Min Kuşt

Esra Kale
Min Kuşt

Min Kuşt

Songül Çolak

Sıcaktı... Ellerinde bavullarıyla bir bayram arifesi sağa sola koşuşturan insanların yüzünden telaş akıyordu. Bir taraftan peronlara gerisin geri yerleşmeye çalışan uzun otobüsler, öte tarafta onlara yardım eden simsarların birbirlerine benzeyen sesleri.
-Sağ yap! Sağ yap! Hoop!
O karmaşada sabit bir görüntünün içinde hareket eden cisim misali bir erkek koşuşturmaya başladı, telaşlı karmaşa devam ediyordu. Sonra bir anda yarılan kalabalık, ansızın duyulan çığlıklar ve otogardaki tüm bu gürültüyü bastıran o ses...
-Min kuşt! Min kuşt!
Kalabalık bir anda aralandı. “Min kuşt” sesi otogardaki tüm kalabalığın sesini bastırıyordu. Kaldırımdan damlayan kan sel suyunu andırıyor, adam kanın etrafında daire çizerek gidip geliyordu. Bu gidip gelme esnasında, bıçaktan dökülen kan damlaları yavaş ve ağır bir şekilde yere düşüyordu. Adet sancısı çeken bir kadının kıvranışı gibi kıvranıyordu yerdeki küçük kız. Yavaş ve düzensiz hareketlerle iki bacağını karnına çekmiş kalabalığa bakıyordu. Bakışları, sokaklarda insanların vicdanına hükmetmek için elini uzatan dilencilerin bakışları gibiydi. Bekliyordu, bir hareket yahut bir şey bekliyordu.
Vücudundaki ılıklığı hissettiğinde nerede olduğunu ve ne yaptığını bilmeden meraklı gözlerin önünde öylece uzanmıştı Filiz. Bu orta ısınma hali kemiklerinden derisine doğru yavaşça, usul usul yayılmaya başlıyordu. Göz kapaklarını aralamak ağır bir rüyadan uyanmak gibi sert ve zor olsa da  asla sevmekten vazgeçmediği güneşi görür gibiydi.
Annesi pek çok şehir göreceğini söylemişti ona ağlayan sesiyle. Vedalaşırken böğründe taşın ağırlığını, yüzünde gözyaşının tuzunu hissetmişti. Yüreğindeki sızı esip geçsin diye şehirlerin ışıklarını anlatmıştı ona ve böylece cam kenarında oturmuş annesinden ayrılmanın verdiği sızı ile kafasını kaldırmadan cama değil önüne bakmıştı yol boyu. Toprağını ıslatmış tüm bedenini çamura bulamıştı annesi. Onu ağlarken görmek karanlık akşamdan daha da karartmıştı içini ve bu tarifsiz annegöz yaşları damarlarından kalbine giden tüm yolları tıkamıştı sanki. Bedeninden koptuğu kadından ayrılırken nefes alamıyordu Filiz. Yetmiş yaşında bile köyünde geçmişin tarihiyle yaşayan dedesi anıt gibi yerindeyken, kendisi, neden henüz on beşinde göçebe koçerlerin kaderine mahkum olmuştu, anlayamıyordu.
Ses, suların peşini bırakmayan dalgaların rüzgarıyla devam ediyordu.
-Min Kuşt !

    Güneşin altında neşeyle ırmağın kenarına gidişini ve arkadaşlarının bakamazsın dedikleri halde inatla güneşe bakmaya çalıştığı anı hatırlıyordu Filiz. Köyünün tek ve son bakkalının duvara çakılmış mavi tahtalarından, dünyada hiçbir şeyden daha fazla lezzetli olmayacak cinoları almak için uzandığı sol üst rafın maviliği, bakmaya çalıştığı gökyüzünün aynısıydı ve şuan midesindeki sıcaklığı daha da arttırıyordu sanki. 
    Filiz bir türlü dirilememişti. Sınırları olmayan karanlık bir ormanda hızlı adımlarla koşmuştu oysa. Ulaştığı her yol en başa döndürmüştü onu. Köyündeki her kız gibi erken vedalaşmıştı oyunlardan. Akşamları durmadan sigara içen, zikzaklı boynundan kederli bir yüze bürünen babasının sevgisinden uzaklaştırmıştı onu memeleri. Bacak arasından gelen koyu kanı gördüğünde şaşırmış, medet umduğu annesi ise kaderini devredeceği kızından korkmuştu böylelikle. Annesi de uzaktaydı artık. Kanın gelmemesi için bütün gece tuvalette eliyle bastırmış, onu sokaktan alıkoyan bu durumdan nefret etmişti. Oynadığı çizgi oyununda her zıpladığı an memelerinin de onunla birlikte hoplaması etrafında utançla bakan göz sayısını daha da arttırmış böylece büyümek, sevdiği bütün insanlardan alıkoymuştu Filiz’i.
    Oysa kandan önce...
    Kandan önce köydeki her çocuk gibi çocuktu Filiz. Erkek ya da kız olmanın ayrımlarını oyunlardaki güç gösterisinde bile reddetmişti. Sakınması gereken hiçbir yeri yoktu, akşama kadar köyünde oyun oynamasını yasaklayan kimse yoktu. Arkadaşlarıyla gökyüzüne bakarak yukarıdan Dünya’yı seyretmek isteyen bir melek olmayı hayal etmişti. En çok da hayat bilgisi kitabında gördüğü denizli şehirlerin kaynağını öğrenmek istiyordu. Bir gün köyündeki ırmağın Hz. Hızır’ın gelmesiyle deniz kadar büyük olacağını söylemişti arkadaşı ama pek inanmamıştı buna. Çocukken olmasını istediğimiz şeyler küçük ama hayalleri kocaman olurdu. Filiz kitaptaki kocaman suyu sevse de köyündeki ırmağın değişmesini istemiyordu. Akşam olunca evlerin camlarından sızan ışıkların Hz. Hızır’ın gelişini engellediğini düşünüyordu. Ona göre Hızır gündüz, onun da görebileceği ve en sevdiği güneşle birlikte gelmeliydi. Hem köylerinde haftada bir şehre giden dolmuş ya bulunur ya bulunmazdı. Hızır’ın gelişi her durumda belli olacaktı. 
            Sabahın ışıkları ile şehrin lambaları sönmüş köy evlerine benzemeyen kocaman binalar karşılamıştı Filiz’i. Otobüs mahşer kalabalığına benzeyen otogara girdiğinde herkes ayaklanmış Filiz utancından kılını kıpırdatamamıştı. Annesinin apar topar hazırladığı küçük çantasını alıp kendisini bekleyecek teyzesine bakınırken otobüs kapısının eşiğinde tanıdık bir yüzü görür gibi oldu Filiz. Yüz giderek ona yaklaştı yaklaştı yaklaştı ve... Islak taşların yosunlu ve soğuk betonuna yığılmış bedenini kontrol edemiyordu. Karnından çıkan bıçağın acısı, başlarda soğuk, sonlara doğru karnındaki ılıklığa doğru akmaya başlamıştı.
            Sesi, kulak delici kornaların arasından, insanların vardıktan sonraki yolculuksuz olma ferahlığından ayırt edici fakat bu sefer giderek uzaklaşan resmin küçülen harfleriyle duymaya başlamıştı.
            -Min Kuşt !

    Uyumayı rüyalarında gördüğü sindy bebeklerden, uyanık kalmamayı ise her günah işlediğinde onu anında uyaran üç siyah takım elbiseli “güya” meleklerin parmaklarıyla tövbe dedirten kuvvetlerinden kurtulmak için çok severdi. Güneşi özgürlük geceyi ise meraktan seviyordu Filiz. Akşam olunca evden dışarı çıkmak nadir yaşanan ve özel kılınan durumlardı ya sanırım işin heyecanı buradan geliyordu. Aslında çocuk olabilmek hem ışığı hem de yoksunluğu aynı anda sevebilmekti onun için. Tüm bu çocukluk hali gözlerindeki ağırlığı açıklamak için neden gelmişti aklına bilmiyordu. Biraz daha uzansa köyündeki suyun sesini duyacak gibiydi.
   Kabuğundan içeriye doğru onu ayakta tutan çekirdeğine yaklaştıkça ısınan dünya misali Filiz’in sıcaklığı bedeninden derinlere doğru yayılmaya devam ediyordu. Kabuğunun ağırlığı kanına batmıştı şimdi. İlk defa böylesine bir acıyı vücudunda duyduğunu hissetti Filiz. Köyündeki Ganispi’nin şavkımaya başladığı mevsimlerde ırmağın kaynağına çıkıp kendini suyla yıkadığı anlardaki serinliğe ulaşmak istiyordu. Ganispi’nin doğum heyecanı onu öldürmeye başlıyordu. Ellerinin alt boğumlarıyla soğuk bir betona dokunuyordu. Karnından yüreğine, boynundan başına doğru tedirgin bir koku yayılmaya başlıyordu. Yeni doğan bebeklerin gözlerini açamaması gibi gözlerini aralamaya çalışıyor, ağır ağır uzanan ellerini kaldırmak istiyordu ama nafile. Düşünmek zorlaşmış ve kendini uykuya bırakmakla aslında sıcaklığının yakıcılığını hissetmeye başlayacağını kavrıyordu. Serilen gövdesi sadece betonu tanıyor, onun serin havasını kendine çekemiyordu. İnatla ısınıyor fakat bir o kadar hayalleriyle soğuyordu Filiz.
            Oysa yoldan önce...
    Yine annesi düşmüştü aklına. Sanırım ölüm anında küçüldükçe anneye olan göbek bağı yeniden oluşmaya başlıyordu. İyi ki yaşı on beşti. Büyüyüp iyice annesinden uzaklaşan bedenini nasıl kaldırabilirdi ki. O yüzden hep çocuk kalmak istemişti ya... Günahsız bir gecenin yıldızları bile koruyamamıştı Filiz’i. Amcasının bedenine verdiği acının nedenini kavrayamamıştı. Geceden sonra, herkes, onun olmayan günahlarını saklasın diye için için yalvarmış, ölüm gibi, mezar gibi soğumuşlardı.
           Yola çıkarken denizin eski olduğu şehirden bahsetmişti annesi. Herkesin o şehri ömründe bir kere bile olsa görmeyi Tanrı’dan dilediğini, dönenlerin bundan sonraki günlerinin solmayacak anılar barındırdığını söylemişti. Oysa şehir umurunda değildi Filiz’in. İstediği şey annesinin evveliyatından beri kokusuna hapsolduğu koynundan ayrılmamaktı. Yatmadan önce şehrin umudu gecenin korkusuyla uyku tutmamıştı bir türlü. Uyumadan sabahın ilk ışıklarında yola çıkmış o çok sevdiği Ganispi’nin cilalanmış hörgüç kayalarını gördüğünde hüzünlenmişti. Filiz’i en çok üzen ise kimsenin bilmediği bu vadi seslerini duymuş olmanın sevincini bir daha yaşayamayacağıydı. Doğup büyüdüğü bu dağların sesini her gece dinlemiş ona yol gösteren bu sesin soluğunu kendi nefesine ekleyerek ısınmaya çalışmıştı. Vadiden geceyi seyretmek hele ki aynı gökyüzünü paylaşan binlerce gözlerin buluştuğunu bilmek yüreğini okşamıştı. Denizi merak etse de köyünden ayrılmak istemiyordu. Irmağının suyunu duyamazsa nasıl nefes alırdı. O gece karanlıklar altında soğuk bir elin kendisi sıkıca tutup duvara fırlatan ve canını acıtan amcasının ellerinde saçlarını görmeseydi, kanını iliklerine çekip her acıda yutkunmasaydı, Hızır’ın deniz yerine bir damla merhamet getirmesini ummasaydı ve bu dili geçmiş zamanlar onun bıçak darbelerinde hissettiği acıları dile getiren pişmanlıklara ses vermeseydi şimdi pencerede belki de güneşi bekliyor olacaktı.
            Ve sesi son kez duydu. Harfler, damağa yapışıp dudaklarından dökülen hırıltısı tanıdık bir yüz olan abisinin vücuduna bürünmüştü. Evet abisiydi bağıran.
            -Min Kuşt !

    Etrafına toplanan kalabalık, derin bir kuyunun başına kendisinin ise sonuna bakmaya çalışan bir sürü gözden oluşuyordu. Yavaş yavaş, tıpkı kızıllığını kaybeden sarının, renksiz haline bürünen güne açılmışçasına benzer şekilde aralıyordu gözlerini Filiz. Kocaman gövdesinin büyüklüğü üzerinden büyüyen karnının kanını görmüştü. Otobüsten indiğinde abisinin elindeki bıçakla ona yaklaştığını hatırlıyordu. Çocukluğunu çalan kan yine onunlaydı işte. Nasıl ki bile isteye şemsiyesi ters duran yağmurun altında ıslanmışsa bu kanların ikisini de o kadar istememişti. Karnındaki nohutun büyümesiyle ırmağının sesini ve annesini kaybetmişti. Ve şimdi denizin eskiliğini ve Hızır’ın suyunu göremeden kanların boğulduğu suyla ağır ağır kapanıyordu gözleri.