Onu her gün gördüm, istisnasız her gün. Öğretmen arkadaşlarımla okulumuza giderken. Yol üstünde. Kuyusırtı’nda. Bir eve doğru. Bir adam. Yarım şalvarlı. Elinde bir mendil. Halayın başı ve sonu. Yani tek başına tepinen bir yalnız kalabalık. Recep. Bu onun adı. Deli Recep.
Sordum tanıyanlara, dediler: “O bir delidir.” Kısacık: “Deli.” Sustum öylece, çokça merak. Bekledim. Sonraki gün gözlerine bakmaya. Göz çizgilerine. Daha derine. Kalbi yanlış çizilmiş bir zamana. O vakte erişmek için. Geçmişi şimdiye taşımak üzre. Eğildim. Recep’in içine. Belki biraz kendime. Belki. Biraz. Kendime.
Sevdiği kızın adıymış Kibar. Recep’inmiş. Sevmiş onu Recep, büyük sevmiş. Çok büyük. Vermemişler kızı, Kibar’ı. Yakın civardaki bir köyün oğlanına vermişler. Kız bir şey diyememiş, Kibar. Kızın gönlü Recep’teymiş. Recep, zavallı. Lal. Öylece seyretmiş kızın gidişini, Kibar’ın. Uzun uzun seyretmiş. Uzun uzun seyrettiği yerlere gitmiş. Bir dağın kovuğuna sığınmış. Bir ağacın gövdesine sarılmış. Köprüler geçmiş. Sulara dokunmuş. Eskimiş elbisesi, içi eskimemiş. Lâkin ruhu solmuş, soğumuş. Gözlerinin beyazına çığ düşmüş gibi bir zamanmış. Recep kendine yaptığı çarmıhta uyumuş, susmuş. Aklının sokaklarında kaybolmuş. Boşluğa uzanmış. Zamanın yok yerine. Tanrı uzaklardaymış o sıra. Recep’i unutmuş. Yukarılara bakmayı bırakmış Recep. Elini tersine çevirerek Tanrı’ya kızmış içten içe: “Ben sana ne yaptım?” demiş. “Kibar’ımın benden gitmesine neden izin verdin? Bir tas suyum vardı, onu da döktün önüme. Gözüme tuz kattın. Bir daha olmayacak Kibar. Bir daha eli elime değmeyecek. Bir daha…”
“Şimdi ben kime gideyim?”
Recep’i yol üstünde elinde bir mendille halay çekerken ilk gördüğümde yeryüzünü gamsız gezinen bir insan demiştim. Keyfi yerinde birinin tebessümünü zamana dökmesi gibi. Bir boşvermişlik hattında yürüyen. Bir “bana ne” havasında. “Gel sen de katıl halaya, dünya dediğin altı üstü bir keredir” cümlesinde. Aynen öyle. Recep! Akıl kervanını kaçırmış deli. Dikeni dilinde bir yürek. Elem elçisi. İşte orada. Oracıkta. Bir evin önünde. Sadece. Bu.
Herkes bilir; Kibar, Recep’in sevdiğidir. Bir güzel boyunda. Gözleri yok yeşili. Dili binbir gece. Endamı lirik bir sabah güneşi. Fistan giyer. Gül biriktirir. Atlara bakar. Kızıl ve kahve. Saçlarından dökülen ırmakla bir tas su döker Recep’in ömrüne. Recep’in içi kamaşır. Kibar, Recep’e lazım bir testidir. Olmaz ama. Hikâye bazen kusura değer, testi bazen kırılır ve bu bazen Recep olur. Kibar, başkasına verilir. Düğün vesaire. Dayanılmaz bir zaman. Dayanılmaz bir zulüm. Yürek kekeme. Dil bozgun. Recep, aklını çıkarıp bir kenara koyar ve bulamaz bir daha.
Hüzünler evine bir ölünün adı daha asılır.
O günden beri bir zamandır Recep bulamadığı aklıyla bir ritüel yaratır kendi kendine. Her gün sabahın yedisinde Kibar’ın evlenmeden önceki evinin karşısına dikilip kendisini kendi düğününde zannederek halay çeker. Bu ritüel bir gün bile sekmez. Recep bir tek bu anlamda zamana riayet gösterir. Çünkü zaman onun gibi bir kimse için varlık koşulu değildir. Sancısını unutanın zamana ihtiyacı yoktur. Recep böyledir. Hangi boşlukta gezindiğinin habercisi olamayacaktır hiçbir zaman. Çünkü aklını orada bırakmıştır. O yok yerde!
Recep’in mıhlanmış zihni, hafızanın ayakları varmışçasına Kibar’ın evinin önüne götürür onu devamlı. O evde bulunmayan bir ruhun peşine düşmüş Recep, Kibar’ı her gün halaya davet eder. Kibar’ın bundan haberi var mıdır, Recep onu ne kadar görebiliyordur, bilinmez. Bir gerçeklik varsa o da; ikisinin de artık yerinde olmadığıdır. İki türlü bir göç yaşanmış gibidir. Kibar başkasının koynuna girmiş, Recep de aklının uzağına düşmüştür.
Yol üstünde öylece kendi başına tepinirken tüylerim bu duygudaşlığa binlerce kez diken diken şahitlik etmişti. Kendinden uzakta bu adamın bana değdiği yer; içimin en yakınından geçmesiydi. Ona baktığımda kendi hikâyemin canlandığını, bir yüzyıl öncesinin örtüsünü kaldırdığımı hissediyordum. Çünkü başkalarının başından geçmiş olaylar, bir başkasının başından geçmiş nakaratlardır. Ben Oyum: Recep. Bu benim hikâyemin bir yüzyıl öncesidir, belki de sonrası bin yıl. Yüz yıl ya da bin yıl demek, zamanın insanı başkasının aklında sınamasıdır. Recep, benim aklımın durduğu yerdir. Bu yol üstünde az beklemedim ben de. Recep gibi. Boşluğa bakarak. Islaklığı bitmemiş bir mendille.
İçimin üşüdüğü bu zaman dilimi, Recep’e eğildiğimdir. Her sabah o yol üstünde kendisi gibi bir adamın varlığını ona göstermek isteyişimin delilidir. Kaç kez şoförü durdurarak sigarasını yaktım. Azığımdan bir parça bir şeyler verdim. Selam ettim. Sustum. Uzun baktım ona. Benim diğerimmiş gibi sevdim onu. O beni anladı mı, sen de bendensin diyebildi mi acaba? Belki, ama sanmıyorum. Diyebilseydi ve anlayabilseydi, beni de halayına davet ederdi; ama etmedi. Bana mendilini verirdi; ama vermedi. Olsun. Recep, benim adımın geçtiği yerdir. Ben ona baktığımda kendimi görürüm. Kendimi gördüğüm yerde, avucuma bakarım. Orada bir zamanlarım canlanır. Bir göz, avucumun içinde bana bakar. Sevgilinin gözleridir bu. Beni özlemeye gelmiş bir penceredir. İçlenirim o vakit. “Recep” derim. “Dostum benim. Seninle az yer değiştirmedim.”
Kibar’ın evinin etrafında bir at vardır. Kızıl kahverengidir. Recep’i seyrettiğim karenin içinde o hep vardır. Çok güzeldir. Kızıldır, kahverengidir. Çırılçıplak bir masumiyeti vardır. Yelesi uzundur. Recep’in gözünde Kibar’dır. Benim gözümde de. Bazen ona baktığını görürüm Recep’in. Evin etrafında gezen bir soylu kraliçe. Kızıl ve kahverengi. Recep’in kalp renginde. O boşuna orada gezinmez. Onun bir bekleyeni vardır, gibidir. Başka bir yerden bir selam fişeğidir sanki. Bir manada saklıdır. O at orada öylesine durmaz çünkü. Kibar’ın adına oradadır. Recep için. Bilirim bir insanın ardından bırakılan atların sol gözünden akan yaşları. Bilirim; çünkü atlar, gidenlerin kapısında durmak içindir.
Yeni bir sabah. Aklımda yürüyen kızıl kahverengi bir at. Yoldayız. Köy yolunda. Okula doğru. Ben Recep’i görmek için Kibar’ın evine bakan biriyim. Recep’in ötekisi. Kendine rağmen ölü bir kimse. İçine eğilmiş bir bıçak zamanı etrafı süzüyorum. Etraf sessiz. Recep yok, at yok. Bir sonraki gün de. Bir sonraki günün ertesinde de. Yol üstünde. Kuyusırtı’nda. Bir eve doğru. Bir adam. Yarım şalvarlı. Elinde bir mendil. Halayın başı ve sonu. Yani tek başına tepinen bir yalnız kalabalık. Recep. Bu onun adı. Deli Recep.
Yok yerinde.
“İndir beni” dedim şoföre. Yürüdüm evin önüne doğru. Recep’in mendili yerde. Aldım. Halay çekmeye başladım.
O gün gökyüzü kızıl kahverengiydi.