Leonard Woolf ve Cangıldaki Köy

Tuğçe Ayteş
Ekip olarak Virginia Woolf’un eserlerine eğilmeye karar verdikten sonra, yazarın kurgu eserlerine geçmeden günlüklerini, mektuplarını ve hakkında yazılmış biyografileri okuyarak onu tanımak istedim. Bu sırada elbette intiharla sonlandıracağı hayatının sonuna kadar ona eşlik eden eşi Leonard Woolf’la da tanıştım. Virginia’yı sonuna kadar destekler görünen bir adam. Bir bit yeniği olmalıydı. Yayıncısı olarak nemalanıyordu belli ki. Okuduklarımda Leonard Woolf hakkında yazılan kısımları seçmeye başladım. Şüphelerim boşa çıkıyordu. Eh, bir de Virginia’nın son mektubunda yazılanlar eklenince… Bu adamda bir şeyler vardı.

Giriş

Tarihte ve pek tabii edebiyatta kadınların gölgede kalması veya tutunabilmek için erkek kimliği yaratmaları sık rastlanan bir durum. Şanslı birkaç isim dışında bir ismi keşfetmek için ya o isme tesadüfen rastlamak ya da birçok kaynağı didiklemek gerekiyor. Ne var ki, Virginia Woolf bu isimlerden değil. Eserleri ve yaşamıyla kendi döneminde adını duyurmuş, bugün de hala edebiyatçıları ve okurları etkiliyor.

Ekip olarak Virginia Woolf’un eserlerine eğilmeye karar verdikten sonra, yazarın kurgu eserlerine geçmeden günlüklerini, mektuplarını ve hakkında yazılmış biyografileri okuyarak onu tanımak istedim. Bu sırada elbette intiharla sonlandıracağı hayatının sonuna kadar ona eşlik eden eşi Leonard Woolf’la da tanıştım. Virginia’yı sonuna kadar destekler görünen bir adam. Bir bit yeniği olmalıydı. Yayıncısı olarak nemalanıyordu belli ki. Okuduklarımda Leonard Woolf hakkında yazılan kısımları seçmeye başladım. Şüphelerim boşa çıkıyordu. Eh, bir de Virginia’nın son mektubunda yazılanlar eklenince… Bu adamda bir şeyler vardı.

Leonard Woolf hakkında yazılan İngilizce makalelere göz atmaya başladım. Çok yönlü bir adamdı ve gerek kurgusal gerek kurgu dışı birçok kitabı vardı. Türkçede hangileri basılmış diye kontrol ettim: Sıfır. Virginia Woolf’un her kitabının çevirisi ve birçok kitabının birkaç çevirisi varken Leonard Woolf’un hiçbir eseri çevrilmemişti. E-kitaplarını arattım ve sadece The Village in the Jungle (Cangıldaki Köy) romanını bulabildim.

Ne var ki, bu tek eser hayal kırıklığına uğramama fırsat vermedi çünkü bu, emperyalizmi emperyalistlerin değil yerli halkın ağzından anlatan ilk romandı. (Leonard Woolf’un yaptığını yaklaşık yirmi yıl sonra George Orwell Burma Günleri’nde yapmaya çalışmış ama onun eserinin Türkçede birkaç farklı çevirisi mevcut.) Daha sonra Diaries in Ceylon’u (Seylan Günlükleri) okudum; kitabın sonunda Stories of the East de (Doğu’nun Hikayeleri) vardı.

Yazının devamında Leonard Woolf’u biraz daha tanıtacağım, The Village in the Jungle eserini kısaca inceleyeceğim, kitaptan tadımlık bir çeviri sunacağım ve eseri yine kısaca George Orwell’ın Burma Günleri eseriyle karşılaştıracağım. Yukarıdan da belli olduğu üzere, yazının devamında da bana hem edebiyat hem de seyahat şöleni yaşatan Leonard Woolf’u keşfetme sürecime de tanık olacaksınız.

Leonard Woolf Kimdir?

Leonard Woolf hakkında arama yaptığınızda doğrudan İngilizce sonuçlarla karşılaşıyorsunuz. Leonard Woolf’un bir Vikipedi sayfası bile yok. Türkçede sadece Virginia Woolf başlığı altında çıkıyor. Ekşi Sözlük’te bile sadece dört girdi var. (Buradaki ilk girdi, yazımı destekler nitelikte: “Pablo Neruda’nın Hindu-Çin’deki elçilik görevi sırasındaki arkadaşlığı sırasında “Dünyadaki en iyi gezi yazarlarından biri olmasına rağmen, yazarlığı her zaman karısının şöhretinin gerisinde kaldı, hak ettiği ilgiyi görmedi” buyurmuş onun için. Gerçi Adam Feinstein’ın yazdığı Neruda biyografisinde Neruda’nın bu karşılaşmayı hayal ettiği çünkü Leonard Woolf’un bahsedilen tarihlerde çoktan Seylan’daki [bugünün Sri Lanka’sı] görevinden istifa ettiği ve Virginia Woolf’la evlendiği yazıyor.) İngilizcede de daha çok siyasal yönü ve düşünce kitapları ağırlıkta, kurgusal eserleri geri planda. Peki, Leonard Woolf kimdir, ne yapmıştır?

Leonard Sidney Woolf, 25 Kasım 1880 ve 14 Ağustos 1969 tarihleri arasında yaşamış İngiliz bir politika teorisyeni, yazar, yayıncı, kamu görevlisi ve elbette çoğumuzun bildiği şekliyle Virginia Woolf’un kocası. Yahudi bir ailenin oğlu. Oldukça başarılı bir eğitim hayatından sonra Kamu Görevi sınavlarını kazanıyor ve 1904 yılında Seylan’a taşınıyor. Askeri öğrenci olarak önce Jaffna, sonra Kandy’de çalışıyor. 1908’de hükümet memur yardımcısı olarak atanıyor ve Hambantota semtinden sorumlu tutuluyor. 1911’in mayısında yıllık izni için İngiltere’ye geri dönüyor. Ama izninden geri dönmek yerine 1912 başında istifa edip Virginia Stephen’la evleniyor.

Önce The Village in the Jungle’ı, sonra da Sri Lanka’da yazdığı günlüklerini okuduktan sonra açıkçası Leonard Woolf’un samimiyetine inanmadım desem yalan olur. Emperyalizmin savunulacak yanı yok elbette. Ama Leonard Woolf’un bambaşka bir ülkede düşük sayılabilecek bir maaşla salgından salgına, okuldan okula koşması bir iyi niyet belirtisi olarak okunabilir. Zaten sosyalist olarak biliniyor.

Evlendikten sonra yazmaya dönüyor ve 1913 yılında The Village in the Jungle eserini kaleme alıyor. Sonra da yaklaşık iki yıllık aralarla kitap çıkarıyor. Leonard Woolf’un Virginia Woolf’la iki dünya savaşını da gördüğünü eklemek lazım. Leonard, Birinci Dünya Savaşı’na katılmak istese de tıbbi nedenlerle reddediliyor ve politikayla sosyolojiye yöneliyor. İşçi Partisi’ne de katılıyor. 1916 yılında International Government’ı (Uluslararası Hükümet) yazıyor ve burada dünya barışını tesis etmek için uluslararası bir kuruluş kurulmasını öneriyor.

Virginia’nın sağlığı kötüleşince Leonard politik faaliyetlerinden uzaklaşarak onun bakımına odaklanıyor. 1917 yılında bir baskı makinesi alıyorlar ve Hogarth Press’i kuruyorlar. İlk projeleri el baskısı yaptıkları kendilerinin ciltlediği bir kitapçık. On yıl içinde, Hogarth Press tam teşekküllü bir yayınevi haline geliyor. Virginia’nın eserleri, Leonard’ın risaleleri ve T.S. Eliot’ın The Waste Land (Çöl) kitabının ilk baskısı dahil başka eserler de burada basılıyor. Leonard, hayatının sonuna kadar yayınevinin baş direktörü olarak çalışıyor. (Günlüklerden okuduğum kadarıyla Virginia varlıklı bir aileden geliyor ama zaten düşük gelirli olan ve sonra istifa eden Leonard’la birlikte ekmeğini yayıncılıktan çıkarıyor. Hatta kuruş hesabı yaptıkları zamanlardan da bahsetmiş. Karınlarının doyması için Virginia’nın kitaplarının basılması ve iyi satılması gerekiyor. Leonard’ın bu konuda Virginia’ya baskı yaptığına dair hiçbir ayrıntıya rastlamadım ama zaten sağlık sorunları çeken bir yazarın kendini sürekli yazmak zorunda hissetmesi başlı başına bir baskı unsuru olsa gerek.)

Leonard, Virginia’nın 1941’deki intiharından sonraki dönemde Trekkie Parsons adında bir ressama aşık oluyor. Yayıncılık işlerine ve başka eserlerin editörlüğüne devam ediyor. (Bu arada Virginia’nın hastalığıyla ilgilenmenin yanı sıra İngiltere’de bir Yahudi olarak İkinci Dünya Savaşı’nı başından sonuna kadar yaşadığını unutmamak lazım.) Bir süre, İşçi Partisi’nin uluslararası ve kolonyal sorular hakkında öneri komitelerinin sekreterliği görevini de yürütüyor.

1960 yılında Sri Lanka’yı tekrar ziyaret ediyor, sıcak bir şekilde ağırlanıyor ve halkın onu hala hatırlamasına şaşırıyor. 1964 yılında Sussex Üniversitesi’nden onursal doktora alıyor ve 1965 yılında Royal Society of Literature’a seçiliyor. 1966’da Kraliçe’nin doğum gününde ona sunulan onur madalyasını reddediyor. 14 Ağustos 1969’da bir inme geçirip vefat ediyor. Külleri, Monk’s House’da çok sevdiği bahçesinde karısının yanında bir karaağacın altına gömülüyor. Ağaç daha sonra yıkıldığından beri Leonard’ın mezarı bronz bir büstle işaretli.

The Village In the Jungle (Cangıldaki Köy)

Leonard Woolf’un bütün eserlerine tek bir yazıda değinmek imkansız. Ama Pablo Neruda’nın da (gerçekten) öve öve bitiremediği The Village in the Jungle fikir vermek için iyi bir örnek. Yukarıda da bahsettiğim gibi İngilizce edebiyatta emperyalist değil yerel halkın ağzından yazılan ilk eser. Bu açıdan Sri Lanka edebiyatında da önemli bir eser sayılıyor. Öyle yukarıdan bakan bir hava da sezmedim açıkçası. Halkla birlikte yaşamlarına, inançlarına, başlarından geçen olaylara katılıyorsunuz. İngilizce olmasına rağmen biraz İnce Memed tadı verdiğini söyleyebilirim. Köy yaşamı, kıtlık, ayrımcılık, ağalar yerine reisler ve isyan… Eserde Virginia’nın eserlerinde olduğu gibi biçimsel denemeler yok ama konu ve dil bambaşka bir tarzda kalitesini belli ediyor.

Leonard Woolf’un kişisel deneyimlerinden yola çıkarak yazdığı roman, Beddagama adlı (ki “Cangıldaki Köy” anlamına geliyor) bir köyde yaşayan fakir bir ailenin yaşamını betimliyor. Aile fakirlik, hastalık, batıl inanç, anlayışsız koloni sistemi, reisler ve balta girmemiş ormanın kendisinden kaynaklanan sorularla mücadele ediyorlar. Aile reisi Silundu adında bir avcı, Silindu’nun Punchi Menika ve Hinnihami adında iki kızı var. Silindu köyün otoriteleri ve bir alacak tahsildarı tarafından suistimal edildikten sonra cinayet işliyor ve yargılanıyor.

Roman hakkında çok şey söylenebilir ama Seylanlı köylüleri en zorlayan iki şeyden biraz bahsedilebilir: cangıl ve sistem. Cangıl doğal bir zorluk. İlk sayfanın özellikle cangıl betimlemesine değinmesi bize karakterlerin yaşamına hem yumuşak hem de doğrudan bir giriş yapma olanağı tanıyor. “Köyün adı Beddagama’ydı, yani cangıldaki köy. Çukureller veya düzlükler boyunca, denizle muazzam dağların orta yolunda uzanıyordu;  dağlar kuzeyin uzaklarında ağaçlar denizinden uzun bir duvar gibi yükseliyordu adeta. Dağdan duvar cangılın hem içindeydi hem de ona aitti, cangılın havası ve kokusu üstüne ağır biçimde çökmüştü; sıcak havanın, toz toprağın, kuru ve ufalanmış yaprakların, dalların kokusu… Başlangıcı ve bitişi cangılın içindeydi; cangıl,  kuzeyde ve güneyde, doğuda ve batıda tepelerin mavi hattına ve denize kadar her yanda kesintisiz biçimde uzanıyordu. Cangıl dağların etrafını sarıyordu, üstünden sarkıyordu, dağlara sürekli baskı yapıyordu. Evlerin kapısında dikiliyordu; toplu yerleşimlere ve açık alanlara baskı yapmaya, çamurdan kulübelere girmeye, izleri ve patikaları yutmaya her zaman hazırdı. Ancak baltayla yıllık bir temizlik onu uzak tutardı. O, köyün etrafında yaşayan bir duvardı, balta kullanılmazsa köyün içine sürünüp onu bizzat boğarak yeryüzünden silecek bir duvar.” Romanın sonuna kadar karakterlerin ormanda hem korktuğunu hem de ona saygı beslediğini anlatan satırlarla ara ara karşılaşıyoruz.

İkinci zorluk sistem ise, tek yönlü değil. Hem emperyalizm hem de bir tür kast sistemini içeriyor. Onları “denetleyen” Batılı memurlar, alacak tahsildarları, reisler halihazırdaki kıtlık ve fakirlikle birleşince köylülerin belini büküyor. Dahası, (önceden Uçurtma Avcısı ve benzeri kitaplarda karşımıza çıkan şekilde) toplum ikiye ayrılmış. Sayfa 106’da bu konu hakkında bilgilendirici bir dipnot var: “Seylan’da iki ayrı ırk vardır: Tamil’ler ve Sinhalese’ler. Dilleri, gelenekleri ve dinleri farklıdır. Tamil’ler Dravid’dir, muhtemelen köken olarak Hintlidir; Hindu dinine mensuptur. Sinhalese’ler Aryan’dır ve dinleri Budizm’dir. Tamil’ler adanın kuzey ve doğusunda ikamet eder, Sinhalese ise geri kalanında.” Tamil’ler emperyalist görevlilerle daha yakınken Sinhalese’ler daha alt tabakada ve daha fazla eziliyor. Leonard Woolf’un baş karakterlerinin Sinhalese olması romanı daha etkileyici ve duyarlı kılmış.

Tadımlık Çeviri

“Silindu, sulh yargıcının soruşturması için Beddagama’ya götürülüyordu ama bunu anlamıyordu. Duruşmanın ve cinayetin heyecanı, yolda geçen uzun günler ve çok az yemek yüzünden zayıf ve yorgun düşmüştü. Teslim olduğu için aptallık ettiğini düşünmeye başladı; her ağacını ve her patikasını bildiği cangıl boyunca polis çavuşunun ardında yürürken cangıl ve özgürlük tutkusu tekrar bastırdı. Hücre kapısının büyük parmaklıklarını düşündü, günlerdir ilk defa o sabah gün ışığı görmüştü. Babun şimdi bile o parmaklıkların ardında yatıyordu ve altı ay daha yatacaktı. Ya kendisi? O anın haricinde ömrünün geri kalanında bir daha asla gün ışığı göremeyebilirdi, tabii eğer onu asmazlarsa. Kilometrelerce ötede cangılı boydan boya ayıran büyük nehri düşündü: orası hoştu; soğuk ve berrak suda yıkanmak, günün sıcak saatlerinde kocaman ve yabani incir ağaçlarının altındaki nehir kıyısında uzanmak... Eğer teslim olmasaydı şimdiye kadar oraya ulaşmış, gri böğrünü bol suyla yıkayan filleri veya nehrin karşı kıyısına inen geyik sürüsünü izliyor olabilirdi. O an bile cangıla süzülüp kaybolma düşüncesi aklına düştü; budala bir polis çavuşu onu asla yakalayamazdı, mahkumunun kaçtığını fark edene kadar birkaç kilometre giderdi. Ama hala polis çavuşunun peşinden gidiyordu ve böyle kararlı bir adıma, hep boyun eğdiği koşullardan kaçmaya, kendi hayatının kontrolünü ellerine almaya ve onu kendisi için şekillendirmeye ne isteği ne de kuvveti vardı. Arachchi ve Mudalali’yi öldürdüğünde yaşamı için savaşmayı bir kez denemişti; akıntıya kapılmıştı artık; başına kötü şeyler gelebilirdi ama daha fazla mücadele edemeyecekti.” s. 251

Ek: George Orwell'ın Burma Günleri

Yukarıda da belirttiğim gibi, Burma Günleri’ni Village In the Jungle’dan yaklaşık yirmi yıl sonra yine yerli halkın ağzından yazılmış özel bir roman olduğunu öğrenince okumaya karar verdim. Kısa bir karşılaştırma yapacağım. George Orwell anlatılanların aksine maalesef Leonard Woolf’tan çok uzak bir noktada duruyor. Village in the Jungle üçüncü tekil şahıstan yazılmış ve tamamen köylülere odaklanmış. Burma Günleri de üçüncü tekil şahıstan yazılmasına rağmen emperyalistler tarafına birinci tekil şahısa dönme riski taşıyor ve buram buram İngilizlik kokuyor.

Burma Günleri’nin başkarakteri İngilizlerden nefret eden bir İngiliz emperyalist görevli (adı Flory) ama idealist bir hali yok, genel olarak kadınlarla ilişkilerini okuyoruz. Yerli kadınlara karşı manipülatif, oraya gelen Batılı bir kadına da fazlasıyla bağımlı halleri var. Bir bölümde şiddetli bir deprem yaşanıyor; fakat romanda fazla bir etkisi olmuyor, belli belirsiz bir fon gibi gelip geçiyor. İngiliz yanlısı ve bunun ekmeğini yiyen Hintli bir doktor da sık rastladığımız karakterlerden. Yerli halkın yaşadığı sıkıntılara pek fazla tanık olamıyoruz. Flory’nin terk ettiği kadınların ağzından birkaç ipucu elde ediyoruz ama bence yeterli değil. Son birkaç sayfada da herkese ne oldu gibisinden didaktik bir bilgilendirmeyle birlikte romanın havası iyice dağılıyor.

George Orwell’ın bu romandaki anlatımı bana Hollywoodvari geldi. (Ayrıca, Burma isminin kullanılması acaba kasıtlı mı? Çünkü halkın kendisi tarihi nedenlerden ötürü Myanmar demeyi tercih ediyor; fakat Batılılar ülkeye Burma demeye devam ediyor.) Orwell’a kıyasla Leonard Woolf ise daha samimi, daha edebi ve daha yerel bir dil kullanmayı başarmış, ayrıca kendi de bir İngiliz olmasına rağmen Batılı damarı romanda görünmüyor. Belki de bu yüzden Village in the Jungle, hem İngiliz hem de Sri Lanka edebiyatının değerli bir eseri sayılıyor.

Sonuç

Leonard Woolf İngiliz düşünce tarihinde sıkça anılan bir yazar olmasına ve Sri Lanka edebiyatında da bilinmesine rağmen, onun Virginia Woolf’un gölgesinde kaldığı inkar edilemez. Hatta, Türkiye’de bu gölgede hiç görülmemiş bir yazar olduğunu söyleyebiliriz. Düşünce eserleri bir yana, romanlarından hiçbiri çevrilmemiş. Özellikle emperyalizmi yerli halkın ağzından ilk kez anlatan roman The Village in the Jungle’ın çevrilmemiş olması büyük kayıp. Belki bu yazı bir başlangıç olur ve Leonard Woolf’un yazdıklarını da Türkçe olarak okuma fırsatı elde ederiz.

 

Kaynakça

1. The Village In the Jungle, L.S.Woolf, London Edward Arnold, İkinci Baskı, 1913.
2. Diaries in Ceylon 1908-1911, Leonard Woolf, İkinci Baskı, 1963.
3. Burma Günleri, George Orwell, çev. Celal Üster, Can Yayınları, İkinci Baskı, 2015.
4. Virginia Woolf “Yaşam Bir Rüyadır, Uyanmak Öldürür”, Quentin Bell, çev. Zehra Savan, Everest Yayınları, 2007.
5. https://en.wikipedia.org/wiki/Leonard_Woolf