Mrs. Dalloway’den İşleyen Düzene (İçerden) Eleştirel Bir Bakış

Şengül Can
Şehir ve kadın, şehir ve erkek. Şehir ve insan çoğunlukla özdeşleştirilmiştir ve şehrin cinsiyeti de uzun zamandan beri tartışma konusu olmuştur. Londra’yı militarizm, saat kuleleri ve büyük yapıları açısından düşünecek olursak, gücün sembolü olarak erilliğin bir dışavurumu gibi de okuyabiliriz.

Tomris Uyar Mrs. Dalloway çevirisindeki giriş yazısında Virginia Woolf’un ölümünden şöyle bahseder. İntiharından. “… olanca yaşama sevgisine; insan onuruna, insan bedeninin olanaklarına beslediği büyük inanca karşın, II. Dünya Savaşı’nın zorbalıklarına, kıyımına katlanamadı. 28 Mart 1941’de Sussex’teki bir ırmakta intihar etti. “
Woolf’u ölüme götüren bu durum, eserlerinde de sık sık işlenmiştir ki onun birçok eserinde savaş temasına değindiğini görebiliriz. Ben de yine Mrs. Dalloway romanını bu bağlamda ele almak istedim. Bunu kimi zaman şehir üzerinden, kimi zaman karakterler üzerinden kimi zaman da satır aralarından okumaya çalışacağım.
Roman Victoria Sokak’ından geçen Mrs Dalloway’ın şehri kuşatan saatin kulesindeki Big Ben’in vurmasıyla ana dönmesi, bakışlarını Londra sokaklarına dikmesiyle başlar. Romanda savaş artığı bir haziran ayı, her haliyle sevilen Londra; gezgin satıcılarından kulak tırmalayan uçağın tiz homurtusuna kadar anlatılır. Big Ben’den yayılan ses sokakları doldurmuşken çeşitli yaşamlar akıp gider caddelerden; kraliyet ailesi, İngiliz asilzadeleri, askeri birlikler ya da sokak arasından bir gencin ölüm haberi. Bir günlük zaman dilimidir roman. Fakat Big Ben’in vuruşuyla, andan ana, caddelerde sokaklardan sokaklara geçerken farklı farklı hikâyelere dokunur yazar. Asıl mesele Clarissa’nın partisi midir? Savaş mıdır? Yoksa aşk mıdır? Şehir mi yoksa? Evet romanda şehir görsel bir imge olarak önemli bir yere sahiptir. Hatta kimi zaman hikâyeyi kuşatan yönlendiren bir yanı vardır.  Kişinin yaşadığı yerle özdeşleşmesi düşüncesinden yola çıkılır. Çoğunlukla o ışıltılı ana caddelerinin ara sokaklarındaki acımasızlık, tükenmişlik, umutsuzluk söz konusu edilir. Ya da Londra sokakları sınıfsal çelişkileri de gösterme bakımından dikkate değerdir. Yolda yürürken karşına bir askeri birliğin çıkması ya da Kraliyet ailesinden bir üyenin arabasının çıkması da yüksek ihtimaldir. Birçok insan tüm şehirlerde olduğu gibi burada da birbirine temas etmeden geçer gider. Bir köşe başında savaş tanığı Septimus örneğin, diğer yanda İngiliz orta sınıfı mensupları ve kraliçeyi taşıyan araba ve elinde kendine aldığı çiçeklerle akşama parti hazırlığı yapan Mrs Dalloway. Bazen şehirler hep benzer hisleri yaşatıyor sanırım, Londra, İstanbul, Diyarbakır. Fark etmiyor sene 2015.
Şehir ve kadın, şehir ve erkek. Şehir ve insan çoğunlukla özdeşleştirilmiştir ve şehrin cinsiyeti de uzun zamandan beri tartışma konusu olmuştur. Londra’yı militarizm, saat kuleleri ve büyük yapıları açısından düşünecek olursak, gücün sembolü olarak erilliğin bir dışavurumu gibi de okuyabiliriz. Zaman zaman Londra’nın gösterişli caddelerinde bakışlar donuklaşabilir. Londra’ya dönen iki erkek de bu bakışlara sahipti esasında. Gözlerindeki ışığı sönen iki kahraman. Bilincin gerçeğe baskın olduğu zamanlar. Londra ve şehir gerçeği. Asıl gerçeklik değildir. Asıl gerçeklik savaş ve yıkımdır.
Ben bu yazıda daha çok savaşın insanlar üzerindeki etkilerini, roman karakterleri üzerinden okumaya çalışacağım. Aslında yenilginin ve Londra’ya dönüşün ruh halleri. Ve savaşı arkasında bırakmaya çalışan cepheden dönen Septimus ile yine o tarihlerde terk ettiği Londra’ya geri dönen bir gezgin denizci, yenilmiş bir seyyah Peter Walsh. Bu iki yenik kahramanın Londra’ya geri dönmesi boşuna değildir.  Ve Septimus’un talihsiz karısı Lucresia ile Peter’ın ve geçmişte büyük aşk yaşadığı Clarissa Dalloway. Londra’da büyülü doğanın içerisinde, lüks caddelerde ve vitrinlerin arasında birden bir askeri birlikle karşılaşıp savaşı hatırlamak mümkündür. Ya da unutturmaz bize bu görüntüler. Savaşın yıkıcılığı, militarizmin tektipleştiren etkisini, milliyetçi Londra orta sınıfının durumunu şu satırlarla ifade edebiliriz:
“Hayat çeşitliliğiyle, gürültüsüyle anıtlardan ve çelenklerden yapılma bir kaldırımın altına gömülmüş, gözleri açık, kaskatı bir ceset haline getirilmişti zorla.” (Mrs. Dalloway,s.55)

“Köpeklerin insana dönüştüğü zaman”

Septimus’u sokağın ortasında “kendimi öldüreceğim” diye bağırıp çağırmasıyla tanırız ilk. Septimus cepheden yeni dönmüş bir gönüllüdür. Başarılı olmuş, terfiler almış. En sonunda da belki bir savaş ganimeti olarak genç Lucrezia ile evlenip Londra’ya dönmüştür. Yani aslında Septimus bir tanıktır. Çünkü savaşta ölmemiştir. Belki de tanık olmak için kalmıştır. Ama tanıklık yapabilecek midir? Yoksa hislerini gerçekten kayıp mı etmiştir. Sadece beden ile mi sınırlandırılmıştır. Ya akıl sağlığı. Septimus eski Septimus mudur? Ama güçlüdür, cesurdur ve erkektir. Eşi Lucrezia ise Septimus’un delirdiğini düşünür, hatta aslında bunun farkındadır, ama iki dünya arasında kalmıştır. Septimus’un dünyası ve diğerlerininki. İki dünyayı da anlamaya anlamlandırmaya çalışırken Lucrezia da eski Lucrezia değildir artık savaşın yıkımı onu da vurmuştur. Septimus romanın ilerleyen bölümlerinde kendi kendine de konuşmaya başlar. Çünkü bu yaşadıklarını birilerine anlatmak zorundadır. Ama kimseye anlatamaz yani tanık olamayacak bir tanıktır Septimus.  Aslından savaş sonrası Septimus’un durumunu Gürbilek’in Sessizin Payı kitabından bir alıntıyla anlatmak istiyorum. Gürbilek bu tanıklık durumunu Şükrü Argın’ın Türkiye’de neden hâlâ 12 Eylül’ün anlatılamadığına dair tespitleri üzerinden açıklar. Argın, toplum ile 12 Eylül’ü yaşamış bireylerin arasında açılan yarığa dikkat çeker ki. Bu durum Septimus’un da başına gelen tipik bir durumdur. Alıntılıyorum:
“12 Eylül’ü yaşayan insanlarla edebiyat arasında, felakete uğrayanlarla toplum arasında, hatta yıkılan evlatlarla yakınları arasında Kafka’nın Dönüşüm’ünde anlattığına benzer bir yarık oluştuğunu söylüyordu Argın. Bazen aileler bile evlatlarını yalnızca evlatları olarak değil, aynı zamanda evdeki “böcek” olarak gördükleri için de anlatılamamıştı. Hayatta kalanlar artık farklı bir hakikat rejimine ait olduğu için, birinin yaşadığı dehşet bir başkasının ferahlamasıyla birlikte geldiği için, anlatılanlarla okuyacak olanlar artık aynı yerin sakini olmadığı için de anlatılamamıştır.”(Sessizin Payı, s.119)
Septimus doğaya da daha yakınlaşmıştır. Hayvanlara eşlik edip onları dinler, ruhani dünya ile madde arasında yaşamaya başlamıştır. Bir mesih, bir peygamber gibi davranır kimi kez. İnsanların dünyasının uzağındadır yolu artık. Aslında roman boyunca intihar provaları yapar. Birkaç defa intihara yeltenmiş ve eşi Lucrezia onu kurtarmıştır. Septimüs’un çoğunlukla bilinci yerindedir ve nasıl öleceğini dahi anlatır. Çoğu zaman Septimus’un delirme anlarını görürüz. İnsanların aklından geçenleri okuyan bir kötülük kahini gibidir. Ama nutuk çekmez, kimseye bir şeyler öğretmek amacında değildir. Çünkü savaş her şeyi alıp götürmüştür. Tebliğler vermek istediği zamanlarda da bildirmek ister evet. Bildirir, o herkesin bildiği gerçeği. Zamanla aslında evlilikleri de bitmiştir. Eşi evlilik yüzüklerini de çıkartıp bir kanara koymuştur. Lucrezia evliliği merhamet duygusu ve toplumsal kaygılarla sürdürüyordu. Çünkü Septimüs farklı bir zamandaydı:
“O artık başka bir zamandaydı, köpeklerin insana dönüştüğü zaman” (Mrs. Dalloway,s.71)
Yeni karaya vurmuş bir asker, ölüm şarkısı söyler roman boyunca, kimi zaman tiz çığlıklar atar kimi zaman haykırır belki avazı çıktığı kadar ama kimse duymaz çünkü tanıkların avazı o kadar çıkar. Avaz avaz her yerdedir aslında. Londra’nın sokaklarında. Ama kimi zaman onu Lucrezia tutar kimi zaman başka bir kalabalık. Yalnız olunca ölmek daha mı kolaydır?

Korku ve Duygusuzluk

Kimi zaman yaşayıp görmek acı verebilir. Cepheye giden bir gönüllünün zamansız yarası. Apansız. Hele Septimus gibi şiir yazmak ve yaşamak için ilk gençliğinde evden kaçan bir romantik için. Aslında yıllar önce Londra’da Shakespeare okumuş, aşık olmuştur. Şimdi bu şehre tanık olarak döner. Septimus cepheye de kendisi için gitmiştir.  İlk gönüllülerdendir.
Ama savaş sırasında değişmiştir, erkekleşip rütbesi yükselmiştir ve bütün bunların bir bedeli vardır. Hissizlik hali. Nitekim Septimus bütün insanî yanlarını o savaş meydanında bırakmıştır. Sonrası korku ve duygusuzluktur. Lucrezia ise daha yolun başındadır ve yaşamak ister. Ve Septimus’un yaşamında iki dönem vardır savaş sonrası ve öncesi. Çok sevdiği Shakespeare’i de savaş sonrası tekrar okur ve asıl o zaman daha iyi anladığını söyler.
Septimus zaman zaman Hyde Park’ta konuşanları izler ama konuşmaz, çünkü her şeye rağmen konuşanlar, o Septimus’un artık ait olmadığı dünyadan konuşur.
Septimusun ölümü de yaşamına benzerdir. Septimus kendisi gibi ölmez. Okuduğu tragedyalardaki gibi ölmüştür. O başkalarının tragedya anlayışlarına uygun olarak pencereden atlamaya karar verir. Ve bahçeye bir bayrak gibi uzandığından bahsedilir. Tıpkı savaşta ölenler gibi. Yani böylece Septimus’un hikâyesi tamamlanır.
Romanda tüm bu olanlar bir orta sınıf bakış açısından anlatılmıştır. Orta sınıf yaşam tarzı, olaylara bakış açısı, ne yediği ne içtiği, nasıl seviştiği ve tüm bunların yanında ortada duran bir gerçek savaş. Ve aşk. Mrs.Dalloway ile eski sevgilisi Peter’in karşılaşması da savaş meydanında iki atın mücadelesine benzetilir. Londra ve Mrs. Dalloway; Peter’a yenilgisini, kaybetmesini hatırlatır. Peter de bir anlam da tanıktır aslında. Kaçıp giden, serüvenden serüvene atlayan, denizleri aşan Hindistan’a giden, tutkularıyla yaşayan Peter. Doğru yapmış mıdır? Her gezginin yaşamı dışardan göründüğü gibi midir?
Tutkuların peşinden gitmek ne kazandırır? Neden geri dönmüştür? Gerçekten yenilmiş midir? Yoksa zafer kazanmış mıdır? Her giden evine döner mi? Dönecek bir ev bulmuştur. Fakat ya sonrası, gerçekten nereye aittir? Neleri kaybetmiştir bu yolculukta? Peter’in Londra akşamında floneurvari gezmesi önemlidir şehri yaşaması açısından. Bir şarkıyı duyup peşinde gitmesi yani o günlere tutkusunu Londra sokaklarıyla eşleştirmesi, o acıyı tekrar tekrar duyması.
“Kaldırımın üstünde Marylebone Yolu boyunca geçitler açıp aşağılara, Evoton’a doğru akıyordu. Geçtiği yerleri birtekleştirerek, ıslak bir iz bırakarak.” (Mrs. Dalloway,s.84)
Burada birtekleşen şehir güçlü bir ifadedir. Aynı durum Septimus ve Lucrezia çifti için de geçerlidir. İkisinin tekleşen mutsuzluğu. Şehirler hep böyle midir? Mutsuzluklar için bir sığınaktır. Üzerimize örtülen bir örtü. Ama kimi zaman da bir çocuğun çaldığı akordeon ya da romandaki gibi bir kadının söylediği şarkıdır bizi hayata döndüren. Yaşamayı hatırlatan.

Dalloway’ın zamanı

Romanda Clarissan Dalloway’in parti verdiği günün sabahı Lady Bruton da evinde bir yemek verir. Şehirde kral ve kraliçe anıtlarının içindeki sokaklarda saat kuleleri, Big Benlerin vurması ve farklı farklı pencerelere zamanın sokaktan içeri dolması. Clarissa Daloway’in orta sınıf huzuru. Alınan çiçekler, verilen partiler aynı zamanda bir iç gerilirim olarak belki de ölüm korkusu. Şehrin zamanı ile Dalloway’in zamanı farklıdır kim bilir? Dalloway’in odasındaki saat Big Ben’den iki dakika sonra öter. Zaman daha yavaştır daha dingin belki. Çünkü Dalloway tutkuların peşinde koşan bir kadın değildir. Mantık hep duygularla at başı gider. Yazar Mrs. Dalloway’i her yanıyla eleştirir. Evliliğinde geriye başka bir kimliği kalmamıştır. Kızıyla olan ilişkisi sorunludur, savaşın ortasında kendisini bu kadar çok önemli hissetmesi, mesafeli soğuk duruşu, partisine davet ettiği Başbakan’ın koluna girip gezinmesi gibi birçok yönü eleştiri konusudur.
Septimus partiden önce ölmüştü. Zaten partiye de davetli değildi. Ama öyle olsa olsa bile Septimus kalabalıkların gerçekliğine artık ait değildi. O sınırları başka gerçeklikleri görüp gelmişti. Fakat parti devam ederken, bir haber gelir. Sıradan bir gencin sıradan bir intihar haberi. Hem de partinin tam ortasına düşmüştü bu haber. Clarissa’nın hazırlıklarının, yemeklerinin, misafirlerinin tam yanına. Davetliler ister istemez bir anlığına bile olsa ölümü düşünür.
“Ölüm bir direnmeydi.” (Mrs. Dalloway, s.183)
Şehirde hayat ve ölüm iç içedir. Bir ambulans düdüğü gibi. Yaşam ve ölüm arasında. Romandaki ambulansın sireni kulaklarımıza, ışığı gözümüze gözümüze vuradursun, Woolf Mrs. Dallawoy ile ilgili şunları söyler: “Yaşamı ve ölümü vermek istiyorum, sağlığı ve çılgınlığı; toplum düzenini eleştirmek istiyorum, işler halinde, en yoğun biçimde.”

 

Kaynaklar:
Woolf, Virginia, Mrs. Dalloway, çev. Tomris Uyar, 19. Baskı,2013
Gürbilek, Nurdan, Sessizin Payı, Metis Yay. 2. Basım, 2015

**Fotoğraflar: Özlem Şan