Tüm kitap boyunca sorular sorduğu, kızdığı, azarladığı, alay ettiği okuyucuyu, aynı zamanda diğer insanları, diğer yaşamları biraz alayla söylemiş dahi olsa merak ettiğini belirten bir cümledir bu. Kambur'un bu merakı doğaldır. Çünkü yaşama dâhil olmayan, onun çok dışında bir karakter. Hiçbir anısının olmadığını düşünecek kadar yaşamamış bir karakter.
“Gökyüzü paramparçadır, bütün değil.”
* * *
Şule Gürbüz ilk kitabı Kambur'un başında söyletir bu sözü kahramanına. Ardından ekler: “Bu konuda iki yüz sayfalık bir kitap yazabileceğini düşündü. Yalnızca ilk sayfaya “GÖKYÜZÜ PARAMPARÇADIR, BÜTÜN DEĞİL” diye yazacaktı. Geriye kalan bembeyaz sayfalara bakan insan, gökyüzünü hayal edebilecek; sayfaları çevirdikçe, gökyüzü parçalanacaktı zaten.” Bir kitap hayali bu. Kambur adlı karakterin hayali. Yazarın metne binlerce söz boca etmediği, okurun kendi hayal gücünü katmasına izin veren boşluğu -bembeyaz sayfaları- bırakan bir metnin tasarısı. Bu metin Şule Gürbüz'ün de metni aslında. Kambur isimli kitabın ta kendisi. Yukarıda alıntıladığım cümlelerin hemen sonrasına bir eleştiride de bulunur Kambur: “Bir cümle söyleyebilmek için -o da çoğu kez yalan- koca kitaplar yazılıyordu.” Üstelik onca cümlenin içinde asıl anlatılmak istenen ne yazan tarafından ne de okuyan tarafından bulunabiliyordu. Kitabın en başında okuyucuya bir kitap tasarısından bahsetmesi, önsözde okura seslenip anlattığı hikâyenin alışılmadık bir hikaye* olduğunu sezdiren Cervantes'in Don Quijote'sini çağrıştırır. Tıpkı Don Quijote'nin önsözünde olduğu gibi Kambur'un ideal kitap hakkındaki fikirlerinin olduğu bu bölüm, okura nasıl bir hikâye ile karşılaşacağını sezdiren, teklif götüren bir pasajdır. Okurla yapılan bir sözleşmedir. Biz biliriz ki bu satırlardan sonra, bildiğimiz, alışık olduğumuz türden bir kitap çıkmayacak karşımıza.
* * *
Okuyoruz. Okudukça daha da iyi anlıyoruz. Okudukça da gerçek kılıyoruz. Gökyüzü paramparça, bu kitap paramparça, Kamburun aklı... O da paramparça!
* * *
Kambur'un eleştirdiği koca kitaplar, okuyucuyu pasif kılan kitaplardır. Edilgen bir süreç içinde okurun yolculuğu, o asıl söylenmek istenen sözü arama yolculuğuna dönüşür. Oysa olması gereken okurun kendi hayalgücünü kattığı etkin bir okuma sürecidir. Tüm bu düşünceler bizi alımlama estetiğine getiriyor. Alımlama estetiğinin kurucusu Wolfgang Iser'a göre, yapıtın anlamı metnin içinde saklı değildir. Anlam, okur tarafından okuma süreci boyunca kurulur. Aynı zamanda bu estetik anlayışa göre, yapıt bir nesne değil, metinle okur arasındaki alışverişten doğan bir olaydır.**
Peki ya Kambur'la olan alışverişimiz?
Sözüne sadık kalıyor Şule Gürbüz. Okuyucuyu etkin kılan, parçalı gökyüzünü bize veren bir metin elimizdeki. Ne söz yığınına boğuyor metni ne de kendi bildiğini kitaba söyletiyor. Okudukça parçalanıyor gökyüzü. Paramparça metnin içinde de, metnin tüm boşluklarında da yazılandan çok daha fazlasını okuyoruz. Belki de bu yüzden özdeşlik kurulması zor bir karakter olan Kambur bizden biri oluyor. Aklımızın bir köşesinde yaşayan bir sese dönüşüyor. Hayalgücümüzün kattıklarıyla bizim Kambur'umuz oluyor. İlerleyen sayfalarda gerçekliği sorgulayan Kambur'un savlarını kolaylıkla benimseyebiliyoruz. Böylece kitaptan tek bir cümleyle ayrılmıyoruz. Aklımızda bir çok soruyla kapatıyoruz kitabın kapağını.
Ayna Ayna! Söyle bana, gerçek nedir?
Çoğunluğun savlarını kabul etmeyen, gerçekliği sorgulayan bir karakter Kambur. Portakalın doğusu batısı yoksa, dünyanın da yoktur diyen bir akıl. Kitap boyunca okur da gerçeği sorguluyor Kambur'la birlikte. Çoğu zaman da hak veriyor ona. “Öğrenilen tüm gerçekler, başkalarına söylenen yalanlar sayesinde bulunur.” Gerçeği sorguluyoruz ve onu arıyoruz. Fakat Kambur bize gerçeği yalanda aramamızı söylüyor. Gerçek yalanlarla örtülmüştür ve gerçeğe ihanet etmeden bir şeyi anlatmanın olanağı yoktur. Ağzımızdan çıkan her bir cümle aslında gerçeği bozar, gerçeği yalan kılar. Konuştukça gerçekten uzaklaşırız. Hepimiz için aynı gerçeklik olmadığı gibi, söylemek istediğimiz her bir sözümüz aktarmak istediklerimizden farklıdır. İçimizdeki sözleri asla tamı tamına uygun söylemediğimizi fark ettiğimizde “BEN SÖYLEYEMEDİKLERİMİM” diyen Kambur'a hak veririz. Sözlerimiz, içimizdekileri kısmen yansıtan -doğru bir şekilde de yansıtamayan- aynalardır. Kambur ise; “İnsanlar bu aynaların düz mü eğri mi olduğuyla ilgilidirler; benimse aynaları kırmak en büyük zevkim.” diyecektir. Gerçeklik onun elinde paramparça olacaktır.
Ya zaman?
Yalnızca gerçeği değil zamanı da parçalamak ister Kambur. Günlüğünü bizimle paylaştığı zaman görürüz bunu.Günlük değil, haftalık, aylık hatta yıllıktır o. 1839'dan 1994'e kadar tutulmuş yıllık da, Kambur'un günlerini, yaşadıklarını anlatmaz bize. Yalnızca Kambur'un zihnindekileri okuruz. Altı çizilecek, duvarlara yazı olabilecek aforizmaları, gerçekliğine inanamadığımız anı kırıntıları, insanlara sorduğu soruları yazılıdır yıllığında. Böylelikle zaman dışı bir karakter olur.
2 Haziran 1950'de "İşte bir pazar günü daha - ne yapacağınızı merak ediyorum doğrusu..." yazar. Tüm kitap boyunca sorular sorduğu, kızdığı, azarladığı, alay ettiği okuyucuyu, aynı zamanda diğer insanları, diğer yaşamları biraz alayla söylemiş dahi olsa merak ettiğini belirten bir cümledir bu. Kambur'un bu merakı doğaldır. Çünkü yaşama dahil olmayan, onun çok dışında bir karakter. Hiçbir anısının olmadığını düşünecek kadar yaşamamış bir karakter. Bildiğimiz tek uğraşı ise, kontrbas çalmak. Fakat bunu da müzik için yapmıyor. Müzikten uzaklaşmak, zamanı hızlandırmak için çalıyor. Uyuşmak istiyor. Zamanın daha kolay geçmesini istiyor.
Yaşamla tek bağı olan kontrbasını da bırakacak Kambur. Geri verecek. Yaşamla bağını kopartabilmek için yapacak bunu üstelik. Sonrasında daha da umutsuz olacak. "Durmadan ölüyorum yaşayabilmek için" diyecek mesela. Daha önce söylediği sözlerin doğru olmadığını söyleyecek. Kendi cenazesi için çiçek siparişi verecek. Kendi cenazesinde gülmek isteyecek ve bize de gülme izni verecek.
* * *
"Deli olduğumu mu sanıyorsunuz? - Nereden anladınız?"
* * *
Kambur'un son cümleleri bunlar. Aniden bitiyor kitap. Kendi cenazesinden evine döneceğini söylüyor, ardından bu cümleleri ekleyip bizi koca bir boşlukla baş başa bırakıyor. Kitap boyunca okuduğumuz, tanıdığımız Kambur'a ait olamayacak bir cümle bu üstelik. Bu bakımdan hayal kırıklığına uğruyoruz. Sırf bu şekilde söylediği için deliliğine inanmıyoruz. Öte yandan metin boyunca Kambur'un paramparça aklını okuduğumuzdan deliliği mantıklı bir sav bizim için. Fakat Kambur'un ağzından kinayeli bir şekilde duyduğumuz için deliliğine şüpheyle yaklaşıyoruz. Yazarın okuyucuya vermek istediği Kambur'un deliliği mi yoksa Kambur'un aslında hiç de deli olmayışı mı belli değil. Belki de istenilen bu şüphenin ta kendisidir. Cevap ne olursa olsun, metinde sona dair izler yakalayamıyoruz. Kambur'la beraber kendimize sorduğumuz bir çok sorunun üstüne metnin sonuna dair bir “acaba” ekliyoruz. Tüm bunlara rağmen, kendi retoriğini kurma çabasıyla, yalnızca kendi hikayesini anlatan değil, bir hikayenin (kitabın) nasıl olması gerektiğini düşünen bir metin olmasıyla önemli bir eser Kambur. Zihnimize mıhladığı sorularıyla, her okumada yeniden kurulabilir bir metin oluşuyla, sade ve güzel diliyle sizi sık sık çağıran kitaplardan biri olabilir.
Kaynaklar:
1. Jale Parla, “Don Kişot'tan, Bugüne Roman”, İletişim Yayınları, 2010, s. 25
2. Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İletişim Yayınları, 2009, s. 242