Dünya Bir Avuç

Emine Aydoğdu
Avuç

Avuç

Kübra Demir

“Dünya bir avuç, dünya bir avuç” diye bağırıyordu, gencecik kadın. Birahanenin bahçesinde oturan erkeklerin yüzü birdenbire kılık değiştirdi. Kadının cadde boyu aldırmazsız yürüyüşü onları daldıkları düşlerinden kopardı. Kalçalarına ve memelerine bakarken başka yüz, yüzüne bakarken başka yüze dönüştüler.

Ölümü kutsayan destanlardan şehvetle söz eden yaşlı adam, masada oturanların yüzlerinde gözlerini tek tek dolaştırdıktan sonra uzun saçlı oğlanın omzuna dokunarak: Bak dostum! Bu masanın en genci sensin. Kadınlarla ilişkilerine dikkat et. Kadın düşmandır. Yenilgiyi asla kabul etmez. Erkekliğini korumak için her gün onunla savaşmak zorundasın. Kadının erkekten tek isteği, bu madrabaz hayatı onun gözleriyle görmeni sağlamak. Dize getirmeyi başaramazsan tükenirsin. Her şeyi onun gözleriyle görmeye başladığında ise zaten ölürsün.”

Kadın aynı aldırmasız yürüyüşüyle: “Dünya bir avuç, dünya bir avuç” diye bağırarak cadde boyu gidip geliyordu. Devlet memuru olduğu ceket ve kravatından öte kurallara göre şekillenen yüzündeki çizgilerden okunan orta yaşlı adamın konuşurken dudaklarının birbirine değdiği yerde irine benzeyen kirli beyaz yapışkan sıvı, dudakları arasında lastik ip gibi uzayıp kısalıyordu. Siyah saçlı oğlan yüzünü buruşturdu. Gördüğü şey midesini bulandırmıştı.

Devlet memuru: “Bunlar aile çocukları değil! Sokakta büyüyenler. Baksana yürüyüşüne, başkentin yosması gibi adım atıyor.”  Önündeki bira bardağını bir dikişte yarıya indiren kırmızı kazaklı adam içinde donduğu kâbustan kurtulur gibi: “Bırakın bu kadın erkek muhabbetini. Siktiğimin dünyasında hepimiz zaten geberiyoruz.” Devlet memuru: “Bugün gene at yarışlarında kaybetmiş. Yüzüne baksanıza sirke satıyor.” “Kes lan sana mı düştü her konuda ahkâm kesmek? Sen git devletin kıçını yalamaya devam et.” Kutsal destanlar anlatan yaşlı adam: “Akşam akşam iki kuruşluk keyfimizin içene etmeyin birader. Bölüşemediğiniz nedir, anlamıyorum ki? Didişmeden bir gün geçiremiyorsunuz. Her zaman aynı terane.”

Devlet memuru: “Şu orospunun yüzünden. Dünya bir avuç muş. Bok bir avuç. Şu yeryüzünde kaç milyar insan yaşıyor dangalağın haberi yok. Hala bağırıyor dünya bir avuç, dünya bir avuç diye.” Yaşlı adam: “Getir şu hesabı, tadı kalmadı bu masanın” garsonu çağırdı. Ayağa kalktığında devrilen tahta sandalyenin sesi, bütün gözlerin masaya çevrilmesine neden oldu.  Yaşlı adam başını sağa sola sallayarak hızlı adımlarla kendini sokağa attı. Siyah saçlı oğlan cep telefonundan gözünü ayırmıyordu. Parmakları sürekli hareket ediyordu. Kırmızı kazaklı adam: “Yorulmadın mı koçum? Gözlerine yazık, gözlerine. Otobüste, dolmuşta, pastanede, postanede, her yerde ellerinde. Neye bakıyorlar anlamıyorum ki?” Devlet memuruna dönerek: “Senin kızdan yeni bir haber yok herhalde. Korkarak soruyorum yaranı deşmeyeyim diye.”

“Bugün tam üç ay bitti. Dile kolay doksan gündür haber alamadık; hastaneler, karakollar, terminaller aramadığımız yer kalmadı. Her gün dua ediyorum. Allahtan umut kesilmez. Anası bir tuhaf oldu o günden sonra. Yemiyor, içmiyor uyumuyor. Hangisine üzüleceğimi bilmiyorum. Sabır ve tevekkülle sağ salim geleceği günü bekliyoruz” derken, omuzları düştü. Yüzündeki çizgiler iyice derinleşti.
Sokak lambalarının yanmasıyla cadde boyu yürüyen kalabalığının adımları da hızlandı. İnsanlar bir an önce evlerine ulaşmak için telaşla koşturuyordu. Kırmızı kazaklı adam: “Haydi koçum kalk gidelim. Bir de ananın dırdırını dinlemeyeyim.” demesiyle birahanenin önü bir anda polisle doldu. Nerden, nasıl çıktıklarını kimse anlamadı. Dünya bir avuç dünya bir avuç diye bağıran mavi saçlı kızı birahanenin önünde sıkıştırdılar. Kız masalarının arasında koşmaya başladı.  Polisler kızı kıskıvrak yakalayınca, başındaki mavi peruk ve siyah gözlüğü polislerin ayakları altında ezildi. Devlet memuru: “Masada korkudan sinmiş otururken, yerinden ok gibi fırlayarak polislerin üzerine atladı. Bırakın kızımı. Bırakın kızımı. O benim kızım.”