Şule Gürbüz ile söyleşi

Tuğçe Ayteş, Şengül Can, Özlem Şan, Yusuf Turhallı
Şule Gürbüz ile yazarlık serüveni ve kitapları üzerine söyleştik.

Öncelikle Şule Gürbüz'ü yazar olarak tanıyalım. Nasıl yazarsınız? Yazma alışkanlıklarınız, ritüelleriniz var mıdır?

— Yazmak, çok şahsi tümden kendimle ve zihnimle ve oradakileri daha ne kadar orada tutacak, tasnif ve tadil edecek ya da artık ortaya çıkaracak halde oluşla ilgili. Hali ile böyle bir şeyin ritüeli benim için yok. Yazmak gündelik bir iş değil, her şey olup bittiğinde ve düşüncemle aramda artık başka bir şey kalmayınca yaptığım bir şey. Ama okumak, notlar almak, düşünmek, tartmak her günün işi.

Metinlerinizin gelenekle sıkı bir bağ kurduğu görülüyor. Aslında önce şunu sormak gerek, Şule Gürbüz geleneği nasıl tanımlıyor?

— Ben henüz metinlerinin arkasına yaslanmış son ve asli halini almış, ne olduğuna ne kendisi bakacak, ne de bakılacak halde, o çağında bir yazar değilim. Bana herhalde daha ziyade son kitabıma bakarak, bir kitabın oldurduğu dünyayı çepçevre dünya ve dünyam sayarak konuşmak da vakitsiz geliyor. Son kitabım Coşkuyla Ölmek'teki ikisi zaten birbirini takip eden iç içe de sayılabilecek baba-oğul hikâyeleri dışındaki hikâyelerde de kitabın yekpare ve bir akış içinde olmasını arzu ettiğim için benzer bir duyuştan seslenen kahramanları ve dünya örtüsünü yazdım. Her ne kadar her hikâye farklı da olsa bir hikâyedeki kahramanı ve hayatı daha sahici ve yerinde duyabilmek için başka bir kahramanın da uzak bir yerden, yine benzer bir derdi sızıyı görebilir, hissedebilir. Aynı eksikliklerle malûl olmasını kendime ve kitabın ihtiva etmesini arzu ettiğim bütünlüğe yakın buldum. Çünkü ben derdi, meseleyi bir kişiye, sınıfa, bir şeyleri eksik ve geride olana değil herkese pay etmeye, herkesin kendine düşeni almasına, bulunduğu yerdekini görebilmesini sağlamaya çalışıyorum.
Gelenek, yaşadığı ana ve güne değil çağa yani tüm zamana aşina olmaktır benim için. Gün başlı başına bir yekûn tutmaz, el, elini güne açmışın avucunu boşta bırakır. Ancak gelmişi ve geçmişi birlikte kucaklamak isteyen ve buna takat yediren bir çeki elde eder. Kültür “yıl 2013 olmuş” demek değil yaşadığı yılı unutmaktır, dünyayı ve aslında tüm masivayı dün yediği bugün içtiği, dün söylediği yarın işitmeyi umduğunu sanma saflığından dahası sığlığından kurtarmak, bunu aklına bile getirmemektir. Dolayısı ile ben gelenek diye bir şey değil topyekûn düşünce, davranış ve yaşantıyı geçmişten bu güne her şeyin aslında aynılığını ispata ve az unutulmuş, çokça kurutulmuş olanı da şimdiye ilave edip bir hatırlatmaya, bildiğimi bildirmeye mesnet görüyorum, başka değil.

Peki ya bağ kurduğunuz metinler, yazarlar?

— İnsan yazar olarak değil elbet bir okur, yetişmekte olan birisi olarak kendi başlangıç çağından itibaren okur, dinler, seçmeye, tasnife başlar, biriktirir. Bütün bunların neticesinde bir zevki oluşur ama daha önemlisi neyin yanında durması, neyin kıymettar olduğu, daha önemli ve seslendirilmesi gereken dünya ve ufukla ilgili bir duyuşu oluşur. Yaşamasını istediğinin, ince bir damar olarak sürmesini istediğinin yeni ve taze daha yıpranmamış, boyunun ölçüsünü almamış, vereceğini vermemiş bir yeni nesli olarak işe koyulur. Bu bir soy sop, nesep meselesidir. İnsan soyunu arar, soy tükenmiş, kurumuşsa bile, dünyada hiç bir şey kaybolmaz deyip bir mevcut cevherden soyu kıvılcımlandırır. Bağ demenizden ben bunu anlarım. Yakın bulmak sevmekten ziyade haklı bulmak, güzel bulmaktan ziyade doğru ve gerçek bulmaktır. Ben eğilip kendi kalbini dinleyebilmiş, bunda dinlenir şeyler bulabilmiş ve kendi özünü mümkün mertebe kurabilmiş yazar ve şairleri önemsedim ve binlerce tekrarın içinde başka bir sesi onlarda duydum. Duymayı kıymetli bulduğum sesler bir antikitesi de olan, bu günün kendi derdinin ve ya gününün etrafında dönüp durmayan kimseler oldu.

Benjamin hikâye anlatıcısı için çağının pratik sorunlarını ele alıp kıssadan hisse çıkarılacak deneyimler anlatan kişidir diyor. Hiç yorum katmadan... Ya Şule Gürbüz? Hikâye ve hikâye anlatıcılığı üzerine düşünceleriniz nelerdir?

— Ben yazı türlerini ve konuları -elbet kendi adıma- neticede ancak bir tema olarak görüyorum. Bahsettiğiniz tipte bir hikâye anlatıcısı, hatta hikâyeci değilim, dahası hikâye beni ilgilendirmiyor da. Bu devirde, bu çağda, bu ülkede, bu muhataba… Felsefi metin ya da başka anlamlarla da okunabilecek direk metinler veremediğim için hikâye olarak tanımlanan ama benim hem öyle tanımlamadığım, öyle de yazmadığım metinler yazıyorum.
İyi yazan herkes biraz şair, biraz felsefeci, biraz mistik, biraz hikâyeci… olabilmek, bunların kamil bir karışımı olmak zorundadır. Ağır basan yanı ile ya da daha güçlü bir ifadeye büründürdüğü formla eserler verir. Ama ben formu her şey sayan değilim.
Klasik tipteki hikâyecilikte önünden geçiliveren şeylerin önünde bir duraksama, ona da bir hakkını verebilme vardır. Detayla, yok sayılanla daha ince duyarlılık ya da akış halindeki hayat parçalarında incinebilme vardır. Keskin bir göz, etkili bir anlatım ile kısayı kısaca dediğiniz gibi akidelendirmeden anlatma, kenara çekilme vardır. Zanaatkârca bir iştir, fazla iltifatı ya da rağbeti yoktur. Kendini fazla katmayan sanatkârca, davranmayan hikâye yazarına küçük duyuşların adamı gözü ile bakılır. Çehov bile tüm büyüklüğüne rağmen Tolstoy'a, Dostoyevski’ye nispet edilerek anılmaz. Çünkü parça parça anlatmış, heybetlendirmemiş, vaktinde yeteri kadar söyleyip gitmiştir. Hikâye romana, hele şiire göre fazla gerçektir ve her gerçek gibi önünden masal arayarak geçilir. Eğilmeden, bükülmeden, kendi küçüklüğünü sezmeden.

Gelelim metinlerinize... Öykülerinizde anlatıcı görevini yüklediğiniz karakterler hayli konuşkan. Bu konuda bir eleştiri aldınız mı?

— Bu sorunuzu belki de eleştiri saymak gerekir. Ben söyleyebileceğim her şeyi, sıkı, aralıksız, boşluksuz ve en söylenmemiş hali ile ve anlatım olanaklarını kendimce en genişleterek ve söylenenden ötesini de iz’ana ve duyguya yani şiirsel bir sezişe bırakarak daha da kendi içinde katmanlanan, büyüyen metinler yazmaya çalışır, ancak bunu yazıdan sayarken bu konuda eleştiri almak yazanla okuyanın gerçek muhatap olamadıklarını gösterir. Ben ömrüm boyunca cömert metinleri ne güçlükle elde ettiğini hesapsızca yağdıran metinlerin önünde durdum, onlardan razı oldum. Şimdi ben de bunu benzerini görmediğim vasilikte ve gümrahlıkta damlatarak değil kısarak değil, esirgeyerek değil, son yazımı son sözümü söylercesine yağdırıyorum, bendeki her şeyi verip borçlarımı ödüyorum. Bundan şikâyetçi olana diyecek sözüm yok.

Genelde kadın karakterleriniz arka planda... Yani aslında kahramanlar hep erkek?

— Son kitaptan bahsedersek evet zaten ikisi dediğim gibi baba oğul. Önceki kitabım Zamanın Farkında’da daha farklıydı. Öyle de olabilir, başka türlü de, bu bir tespit ve av değildir. Kahramanların erkek oluşlarında ya da kadın oluşlarında benim anlatımımda esasen değişen bir şey yoktur. Kadınca ya da erkekçe denecek bir şeyden ziyade ya o ya o olacağından aslında amorf şekilsiz anlatabileceğim akışların birer kahraman edinmesi vardır.

Doğu-Batı ikilemi batılılaşmadan beri birlikte temel problemlerden biri haline geldi. Öykülerinizde bu ikilemin iki ucu da belirgin bir şekilde görünüyor. Peki, siz bu ikilemi nasıl değerlendiriyorsunuz?

— Ben -benden önceki yazarlar ki bunlar aslında hep de sevdiğim yazarlardır- bir ikilem serdetmiyorum. Burada haksızlık etme payımdan feragat için demek gereken şey bunu 1940-50’lerde yapmak, bunun dışında kalmak, batıya karşı eğik ve tuhaf bir büküklükle bakmamak kolay değildi. Bugün Tanpınar için “Batıya karşı duyduğu eziklik affedilir gibi değil” diyenler var. Bu tuhaf ve insafsız bir bakış. O devirden bu yana onun ve neslinin bazılarının ezik ve bükük durması, çökkünlükleri, süresiz melalleri bizi bugün boynumuzu doğrultabilir tuttu, sağ olsunlar, bizim yerimize çektiler, diyeceğine o vaktin adamını bu günün seheri ile karşılayıp burun kıvırıp endişe ve burukluklarına hürmet etmemek pek merhametsizliktir. Ben bu gün bütün çekenin, görenin, gördüğünü duyuranın, bildirenin, anlatıp söyleyenin, iz bırakanın arkasından gelmiş biriyim. Onlar bütün bunları yaptı ise ben yani biz aynı yerde kıvranalım diye değil, bizim yerimize yaptılar. Şimdi ben bunların üstüne bizim ne olduğumuzu daha iyi görebiliyorum, görmem de gerekir. Gösterecek her şey var. Artık ikilem yok benim için.”Biz kimiz?”i eğilip bükülmeden anlatabilmek var.

Kambur'la Zamanın Farkında arasında yirmi yıllık bir zaman dilimi var. Bu bekleyişin yazınızın üzerindeki etkilerinden bahsedebilir misiniz biraz? Geçen bunca zaman, Zamanın Farkında'yı nasıl etkiledi?

— Geçen zamanın Zamanın Farkında’dan haberi yoktu. Ben Kambur’u 18 yaşımda, bir yazarlık kariyeri duygusunda değil kendi o vakit ki duyuşum, aklım ve bakışımla yazdım; yazmaya, elimde bir şey tutmaya ihtiyacım vardı. Sonrasında tahsil ve kendimle kaldığım zamanımda ve mekanik saat ustası olmakla geçen ömrümün bu devamında kendi bakışımı, hayatın içimde aldığı manayı, doğru düşünüp tartmayı kendime yerleştirmekle meşgul oldum. Bu geçen zaman bana ait bir zamandır, o zamanda ne olduğum oturup anlatılır, listelenir şeyler değildir. Olunan şey, gelinen yer, alınan yol Zamanın Farkında ve Coşkuyla Ölmek’e bakarak nasıl ve nedir belki sezilir, belki de sezilmez. İnsanın kaderi ve kederi ile geçirdiği vakit başkalarına hikâye edilebilenlerden değildir.

Bergson, dışsal ve içsel olmak üzere zamanın iki yüzünden bahseder. Dışsal zaman algının parçaladığı, anlara yıllara bölünmüş zamandır. İçsel zaman ise bütündür, yekparedir. İçsel zamana ulaşabilmek ancak dışsal zamanın sezgilerle aşılmasıyla mümkündür. Karakterlerinizin ömrün tükenmemesine, içinde bulundukları anların sürekli genişlemesine dair vurgularını Bergson'cu zaman anlayışından okuyabilir miyiz? Karakterleriniz dışsal zamanı aşmaya çalışıyor diyebilir miyiz?

— Bergson yüzyıl başı ve ortalarına kadar zaman anlayışı ile etkili ve kuramları olan biriydi. Bu kuramlar anlaşılabilir ve tekrarlanabilir oldukları için de bizim o zamanki 1950’lerin sonuna kadarki edebiyatımız ve telakkilerimizde çok yer buldu. Ama bakarsanız hepi topu iki üç Bergson cümlesi namaz sureleri gibi ezberlenmiş, tekrarlanmadadır. Bergson da bu kadar değildir, zaman da, kavram da. Ama işte insan bu kadardır. Ben zamanı yaratılıştan itibaren yekpare duyan, insanı aynı duyan, ıstırabı aynı duyan biriyim. Zamanı tek ve bir uzun sabit kütle olarak görenim. Aslında insanın ömrünün de tükenmediğine çünkü başka bir ömrün o tükenişi, o kederi sesleri ve gölgeleri ile devraldığına ve bu uzun zaman tünelinden belki tüm insanlığın aslında tek bir insan gibi geçtiğine kaniyim.

"Cansın" isimli öykünüzde "Herkes kendinin hayal kırıklığıdır" diyorsunuz. Size göre, olmaya çalışırken olduğumuz şeyden mi yitiriyoruz? Açmak gerekirse... Kendimize biçtiğimiz ya da bize biçilen görevleri oldurmaya çalışırken aslında ne olduğumuzu mu gözden kaçırıyoruz?

— Aslında bazı şeyler çoğul konuşmaya gelmez. Ziyadesi ile tekildir. "Herkes kendinin hayal kırıklığıdır” derken bile kim kendisidir, kimin gerçekten hayali ve gerçekten kırıklığı vardır diye düşünülebilir. Dolayısıyla bu bahsedilen herkes değildir. Bunlar sahiplenenin, dahası o olanın önermeleridir. Ancak sözünü ettiğim kırıklık insanın aşkın ve kapsayıcı, gerçek bir ruh heybeti ve kavrayışıyla, acıyı bile hakkı ile çekemeyişi ile her tür insani zaaf ile malul oluşu ile ilgili biraz da.
Çoğu kişi dünyaya uyurgezer olarak gelmiştir, herhangi bir şeyin farkına bile varmadan yaşar, buna sebep görevlerini yapar, yapmazsa huzursuz olur, daha kötüsü huzursuz eder. Kendinin ne olduğu ile ilgilenebilecek hassasiyetlere sahip kişi ise ne kadar didinse kendi gözüne girecek bir yol alamaz. Ani parlayışlar, öne geçmeler, birden kavrayışlar, bir göz keskinliği... Zaman zaman verse de böyle bir kişi başka şeylerin de farkında olduğundan bunları aslında insan için dünya için hiç de az sayılacak şeyler olmasalar da bir şey olarak göremez, kendini bir şey olarak göremez. Biz zaten ne zaman gerçekten iyi bir insan görsek o kendinden memnun değil, hileli ve bezeli bulmaktadır; ne zaman gerçek bir cömert görsek o aslında ne kadar az verebildiğinden utanmadadır, yüksek akıl ve ruh kendini pejmürde ve alil saymadadır. Bu da buranın derecesi, açılmış gözün, huzmeleri çekilmiş bakanın kederidir.

Cicero, "Felsefe yapmak ölüme hazırlanmaktır" der. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Öyküleriniz ve karakterleriniz için Cicero'nun bu sözü geçerlidir diyebilir miyiz?

— Güzel çok keskin hatlı bir söz. Yaşayabilmek de ölüme hazırlanmaktır. Felsefe yapmaktan kastı elbet yaşadığının bilgisi ile donanmak, bilmek, bilerek gitmek, doğru dürüst ölmek. Bana yakın, evet.

Belki umutsuzluklarından belki zamana katlanamamalarından... Karakterleriniz ölüm fikrini gard almıştır diyebilir miyiz? Ölüme sığınılabilinir, ölüm yaşama karşı bir kalkan olarak kullanılabilinir mi?

— Ölümü ben zayıflığın değil kudretin eşiği görürüm, o eşiğe yaklaşmak yani ondan korkmamak, isteyebilmek ama bir keder ve umutsuzlukla değil bir takat yetiştirerek bir sükûn ve rükûdetle isteyebilmeyi, arzu etmeyi değil kabulü ve anlayışı erişilecek en yüksek rütbe görürüm. Benim ölüm fikrim tamlanma, yaşayabilmenin kendi suyunu son damlasına kadar verip artık göçebilmenin zarif bir vedanın merhalesidir, hayata yapışıp kalmanın, ölümden, ahretten ya da kara boşluktan ödü patlamanın değil. Buna sebep kahramanlarım hayatı dider, kendini korumaya alıp kandırmaz, kendini esirgemez, yalanın yüzünü yıkamaz, hakikatin elini yüzünü yırtmasına acı çekse de mecal eder, intihar etmez, yaşar, bakar, görür, anlar. O tarafa gittiğinde dahi anlatacak çok şeyi olur. Hayata katlanamamak basit ve bayağı insana katlanamamak gibidir, güç yetirememekten değil. Çünkü bu güç değil sefillik ister, hayatla fazlaca kol kola girmek de az hafiflik değildir. Benim kahramanlarım ölümden değil hayattan, ölüden değil diriden irkilirler.

 Son olarak, son zamanlarda okuduğunuz kitapları, takip ettiğiniz dergileri sorup söyleşimizi noktalayalım?

— Ben hep dönüp dönüp aynı şeyleri ya da bir iz sürebileceğim, içinde söze, hakikate, kendi içimdeki salınıma yakın şeyler olduğunu bildiğim, sezdiğim metinleri başımın üstünde gezdiririm. Yeni keşif çok çok seyrek olur, güne güncele pek rağbetim, dergilere de bir ünsiyetim yok.