Ayhan Geçgin ham ipekten “Uzun Yürüyüş” adlı bir düş örmüş bize. Aslında kozada gizlenen tırtıla can vermiş,"gitmek" hevesimizin imgesi kelebeğe yeni bir gökyüzü açmış. Bu kitabı okuyunca bu kelebeğin yüreğinizde pır pır kanat çırpışını hissedeceksiniz.
İçinizde bir yerlerde "gitme" arzusu saklıyor musunuz? Bu arzu sizi korkutuyor mu?
İşte tam da bu korku yüzden bir tırtıl gibi "gitmek" hayalini kozaya hapsedip, sonra bu kozayı, zihnimizde gizlediğimiz çekmeceye saklayıp, etrafını örmeye devam ederiz ve bu fikrin görünmez olmasını sağlarız. Eğer bu kozayı kendi haline bırakırsak iki üç hafta içinde düşümüz kelebek haline gelerek ördüğü kozayı parçalar ve dışarı çıkar ve elbette bize huzur vermez. Huzur için bu kelebeğe farklı bir mecrada ruh ararız.
Ayhan Geçgin ham ipekten “Uzun Yürüyüş” adlı bir düş örmüş bize. Aslında kozada gizlenen tırtıla can vermiş, "gitmek" hevesimizin imgesi kelebeğe yeni bir gökyüzü açmış. Bu kitabı okuyunca bu kelebeğin yüreğinizde pır pır kanat çırpışını hissedeceksiniz. Bu, aslında gebe bir kadının içinde hissettiği kıpırdanışlar gibi hem merak hem de kaygı verecek çünkü bu kelebek içinizde gizlediğiniz bir soruyu fısıldayacak sizlere:
“İnsanın yalnızca kendi gücüyle, bu dünyada var olması olanaklı değil mi? Çevresindeki insanlardan aldığı güçle değil, onaylamalar, sevgiler, nefretlerle değil, kendi içinden doğan güçle…
Kim bilir…” (K24)
Ayhan Geçgin’in Uzun Yürüyüş romanı temelde ”varlığı” sorguluyor, özgün bir bakış acısı, çok katmanlı bir üslupla. Uzun bir yürüyüşe çıkmaya karar veren kahramanımız şehrin adsız insanlarından biridir; annesi ile duvarları kâğıt gibi ince iki oda bir salon apartman dairesinde yaşayan, en son bir markette balık reyonunda çalışan, adını hiçbir zaman öğrenemeyeceğimiz genç bir adamdır. Sırt çantasını hazırlar, gidecektir. Bir karar vermiştir, bu hayatın dışına çıkacaktır. Çünkü yıllarını geçirdiği bu evde hapsedilmiş olduğunu düşünmektedir. Gerçi kendisine sorduğunda onu kimin ya da kimlerin hapsettiğine verecek bir cevabı yoktur. Ancak kafasında yankılanan sorulara cevap ararken, bu zincirleri kırmaya karar verir.
“Kendine sordu: Eskiden ben neydim? Yanıtı: Burada, yıllarımı geçirdiğim bu evde hapistim. Gerçek bu, beni bir oda, yemek, öteki günlük gereksinimler karşılığı burada tutmayı başardılar. Peki ama kim ya da kimler? Ya da belki ne? Yanıtı veremiyordu, işte bu ya da şu, diyemiyordu. Önceden doğru dürüst yaptığı tek şey, yakındaki parka gitmek, parkta dolanıp durmak, çemberler çizmekti. Ama bıkmıştı artık çemberler çizmekten, dönen, geri gelip duran şeylerden. Şimdi yolu izleyeceğim, dedi kendi kendine, dümdüz gideceğim. Benim hicretim artık başlıyor.” (s. 12)
Hicret yolculuk demektir. Tasavvufta mürit, mürşit (insan-ı kamil) olabilmek için kendi içinde uzun bir yolculuk yapar. Bu yolculuk sırasında her dönemeçte onu masivaya esir eden nefsinin bir zincirini kırar. Yol boyunca arzularını soyunur, gerçek aşkı giyinir sabırla. Bu yol bela-yı aşk yoludur, lakin onu güzel ve kıymetli kılan da bu çetinliğidir. Romandaki kahramanımızda amaç, tam olarak tasavvuftaki emel olmasa da çetin geçen içsel bir yolculuğa çıkar aslında. Yol boyu açlığa, soğuğa, yalnızlığa, doğaya ve kendisine karşı bir savaş verir. Onu yolundan döndürecek sınavlar verir. Çantasını çaldırır pes etmez, çöp toplayan arkadaşı ile kendine yeni bir yön çizebilecekken kendi yolundan gitmeyi seçer, Gezi direnişi sırasında dayak yiyerek hastaneye düştüğünde doktorun ona sunabileceği imkanları elinin tersi ile iter, aç kalır direnir, üşür yılmaz, azimle yoluna devam eder. Yol boyu değişir, olgunlaşır ama kendi nirvanasına erer mi burası müphem kalır; ama şu kesin ki bu yolculuğun sonunda bir arınma süreci yaşanır. Kahramanımız karşılaştığı Kürt kıza yardım ederek, insanlığa yardım etmiştir, sonra o küçük kız da kahramanın hastalığında ona destek olarak kurtuluşun habercisi olmuştur. Yazar son zamanlarda içinden geçtiğimiz zor sürece de bir gönderme yapmakta ve çözüm önerisinde bulunmaktadır bu kurtuluş hikayesi ile. Öyle bir gün gelecek ki hepimiz küçük bir kızın saflığında barışın, birlikte yaşayabilmenin ve birbirimize muhtaç oluşumuzun farkındalığını yaşayacağız.
Sartre’ye göre; “Varoluş, insanda -ama yalnız insanda- özden önce gelir. Bu demektir ki, insan önce vardır; sonra şöyle yada böyle olur. Çünkü o özünü kendi yaratır. Nasıl mı? Şöyle: dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak yavaş yavaş kendini belirler. Bu belirleme yolu hiç kapanmaz..."
Ayhan Geçgin’in yarattığı karakter de bir “öz” arayışı uğruna bu yola çıkmıştır. Yalnız bizim kahramanımızın varoluş anlayışı, Sartre’den biraz farklıdır. Çünkü Sartre’nin anladığı ve savunduğu anlamda aydın, ister eylem alanında ister yazı masasında olsun, esasta aydını aydın yapan nitelik, yaşadığı zamanın dünyasına sırt çevirmeyen, bu dönemin gerçekliklerinden ve çelişkilerinden kaçınmayan, aksine tutumunu ve eylemini bu gerçeklikler ve çıkmazlardan hareketle oluşturup belirleyen tavrıdır. Oysa ki bizim kahramanımız kendisi dışında gelişen dünyaya tamamen sırtını dönmektedir hatta mümkün olduğunca kendini hızla akıp giden yaşamdan soyutlamıştır. İşte tam da bu yüzden yolculuk iki farklı dünyada geçer. Kahraman önce şehrin karmaşasında savrulur sonra gerçek güzergahını belirler ve şehirden çıkarak ovalara, dağlara yönelir. Aslında bu ruhun yalıtım sürecidir. İnsan bu yalıtımla özünü bulmaya çalışır.
Pascal’ın dediği gibi, "gemiye binmiş" olduğumuz için seçimler kaçınılmazdır, özgür olmaya bir çeşit mahkumuz. Çağdaş felsefede Jean Paul Sartre’ın varoluşçuluğu, mutlak özgürlüğün tarafını tutmaktadır. Çünkü varoluş hiçbir mantığa, hiçbir sisteme indirgenemez. Tam da bu nedenden kahraman; yapısalcıların akılcılığına ve mantıksal yapılara dönüşüne isyan eder, kurallar silsilesi şehirden kaçarak artık her türlü mantığa meydan okuyan, aşkınlığın efendisine dönüşür. Dağda kendisiyle baş başa kaldığında bir çeşit uzlete çekilme süreci yaşar. Yaptığı özgür seçimle kendini sorgular. Bu sorgulama sürecinde doğa ile barışık yaşar, açlığın ve susuzluğun çetin sınavından geçerken dağa, taşa, bitkilere bakışı değişir. Kendisini onların bir parçası gibi hissetmeye başlar. Ölmeyecek kadar yemenin ve içmenin erdemini keşfeder. Çok aç kaldığında bile kırlangıçları öldürüp yemeyi aklından geçirmez. Doğa ile savaşmak yerine barışmayı seçer.
Yazarın yarattığı bu büyülü atmosfer yine insan eli ile birden dağılıverir. Kızla saklandıkları mağaraya gerillanın gelişiyle bu ilkel düzen, yolculuk, yaşam ve özgürlük anlayışı gerilla tarafından; ”Hayat özgür değilse, hayat değildir. İnsan dağa niye çıkar? Özgür değilse çıkar, özgürlüğü için çıkar. Sen buraya kadar doğrusun. Ama kanımca senin yolun çarpık bir yol olmuştur. Neden? Çünkü tek başına özgürlük olmaz meçhul adam, ondan. Tek başına kurtuluş olmaz, ondan.
Adam, ‘Halk özgürleşmeden olmaz, olamaz” dediğinde sorgulanır. Bu sözler yazarın kurduğu ütopyaya indirilen hançerdir. Ancak bu hançerin izleri pek derinleşmez, çünkü kahraman gerillanın birlikte gitme teklifini reddederek kendi yolunda ilerlemeye devam eder.
Yazar romanda saydam bir dil benimser. İzlekteki yalınlık, dilde de kendini gösterir. Yazar, yazarken Kafka’nın günlüklerindeki bir notu kendine düstur edinmiştir: “Diretme. Belli bir biçimde gelişmek istemiyorum; istediğim yerimi değiştirmek… Hemen kendi yanı başımda dikilmem, üzerine dikildiğim yeri bir başka yer olarak algılayabilmem bana yetecektir.” (Kâmuran Şipal çevirisi). İşte bu yüzden belli bir biçemde kök salmaktansa, yazının kaygan zemininde, dil deryasında arayışı yeğlemiştir. Sanırım bu yüzden onun dilinde, kesinlikten çok, düşündüren bir bağdaşıklık hakim. Başka bir metinde oldukça sade, anlaşılır olabilecek bu cümleler, onun romanlarının bağlamında bağdaşıklık (anlam) bakımından girift bir hal alır. Çünkü başta da belirttiğim gibi onun üslubunda anlam çok katmanlıdır. Okuyucuya zevk veren de bu katmanların sırrına erme çabasıdır. Sanırım onu zevkle okunur kılan da; sade bir sentaksda gizli, girift bir semantik kurma başarısı.
Kitabın sonunda yazar bir sırrın varlığından bahsedip, sırrın aşikar olduğunu söyleyerek okuyucuya bir bilmece ile veda eder. Bu bulmacanın peşinde okuyucu kendi kafasında yolculuğa devam eder. Bizler de fiziksel olarak gitmenin hazzına tam olarak eremesek de tahayyülde romanın açtığı kapıdan seyahate devam ederiz heyecanla.