyretmek ne zevkti. Gerçi, gelincikler de onlardan aşağı kalmazlardı ya,
kıpkırmızı elbiseleriyle. Her zaman fazlasıyla gözalıcıydılar. Güller bana kibirli gelirdi biraz. Eh, ne de olsa, her şiirin, her romanın, her şarkının içinde geçerdi adları. Ünlüydüler ya, haliyle, gururlu olacaklardı. Aslında, yakışırdı da onlara bu haller. Güzellikleri de, dillerdeydi, renkleri de. Acaba en mutlusu hangisiydi bunca çiçeğin! Hep aklıma gelmişti bu soru da, cevabını bulamamıştım. Anneme sormuştum en sonunda. O da gülümsemişti bana,”Gül” derken. Niye demiştim bu sefer de.
_Asırlardır en yüce sevgiliye sahiptirler onlar çünkü, en sadık aşığa!
Çok şaşırmıştım, kimdi ki bu! “Bülbül!” demişti annem, yine gülümseyerek. “Bülbül’ün güle aşkını bilir tüm kainat!” diye de eklemişti hemen arkasından.
Demek, aşk mutluluk veriyordu. Peki ya, deniz kızı neden ağlıyordu öyleyse! Acaba o kimseye aşık değil miydi! Şu aşk denen şeyi çok merak etmiştim doğrusu. Nasıl bir şeydi ki, gülleri bu kadar mutlu ediyordu! Güller mutluydu, belki bülbül de. Ah, mutluluk, herkes onun peşindeydi! Kendimi düşündüm bir an. Evet, severdim denizleri, günbatımını da, çiçekleri de, hatta yağmuru bile! Ama ben en çok, rüzgarı arkama alıp da, gökyüzüne çevirdiğim de başımı mutluydum. Çok iyi bilirdim bunu.
Yorulmuştum artık. Hemen yanıbaşımda duran taş, pek rahatmış gibi göründü gözüme. O sessizliğin içindeki sesleri dinleyerek, bir süre etrafımı seyre daldım. Ne güzeldi dünya! Mutlu olacak, o muhteşem duyguyu doya doya hissedecek ne çok şey sunuyordu bize! Bakmak gerekti. Görmek, anlamak, anlamlandırmak, kabullenmek ve yaşamak. Bıkmadan, usanmadan yaşamak. Hayatın lezzetini, mutlu olma sanatıyla arttırabilmek! İşte, bütün mesele burada, bunu becerebilmekteydi! Bunu başarabilenler, zengindiler herkesten. Öyle bir servete sahiptiler ki onlar, ellerinden alamazdı kimseler.
Şu taşın üstünde seyredebilmek gün batımını, ne büyük bir mutluluktu. Mutluluğu duyumsamıştım, tam burada. Şimdi gökyüzüne doğru kanat açmalıydım, en sevdiğim ufuklara.
Beyaz bir martıydım ben, hem de mutlu.
SON