Yokluğun Diliyle Hemhal Olmak

Şengül Can
Gürbüz gelenekten beslenen bir ırmak gibidir. Evdeki kudüm ve bendirin varlığı dahi buna işarettir. Zamanı farklı algılamak ona dokunmak ister ama yapamaz. Bir medeniyetin son demleri yaşanır evlerde. Kudüm ve bendirin evden gitmesi babanın otoritesinin sarsılmasıdır. Aslında geç kalınmış bir yüzleşmedir. Evin salonunun ortasında kökleşmiş bir kabuk vardır. Ve hiç kimse bu kabuğa giremez. Ama o kabuğu kıramaz da. Şeklini de alamaz. Sadece bu kabukla yaşayıp gider. Yaşanıp gidilen hayatları anlatır öyküler.

"Söz bizi yatıştırır"
Saime Tuğrul

İnsanın içinde yer edinmiş toplumla bütünleşme çabasının yanında birey olarak kalabilmek ne zordur aslında. Anlatıcı kimi zaman kendini konumlandırır. Kahramanlar böylece kendilerini idrak etmeye yeltenirler. Söz konusu Coşkuyla Ölmek olunca yeltenmek eylemi tam yerindedir. Ama bunu başaramayınca eşikte yaşamaya mahkûm kalırlar. Gürbüz’ün kahramanları tam da bu noktada durur. Kendini tamamlama arayışı üzerine bir farkındalıkla yaklaşırlar. Sıradan insanlardan daha duyarlı bir anlayış içerisinde hareket ederler. Bütün bunlar varoluşu sorgulamalarına neden olur. Gürbüz işte bu noktada, klişeleri alt üst eder. Bilmek, anlamak, kavramak bağlamında varoluşu sorgulayan yazar. Sınırlı arayışı, derin bir kavrayışla ters yüz eder, varoluşu hikmet ile birleştirir. Yazarın da dediği gibi: Alışıldık kasvet buğusu, sanki o boya yapılan odada değil de dünyada hâkim, öykü dilinde, öykü kişilerinde.
Bazı şeyler aslında hiç değişmez. Kullandığı kelimelerden evdeki eşyalara, baktığı kişilere… Sanki yüzyıllardır hep oradadırlar. Dedesini düşünür Sadullah ve dedesiyle birlikte açığa çıkan durum: Dede toplumdur. Dede ile modernite arasında kalan kahramanlar. Bu yeni dünya düzenini de eleştirir. Öykülerde topluma duyulan nefret, sezgi yoluyla hissettirilir. Hiddeti yanı başında tutan öykü kişileri zamanı gelince çıkartır ve onu naifçe ortaya koyar. Haykırmaz, bunu söz ustalıkları ve dil oyunları ile yapar. Bir şeyleri değiştirmek gibi bir derdi yoktur aslında. Delilik ve umursamazlık onun aklına daha yakındır. Cümlesine de. Olumsuz bir durumla karşı karşıya kalsa dahi, kin biriktirmez. Çünkü bilir ki içinde taşıdığı kin onu zehirleyecektir. Çünkü insan biriktirdikleridir. Bu nedenle o da bırakır. Vazgeçer. Kahramanlarda duygusal anlamda bir olgunluk hâkimdir. Olanı değil de olmayanı kabullenmenin verdiği dinginlik baskındır. Her şeyi anladım ve kabul ettim.(Gürbüz, s. 19)

Sarkacın ucundaki kişiler

Ömrünün son demlerini yaşayan, her günü birbirinin aynısı. İçindeki boşlukta yuvarlanan. Günlerini sayan, gün dolduran. Buradaki boşlukları dinle kapatmaya çalışan. Otuz beşinden sonra Müslüman insanların hikâyeleri. Kitaptaki dört öykü birbirinin içine geçmiştir. Ve soyaçekim bu öykü kişilerinin belirgin özelliğidir. Yazar bunu kuşak kuşak, devir devir işler. Sarkacın ucundaki kişi Sadullah Efendi’dir, oğul Sadullah’tır ya da torun Sadullah. Oğlu dinlerken babayı, babayı dinlerken torunu, torunu dinlerken dedeyi dinler gibidir okur. Karakterler aynı kişiymişçesine birbiri içine geçer. Dindeki kabullenişle öykü kişilerinin arasındaki kabulleniş aynı türdendir. Soya çekim de bu nedenle ön planda tutulur. Son öyküde, kendinden umudunu kesen kahraman, arkadaşı Eyüp’te kendisini görür. Çocukluk, gençlik, yaşlılık anları bir ayna olur Eyüp’te. Belki de daha nice an, ölüm anı, çaresizlik. Ondan sevmez Eyüp’ü, kendisine benzetir.

Aslında ölümü unutan, bu duyguyu belleğinde savunma mekanizmalarıyla saklayan kişilerin zaman zaman ölümü hatırlayışı, onun varlığı duygusuyla yaşamasıdır Coşkuyla Ölmek. Ölümü unutma ve bastırma yönüyle bu durum modern insanın uzağındadır. Ömrünün sonuna doğru bir iç hesaplaşma sürecine girer kahramanlar. Hayata uzaktan bir bakış. Bu bakış kendineyse kişi asla tarafsız olamaz. Hele ki o kadar yaşanmışlıkla insan nasıl kendine uzaktan bakabilir? Hayat aslında başı sonu belli sıkıcı bir filmdir. Belli görevler vardır insana dair. Birey bunları sıkıcı bulsa da yapmaktan alıkoyamaz kendini. Bir açıdan toplumsallaşmanın kuralı da budur. Ama bu durum kimi zaman kişiyi memnuniyetsizliğe götürür. “Hayat belki bir şey çıkar diye olmadık damızlıklar icat etme, onlardan bir şey umma ve bulamama idi. “(Gürbüz, s. 159)

Öykülerde iki bilinç birlikte akar. Bir yandan kahramanların hayatı, diğer yandan aileden gelen gelensek kalıplar. Ve ikisi arasındaki kocaman boşluk. Bu boşluk kimi zaman dünya ve ahiret ile dolar. En azından ömrünün son demelerinde bunu yapmak ister öykü kişileri. İnsandan umudunu kesen kahraman hayattan çok ölüme yaklaşır. Bir kere, sabah uyandım, bugün de ölmedim diyebilir mesela.

İki dünyayı birbirine karıştıran kahramanların varlığı ile yokluğu arasında bir fark yoktur. Dünyada bir iz bırakamazlar. İkinci öyküde baba Sadullah şiir yazmaya çalışır ama beceremez. Diğer insanlardan farklı olmak, görünmek ister ve içindeki şarkıya tutunur oğul Sadullah. Ama bu durum da onu diğerlerinden farklı kılmaz. Öldüğünde dünyadan bir şey eksilmeyecek hayatlar, küçük insanların uzun hikâyeleri. “Varlığı ile yokluğu ağırlıksızdır.” (Gürbüz, s. 87)

İnsan kendisi olarak kalacaktır

Seçimlerimiz çoğu zaman bir dönüm noktasıdır. Kırılma. Hayatımızı değiştirir. Fakat öykü kişilerinde bunu göremiyoruz. Çünkü onda peşinden gidilecek, tutkuyla ya da arzuyla istenilecek bir amaç yoktur. Torun Sadullah boşluğunu yönlendireceği başka alanlar açmaya çalışır. Mesela felsefe. Foucault ya da Michel Butor ama bu kısa sürer. Çünkü kahraman dünyayı küçümser. Öğretmenleri, üniversiteyi…Torun Sadullah Volete adında bir kadın ile evlenir. Sadullah’ın Volete’ya karşı tutumu öykülerin genel temasına sinen bu gelip geçici atmosferi destekler. Sadullah onun hayatını dolduramadığını, olsa olsa Volete’nın da olduğu hayata bir kiracı olarak taşındığını düşünür. İnsan kendisi olarak kalacaktır. Sadullah bunu bilir ve bu durumu ölüm bile değiştirmez. Kendinden sıkılan öykü kişileri yine kendisi olarak ölecek ve ahirette dahi öyle hesap sorulacaktır. Kendi dilleriyle. Nasıl zebani bildiği gibi canını alacaksa. İnsan derttir der yazar, hayatın derdi, ölümün ve ölüm sonrasının. Büyük ve bir o kadar da sıradan. Aslında dünya sonu gelmeyen, durmadan dönen bir yuvarlaktır. Ve bu dünya kişioğlunu adeta bir öküzün boynuzundaymışçasına çaresiz bırakır kimi zaman. Yer ile gök arasında bir şeydir. Güneşin zaman dilimlerine bölünüşüdür. Kahraman dünyayı anlamak için çaba harcar. Ona acımaya ve onu sevmeye kalkışır. Aslında insan dünyaya geldiği gün terk edilmiştir. Ahiret inancı yaşamı boyunca amacına ulaşamamış kahramanlar için bir avunmadır. Ölümden sonrası için çalıştıklarını düşünürler. Bu onları geçici olarak dahi mutlu etmez. “İnsanı Ahret bile değiştirmez.”(Gürbüz, s. 88)

Gürbüz gelenekten beslenen bir ırmak gibidir. Evdeki kudüm ve bendirin varlığı dahi buna işarettir. Zamanı farklı algılamak ona dokunmak ister ama yapamaz. Bir medeniyetin son demleri yaşanır evlerde. Kudüm ve bendirin evden gitmesi babanın otoritesinin sarsılmasıdır. Aslında geç kalınmış bir yüzleşmedir. Evin salonunun ortasında kökleşmiş bir kabuk vardır. Ve hiç kimse bu kabuğa giremez. Ama o kabuğu kıramaz da. Şeklini de alamaz. Sadece bu kabukla yaşayıp gider. Yaşanıp gidilen hayatları anlatır öyküler. “Yaşamaya da ölmeye de yazık ”(Gürbüz, s. 50)

Döngüsel bir zamandan çizgisel bir zamana

Hiçbir şeyin mutlu edemediği kahraman belli bir yaştan sonra dünyada aslında tabut kadar bile yerinin olmadığını düşünür. Öykülerde kendi zamanına asılı kalan yaşamları görüyoruz. Aynı evin içerisinde yaşanan başka başka zamanlar. Odadan odaya geçtikçe değişen. Evdeki herkes kendi zaman diliminde yaşar. Sonunda bir noktada sabitlenir. Oğul bir köşeye çekilir, babanın sesi kısılmıştır. Anne zaten hiç yoktur.

Yazar burada zamanın süregiderliğine değinir. Modernizmle birlikte başlayan kendini gelenekten kopartma olgusu 20. yüzyılda edebiyatımıza da şekil verir. Böylece Tanzimat döneminden beri yaygın olarak işlenen Doğu-Batı ikiliği ortaya çıkar.  Dini ağırlıklı yaşanan zamanın dünyevî yönü gün yüzüne çıkartılır. Zaman kavramının Tanzimat ile birlikte geçirdiği değişim ve dinin zaman üzerindeki algısı ile organik zaman bütünlüğü bozulur: “Zaman Osmanlı yaşamında dinsel ağırlıklı olarak yaşanırken organik bir bütünlük sergilemekteydi. Oysa eski yaşam biçimlerinden Batılı yaşam biçimlerine yönelmekle birlikte, zaman alışılmış dinsel anlamlarını yitirmeye ve daha dünyevi bir anlam sergilemeye başlayacaktır.” (Köroğlu, s. 124)

Fakat bunun sonucunda standartlaşan zamanın birey üzerindeki etkisi ile bireyin zamanı ve toplumun zamanı birbirine uymayacaktır. Bu durum öykülerde yabancılaşma ve çözülme şeklinde yansıtılır.

Gürbüz’ün kahramanları adeta zamanda kısa kısa, kesik kesik yolculuklar yapar. Döngüsel bir zamandan, çizgisel bir zamana geliş gidişler. Her bireyin kendi zamanını yaşaması da bundandır. İç dünyaya dönük bir zaman algısı. Yolculuk mitsel bir zamana açılmadan biter.

Gürbüz’ün öykü kişileri ise içinde yaşamak zorunda kaldığı zamanın bireysel ve toplumsal bütünlüğünü aramaktan çoktan vazgeçmişlerdir. Ve kahramanlar umarsızca bir vecd halinde savrulup giderler. Yapıtta tam ve gerçek olamayan yaşamlar vardır. Kişiler bu eksiği hisseder ama tam olarak bunun ne olduğu sorusu asılır kalır. Yazarın bahsettiği yarı canlılık meselesi de buradan gelir. Böylelikle boşluktaki kişilerin din ile bağları da tartışılır. “O kadar boşluktaydık ki elif bayı kuvvetle tutup yapışamıyorduk.” (Gürbüz, s. 104)

Modern anlatılardan aldığı akıl gelenekten aldığı sezgi

Öykü kişilerinin dinî eğilimini, yeni dinî eğilim olarak değerlendirmek mümkündür ya da dinselin geri gelişi. Gauchet’ye göre dinselin geri gelişinin bir nedeni de şudur:
“Kendinin Kendisi ile ilişkisinin sınırı: Artık yeri, aitliği dışında belirlenmeyen birey, kendi kendisiyle baş başadır. Din ve onun etrafında oluşan cemaat kimliği, aidiyet garantisidir. Bu garantiden yoksun kalan birey, kendini yok etmekle kendine değer vermek arasında gidip gelen bir sürecin içinde bulur kendini. Dinsellik bu iki kutup arasında yer alır; rasyonele götüren “kendine değer vermekle”, Doğu mistisizmine yaklaştıran “kendini silmek” arasında kalmış insan birinden diğerine kolaylıkla kayabilir.” (Tuğrul, s. 199)

Şule Gürbüz’ün gelenekten beslenme hali, dilinde de öne çıkar. Modern anlatılardan aldığı akıl ve gelenekten aldığı sezgiyle yazar Gürbüz. Bu ırmak yatağını bulmadan akar, kendini unutur. Taştıkça taşar. Sonra durur. Tekrar coşar. Yeni küçük kollara ayrılır. Patikalarda damar damar olur. Açılır. Açılırken de birçok şeyi sürükler. En çok da zamanı. Onun için minerali boldur bu ırmağın sularının. Yazarın şiirsel dili içe doğru derinleşir, kıvrılır. Boşluksuz ve hızlı akan bu dil okuru yorar. Sıçratır, sürükler, nefessiz bırakır. Zira bu dil yüksek sesle okunmaya müsait değildir. Fısıltılar ve iç seslerle, kendiyle konuşan bir dil. Karakterler ve anlatıcı adeta dilleşir. Ve bu dil okuru alıp zamansız bir boşlukta bırakır.

Kaynaklar

1. Gürbüz, Şule, Coşkuyla Ölmek, 1. Baskı, İletişim Yay, 2012.
2. Tuğrul, Saime, Ebedi Kutsal Ezeli Kurban, 1. Baskı, İletişim Yay,2010.
3. Köroğlu, Erol, Gidenle Gelmeyenin Eşiğinde A. H. Tanpınar’ın Romanlarında Zaman Kavramı, Boğaziçi Üniversitesi, 1996.