Köpek Dişi Ve Çekirdek Aile Faşizmi

Tuğçe Ayteş
Köpek Dişi, çekirdek aile faşizmi hakkında uç bir örnek diyemeyiz. Foucault’nun “mikroiktidar” dediği bu otorite filmdeki gibi, Türkiye’de de genelde babadadır. Ülkemizde açığa çıksa da çıkmasa da, adalet yerini bulsa da bulmasa da böyle yaşamlara çok sık rastlanır. Hepimizin her gün okuduğu, duyduğu, gördüğü, belki de yaşadığı olaylar aslında Köpek Dişi’ni ütopik bir yapımdan sembolik-gerçekçi bir kesite yaklaştırır.

(Yazı, Köpek Dişi filmi hakkında sürpriz bozanlar içermektedir.)

Çocukluğumuzda aile ne büyülü bir kavramdır… Dünyaya gözlerimizi açtığımızda bizi kucaklayan insanlardır aile fertlerimiz. Onlar hayattaki dayanaklarımız ve sevgi kaynaklarımızdır. Hem aile kutsaldır, öyle denilmiştir. Okul kitaplarında şu tanımla karşılaşmayanımız pek yoktur: “Aile toplumun yapı taşıdır, en küçük birimidir. Anne, baba ve çocuklardan oluşan aileye çekirdek aile denir.” Hayatta her şey tek renkmiş gibi, aileler de bu tanıma sığdırılmaya çalışılır. Halbuki anne baba boşanabilir; baba kontrolsüzce içip eşini ve çocuklarını dövebilir veya ailenin kemikleşmiş isteklerini yerine getirmek uğruna kendi bireyselliğini oluşturamayan çocuk yetişkinler (kulağa diğerleri kadar ağır gelmese de toplumu derinden etkileyen bir güruh) meydana gelebilir. Bunları gördükçe, yaşadıkça, okudukça öğreniriz.
Birçok farklı açıdan yorumlanabilecek ve ufuk açıcı Köpek Dişi filminde, anne baba ve üç çocuktan oluşan çekirdek bir ailenin aslında cezalandırma mekanizmasına dayanan acımasız bir hapishane olabileceği sert bir dille anlatılıyor. Film bu yönüyle, Michel Foucault’nun Hapishanenin Doğuşu adlı eseriyle pek çok paralellik taşıyor. Foucault’nun kitapta kullandığı iktidar, ceza, disiplin ve hapishane kavramları küçük ölçekte Köpek Dişi’nde karşılıklarını buluyor. Köpek Dişi, özetin özetiyle, eşi ve üç çocuğunu köpek gibi eğiten ve şehir dışında büyük, bahçeli bir evde “kendi istekleriyle” hapseden bir baba aracılığıyla aile faşizminin bir eleştirisi.

 

Çarpıtılarak verilen bilgi

Köpek Dişi, ailenin günlük yaşamından “olağan” bir kareyle, hepsi muhtemelen 18’inden büyük, belki de 20’li yaşların sonunda olan “çocuklara”, dışarıdaki kavramların içerideki kavramlarla tanımlanarak çarpıtılmasıyla başlar. Deniz, ahşap kollukları olan deri bir koltuktur. Otoyol, çok güçlü bir rüzgar türüdür. Seyahat, zemin kaplamada kullanılan oldukça dayanıklı bir malzemedir. Tüfek güzel, beyaz bir kuştur. Cinsellik de bu tür örneklerle saptırılır. Büyük kızın sorduğu “kuku”, “büyük bir lamba" olarak tanımlanır. Üç çocuk da teker teker gösterildiğinde yüzlerindeki dikkatli, nötr, yabani ama naif ifadeyi fark etmek ve bu çocukların doğuştan itibaren bilgiyi bu şekilde aldıklarını anlamak güç değil.
Bilgiyi çarpıtarak verme, aslında bir tür cezalandırma, daha doğrusu cezayı önleme girişimidir. Filmdeki otorite figürü baba, çocukların gelecekteki herhangi bir “itaatsizliğini" önlemek için genelde bu yönteme başvurur. Bir sahnede, bahçeye giren bir kediyi dehşetle karşılayan çocuklar kediyi öldürdükten sonra baba bunu bir fırsat bilerek dışarıdan kendi üstü başını parçalamış, üstüne başına kırmızı boya dökmüş halde gelir ve çocuklara, bunu ona dışarıdaki bir kedinin yaptığını, aynı kedinin bir kardeşlerini de öldürdüğünü söyler. Burada Foucault’nun kitabındaki Malby alıntısı desteklenir: “Eğer deyim yerindeyse, ceza bedenden çok ruha yönelik olmalıdır.” (s. 20)
Kitaptan farklı olarak, modern cezalandırma mekanizmalarının aksine cezalandırma ruha yönelik kalmaz, bedene yönelik cezalar da filmdeki en çarpıcı sahnelerin önemli bir kısmını oluşturur. Bunda, babanın insani bir eğitim vermek yerine köpek eğitimi vermesinin etkisi vardır. Babanın cezalandırma yöntemi Foucault’nun bahsettiği 19. yüzyıl cezalandırmasına benzer. “Bedene yönelik müdahale de XIX. yüzyılın ortasında tamamen çözülmüş değildir. Ceza kuşkusuz bir acı çektirme tekniği olarak artık eza üzerinde merkezlenmemektedir; esas nesnesi bir mala veya bir hakka yönelik hale gelmiştir. Fakat zorunlu çalışma veya hatta hapis -tam bir özgürlükten mahrumiyet- gibi bir ceza, hiçbir zaman bizzat bedenin kendini hedefleyen ek bir ceza olmadan uygulanmamıştır: gıda tayınlaması, cinsel yoksunluk, dayak, hücre. Acaba bu, kapatmanın istenmeyen, ama kaçılamayan sonucu mudur? Hapishane fiili durumda en açık düzenleri itibarıyla, her zaman belli bir fizik acıya yer vermiştir.” (s. 18-19)
Baba cezalandırma konusunda taviz vermez. Erkek çocuk, duvarın önünde durup “dışarı”ya taş attığında cezalandırılır. Ağzında sıvı deterjanı bekletirken süreyi anne tutar (anne de babaya sorgusuz sualsiz itaat etmektedir). Babanın erkek çocuğun cinsel ihtiyaçları için tuttuğu memur Christina’nın, kendisine oral seks yapması karşılığında büyük kıza verdiği videoları baba eline bantlayıp kızının kafasında kırar (kız suçlu olduğuna inandığı için bu davranışı sineye çeker); Christina’nın kafasına da onun evindeki videokaset oynatıcıyla sert bir şekilde iki kere vurur, Christina yere yığılır.
Küçük kız cezalandırma konusunda diğerlerine göre daha iyi durumdadır. Çünkü babanın yarattığı dünyaya tüm benliğiyle inanmaktadır ve bu uğurda her şeyi yapmaya hazırdır. Bir gün erkek çocuğun acı feryadı duyulur. Baba olay yerine koştuğunda oğlanı dizini tutarken bulur. Kardeşinin ona çekiçle vurduğunu söyler. İzleyici olarak babanın küçük kızı cezalandırmasını bekleriz. Ama kızın açıklaması gidişatı değiştirir. Dışarından çekiçle bir kedi gelip abisine vurmuş ve ardından kaçmıştır. Kızın bunu gerçekten inanarak söylemesi, babanın abiyi tokatlamasıyla sonuçlanır. (Baba havuza iki karagöz balık bıraktığında küçük kız onların nereden geldiğini hiç sorgulamadan ona koşar ve bunu haber verir.) “Cezalandırma kelimesinden, çocukların işledikleri kabahati hissettirebilecek her şey, onları küçük düşürebilecek, onların kafasını karıştıracak her şey anlaşılmalıdır… belli bir soğukluk, belli bir kayıtsızlık, bir soru, bir küçük düşürme, bir görevden alma.” (s. 224) Baba cezalarını, muhtemelen diğerlerine ibret olsun diye, genelde göz önünde verir.

 

İktidara koşulsuz boyun eğme

Baba, bunca yıldan sonra iyice bastırılmış olan annenin aksine genç ve meraklı çocuklarında Hapishanenin Doğuşu’nda geçtiği üzere “ıslah edici cezalandırma” mekanizması kurmuştur. “Islah edici cezalandırma aygıtı tamamen başka bir şekilde iş görmektedir. Cezanın uygulama noktası temsil değil bedendir, zamandır, gündelik hareketler ve faaliyetlerdir…” (s. 160-161) Baba kurduğu bu düzeni muhtemelen yıllar boyunca dantel gibi işlemiştir. Ailesinin diğer fertlerinin aksine kendisinin normal bir hayatı vardır. Eşini soran yöneticisine onun hâlâ evden çıkmadığını söyler ki bu aslında adamın dışarıya da bir senaryo sunduğunun ipucudur. Kendisi evde yokken sadece anne, bir tek onun bilip kullandığı eski model bir telefonla eşinin cep telefonunu arayabilmektedir. O yokken de onun kurduğu düzen devam eder.* Uyguladığı iktidar “işleyişi aracılığıyla bedenin çevresinde, yüzeyinde, içinde sürekli olarak” üretilir (s. 36-37). Kendisi bizzat evde değilken bile çocukların hiçbiri evden kaçmaya çalışmaz.

Baba, evdeyken de evde değilken de çocukların hem bedensel hem zihinsel disiplinine çok önem verir. “Disiplinlerin tarihsel anı, yalnızca becerilerinin gelişmesini veya bağımlılığının ağırlaştırılmasını değil de, aynı zamanda onu mekanizma içinde daha fazla yararlı hale getirdiği ölçüde daha da fazla itaatkâr kılan (ve tersine) bir ilişkiyi oluşturmayı hedefleyen bir insan bedeni sanatının doğduğu andır… İnsan bedeni, onun derinliklerine inen, eklemlerini bozan ve onu yeniden oluşturan bir iktidar mekanizmasının içine girmektedir.” (s. 170) Filmin en başında günlük kelime anlamlarının çarpıtılmasının yanı sıra fiziksel egzersizlerle de çocukları(nı) birer köpek gibi eğitmesini pekiştirir. Örneğin suyun altında durma rekorlarını artırmaya çalışır. Çocukları zorlayıcı egzersizlerle eğitmekle kalmaz, aralarındaki rekabete destek verir. Her kazanana aslında değersiz ama çocuklar için değerli olan etiketler hediye eder. Başka bir hediye de gökyüzünden uçak geçtikten sonra bahçeye attığı oyuncak uçaklardır. (Böylece çocuklar uçakların bu boyutta olduğuna inanır, büyük toplu taşıma araçları olduğunu aklından bile geçirmezler.) Büyük kız en hırslılarıdır. Kazanmak uğruna erkek kardeşine çelme takmakta, hatta kocaman bir bıçakla onu kolundan yaralamakta sakınca görmez, bu davranışından dolayı pişmanlık ya da merhamet hissetmez. (Erkek kardeş fiziksel çaba dışında pasiflik sergiler, küçük kızsa [özellikle oyuncak bebeğinin ellerini ve ayaklarını makasla keserken, makasın ucuyla gözlerini oyarken çığlık atması esnasında] psikopat özellikler gösterir.)
Baba, cezalandırmada olduğu gibi Foucault’nun disiplinin yeri hakkında sıraladığı özelliklere uygun hareket eder:
“1. Disiplin bazen çitlemeyi, diğer hepsine nazaran türdeş olmayan ve kendi üzerine kapalı olan bir alanın özelleştirilmesini talep eder. Disipline yönelik monotonluktan korunmuş olan yer.” (s. 175) Daha önce de bahsi geçtiği gibi, baba bu düzeni yürütmek için şehir dışında, etkilerden uzak bir yaşam alanı inşa etmiştir. Büyük bir ev, geniş bir bahçe ama asla dışarı çıkılmaya izin olmayan bir kapı. İşin ilginç yanı, baba dışarı çıkmalarının yasak olduğunu doğrudan söylemez. Cezalandırarak ve asılsız hikayeler anlatarak onları korkutur ve dışarı çıkmak “istememelerini” sağlar.
“2. Fakat ‘çitleme’ ilkesi disipline yönelik aygıtlar içinde ne sabit, ne vazgeçilmez ne de yeterlidir. Bu aygıtlar mekânı daha esnek ve daha ince bir şekilde işlemektedirler. Ve öncelikle de temel yerleştirme veya çerçeveleme ilkesine göre. Her kişiye kendi yeri; her yerde bir kişi.” (s. 176-177) Anne ve çocuklar izleyicinin gözünde tam bir hapis hayatı yaşıyor olsalar da ev ve bahçe içindeki hareket özgürlükleri onlara sahte bir rahatlık sunmaktadır.
“3. İşlevsel yerleşimler kuralı disipline yönelik kurumlarda, mimarinin genel olarak birçok kullanıma uygun ve hazır olarak bıraktığı bir mekânı yavaş yavaş bir düzene sokacaktır.” (s. 178) Filmde yaşam alanı yüksek duvarlarla çevrilmiştir. Tek çıkış olan bahçe kapısının dışında da birkaç yabani ot ve eski bir asfalt yoldan başka bir şey yoktur. Bu da babanın çocukları dışarıda iyi şeyler olmadığına inandırmasına yardımcı bir ortamdır.
“4. Disiplinde unsurlar aralarında değiştirilebilir niteliktedirler, çünkü bunların her biri bir dizi içinde işgal ettiği yerle ve onu diğerlerinden ayıran açıklıkla tanımlanmaktadır.” (s. 180) Filmde evin içerisi ve dışarısı (bahçe) arasında hareket kısıtlaması yoktur ama bahçenin dışarısı başka bir dünyadır, annenin ve çocukların o sınıra geçmelerine izin verilmez.
Baba yokken de disiplinin sürmesi, “faaliyetin denetimi” yine Foucault’nun kaleme aldığı şekilde açıklanabilir: 1. “Zaman kullanımı…” (s. 185), 2. “Eylemin zamansal yoğunlaşması.” (s. 188), 3. “Buna bağlı olarak, beden ile jestin korelasyon içine sokulması.” (s. 188), 4. “Beden-nesne eklemleşmesi.” (s. 189). Annenin ve özellikle çocukların gün içinde neler yapacaklarını (buna bağlı olarak neler düşüneceklerini) ayarlayan hep babadır. Gün içindeki eğitim zamanları dışında kalan “boş zamanları” bile babanın denetimi altındadır. Hatta eşiyle evlilik yıldönümlerinde bile yapılacaklar bellidir. Pasta, süsleme, dans. Erkek çocuk gitar çalarken kızlar dans eder. Kendi kendine kaldıklarında bile babalarının öğrettikleri doğrultusunda oyunlar, eğlenceler bulurlar kendilerine.

 

Çatırdamaya mahkûm sistem

Filmde müzik kullanılmaması da bu boş vakitlerin aslında ne kadar belirlenmiş olduğuna dair bir ipucu. Sadece üç yerde müzik geçer. Birincisi, erkek çocuk yıldönümü “kutlamasında” gitar çalarken. İkincisi, büyük kız babasının ayak tırnaklarını keserken baba şarkı mırıldandığında. Üçüncüsü, Frank Sinatra’nın şarkısı çalarken (baba bunun sözlerini aile ve ev sevgisi doğrultusunda çevirir, çocuklar hayranlıkla dinler). Çocukların başka insanlarla vakit geçirilmesine de izin verilmez. Erkek çocuğun cinsel ihtiyaçlarını gidermek için getirilen Christina'nın işine, cinsel ilişkide tatmine aç kalıp büyük kızın kendini yalaması için takas yaparak babanın otoritesini ve kurduğu sistemi tehlikeye sokunca son verilir.
Çocuklar ve anne, babanın yarattığı sistemle bütünleşmişlerdir ve baba bu düzeni hiçbir şeyin bozmaması için elinden geleni yapar. Böylece “içsel kapatma ilkesi” doğrultusunda ailesinin hissetmedikleri bir hapishanede tutsak kalmalarını garanti eder. “Disiplinsel cezanın işlevi sapmaları azaltmaktır. Demek ki esas olarak ıslah edici olmak zorundadır.” (s. 225) “Ceza disiplin içinde, çifte bir sistemin bir unsurundan başka bir şey değildir: ödül-yaptırım. Ve terbiye ile baskı altına alma sürecinde işlemci haline gelen bir sistem olmaktadır.” (s. 226)

Ama bu sistemin inşasında hatalar vardır ve her düzen gibi çatırdamaya mahkumdur. Birincisi, babanın “panopticon” oluşturamamasıdır. Çocukların yaptıkları kayıt ya da gözetleme yoluyla değil gözlem veya şikayet yoluyla öğrenilir. Baba evdeyken de değilken de her şeyi izlemeye, kontrol altında tutmaya yarayacak bir mekanizma veya mimari yoktur. Köpek eğitim merkezine gönderdiği halde itaat etmeyi öğretemediği ev köpeğinin aksine, havlamayı ve yalamayı bile öğrettiği çocuklarının yaptığı itaatsizlikleri kolayca gözden kaçırabilir (zaten kaçırır da). Belki de bu, yarattığı düzene ve çocuklarının itaatine duyduğu güvenden kaynaklanmaktadır.
İkincisi, sevgi ve merakın önlenemeyeceğidir. Film boyunca sevgiye dair bir ipucuna rastlanmaz. Baba çocuklarla, anneyle, anne çocuklarla, çocuklar anneyle, babayla ve kendi aralarında dilbilgisi kitabından çıkmışçasına kalıp cümlelerle konuşur. Hiçbirinin arasında sevgiye dair bir işaret yoktur. Hatta çocuklar birbirlerini parçalarcasına rekabet içindedir. (Adeta sevgi öğrenilecek bir şeydir ve hastalıklarını tahmin edebilecek, birbirlerine ilaç önerebilecek kadar kapsamlı olan anatomi bilgilerine rağmen sevmeyi öğrenememişlerdir.) Bir tek, filmin sonuna doğru erkek kardeş küçük kız kardeşi dudağından öper ve birbirlerine bir anlık şefkatle bakarlar. Bunun dışında herkes mekaniktir. Erkek çocuk gerek Christina’yla gerek büyük kız kardeşle (Christina’nın işine son verilince baba oğlandan iki kız kardeşten birini seçmesini ister) cinsel ilişkisini görev bilinciyle yapıp bitirir. Duygusal yönden aç kalan Christina büyük kız kardeşten medet umar, büyük kız kardeş çektiği acı sonrası erkek kardeşini bunu bir daha yapmaması konusunda (babasının seçtiği filmlerin replikleriyle) tehdit eder.

Ailenin dayatmacı yapısı

Düzeni alttan alta zayıflatan asıl etmen meraktır. Biraz erkek çocuğun ama büyük ölçüde büyük kız çocuğunun merakı. Büyük kız kardeş filmin başından beri birkaç merak ve itaatsizlik belirtisi gösterir aslında. Christina’nın saç bandını alabilmek için ona oral seks yapması, daha sonra Christina’nın teklif ettiği jöleyle yetinmeyip yanındaki videoları izlemesi, geceleyin videoları izlerken babası geldiğinde gerginlikten uyuyamadığını söylemesi, mutfaktaki kekten dilim kesip cebine saklaması, kazanmak uğruna erkek kardeşinin kolunu kesmesi, sadece annenin bildiği sanılan telefonu bulup rastgele numara çevirmesi. Büyük kızın bütün bu merakı, hırsı ve “sapmaları” zaten filmin şok edici sonuna izleyiciyi hazırlar. Bir gün yemek masasında baba şu soruyu sorar: “Bir çocuk evini ne zaman terk edebilir? (Buna ihtimal vermediği hissedilir.) Büyük kız atılır: “Sağ köpek dişi düştüğünde.” Baba ekler: “Ya da sol.” Kız dışarıyı öyle merak eder, adlandıramadığı özgürlük hissine o kadar özlem duyar ki bir gece kalkıp çekiçle sol köpek dişini kırar. Acı ve kan revan içinde olmasına rağmen evden ayrılmaya hak kazanmanın sevinciyle aynaya bakıp güler, sonra da evden kaçıp babasının arabasının bagajına saklanır. Ailenin diğer fertleri kızı fellik fellik aramalarına rağmen bulamazlar. (Kızı dışarıda aramaya çıkan babanın peşinden gitmeyip tam kapı sınırında köpek pozisyonunda havlarlar.) En sonunda da kamera bagajda asılı kalır. Kız kurtuldu mu öldü mü bilemeyiz.
Köpek Dişi, çekirdek aile faşizmi hakkında uç bir örnek diyemeyiz. Foucault’nun “mikroiktidar” dediği bu otorite filmdeki gibi, Türkiye’de de genelde babadadır. Ülkemizde açığa çıksa da çıkmasa da, adalet yerini bulsa da bulmasa da böyle yaşamlara çok sık rastlanır. Hepimizin her gün okuduğu, duyduğu, gördüğü, belki de yaşadığı olaylar aslında Köpek Dişi’ni ütopik bir yapımdan sembolik-gerçekçi bir kesite yaklaştırır. Zaten görünürde şiddet olmasa bile, aile kavramı kendi içinde halihazırda dayatmacı bir oluşumdur; doğduğumuz andan itibaren hepimizin beynine işleniyor, davranışlarımızı şekillendiriyor. Kaç kişi hiç olmazsa köpek dişini kırmayı göze alabiliyor ki ömründe?

 

Dipnot:

* Annenin sistemi sürdürmedeki rolü yadsınamaz. Kendi de çocuklar kadar baskı altında olsa da babanın yokluğunda sistemin işlerliğine zarar gelmemesi için ona atfedilen rolü dört dörtlük yerine getiriyor. Halbuki görünürde bu sistemi yıkmaması için neden yoktur. Burada ailede ve toplumda cinsiyet eşitsizliğinin kalkmasında en büyük engellerden birinin kadınların halihazırdaki durumu içselleştirmesi, kabullenmesi olduğunu görebiliyoruz. Bu başka bir eleştiri konusu olacağı için yazıda ayrıntılı olarak değinilmemiştir.

 

Kaynakça:

(1) Köpek Dişi, 2009. http://www.imdb.com/title/tt1379182/
(2) Hapishanenin Doğuşu, Michael Foucault, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Temmuz 1992, Ankara.