Geceleri kadınların pencereden bakmalarının uğursuzluk sayıldığı uzak Anadolu kentleri, taşlanan kadınlar, çocukların sessizliği. Taş suskusuna taş yarasını ekler yazar. Gözleşen, ciğerleşen, gelincikleşen yaralar. Yanlış inançlar, kökleşmiş gelenekler ve kanlı bir yara üzerine kurulan öykülerdir.
Taşın Halleri
Durdu, köşedeki tahta iskemleye kuruldu. Bir karşısındaki göle baktı kadın bir göl üstünden uçan kuşlara. Sonra döndü, arkasındaki taş bağırlı dağlara. Ve öyküsünü anlatmaya başladı. Berna Durmaz’ın Bir Hal Var Sende (Can, 2012) adlı ikinci kitabındaki öykülerde her bölüm, TAŞ, KUŞ, GÖL zihindeki görüntüsel göstergelerle kurulmuş bir dildir. Fotoğrafsız. Üç fotoğraf.
Birinci bölüm taşın sessizliği ile başlar. Taşra kadınlarının suskunluğuna, uzak sokaklardaki köpek havlamaları eklenir. Suskun kayalar bütün seslere kulak verir. Doğanın dilini bilir yazar. İnsana dair öykülerdir, bir göle taş atmak, bir kuyuya haykırmak, arka arkaya ve sürekli, duya duya duymaz olan kahramanlar, yıldızları bile taş kesilmiş gökyüzü, birbirini tanımayan insanların benzer öyküleri, aynı yol üzerinde yaşayan, nefesi göl kokan kadınlar, beklemenin bütün yollarını bilen taşra insanları, öykülerinden sadece birer kesittir Durmaz’ın. Okur yola bakar ve hikâyeler o yollarda geçer. Durmaz, parçalanmış zihinleri köye taşır. İç sesler, iç hesaplar. Kimi zaman yol üstünde, kimi zaman bir kaya başında, kimi zaman da yer sofrasında. Kadınların zihninin içinde bulur okur kendini çünkü kadınlar suskundur Anadolu coğrafyasında. Yazar bizi alır, bozkırın ortasındaki bir dile götürür. Bu dili anlamak aslında öyküleri anlamaktır. İlk bakışta yalın bir dil kullandığı düşünülebilir yazarın. Ama sözcüklerin derinine inmek gerekir. Belki de o dille hemhal olmalı kişi. Kimi zaman sözü diriltir yazar. Bu dili anlamak için yolunun bir kez olsun taşraya düşmesi gerekir insanın. Aslına sadık kalır öykülerin. Taşra insanını anlatıcı zihninden konuştursa bile. Metnin içine işlemiştir öykü kişilerinin dili. Hayalperest değildir bu dil. Birkaç örnek: Epritmek, bozarmak, alazlanmak, öğütmek, işmar etmek, ip eğirmek.
Taşra insanının bilincine girmek
Yazar kimi öykülerinde toplumcu-gerçekçi edebiyatımıza yakın bir yerde durur. Gerek tema gerekse dil zenginliği açısından Bekir Yıldız ile yakınlık kurulabilir. Taşra yaşamı, ataerkil erk, kadının toplumdaki yeri gibi konular Bekir Yıldız’ın Kara Vagon adlı öykü kitabındaki öykülerin de temel çatışmalarıdır. Ağırlıklı olarak Güneydoğu’yu anlatan Yıldız, Kara Vagon adlı yapıtında bize bu coğrafyayı çizer. Birbirine benzeyen, sıradan hayatların öykülerini tüm gerçekliğiyle anlatır. Bunu yaparken söz varlığını zenginleştirir yeni yeni kelimeler ekler öykü evrenine. Okudukça içine çeken, genişleyen bir dil yaratır. Durmaz ise öykü evreninde, taşra insanlarının bilincine girer. Kadınların zihninin içinde bulur okur kendini. Kadınların hezeyanlarına büyük yer verir yazar. Kadın odaklı bakış açısıyla yaratıcı tekniklerle ilerler öyküleri. Tekinsizdir. Okur daima tetiktedir.
“Taş, kalp diye arifin göğüs boşluğuna yerleşti.” (s. 19)
Öykülerde mekân taşradır. Anadolu’da herhangi bir kent. Herhangi bir köy. Birçok öykü yersiz yurtsuzdur. Ama bir o kadar da bellidir yeri yurdu. Geceleri kadınların pencereden bakmalarının uğursuzluk sayıldığı uzak Anadolu kentleri, taşlanan kadınlar, çocukların sessizliği. Taş suskusuna taş yarasını ekler yazar. Gözleşen, ciğerleşen, gelincikleşen yaralar. Yanlış inançlar, kökleşmiş gelenekler ve kanlı bir yara üzerine kurulan öykülerdir.
Uzaktaki sese kulak verir Durmaz çünkü: Her orman hikâyesini kendisi anlatır. Sesleri dinleyen yazar doğanın dilini çözer. Rüzgârın, taşın, kumun, gölün.
Kuş. İkinci bölümdür. Aslında ruhun çeşitli hallerini işaret eder. Uçar ve kimi zaman da cesedine uzaktan bakar. Kuş, uçmak sözcüğü ile eştir. İnsanlığını unutup kendini kuş sanan kişilerin kaderi, beden ise bir kafestir çoğu zaman.
Zaman zaman içinde
Göl bölümü üçüncü bölümdür. Fotoğrafsız. Bakınca tüm öyküyü anlatan. Katman katman açılır göle atılan taş. Suda halkalar oluşturur. Genişleyen öyküler. Son halka en büyük olanıdır. Kapsar diğerlerini. Son öykü gibi. Öyküyü okumak gölü izlemektir. Fakat yazar gölün üstündekilerle değil de altındakilerle ilgilidir daha çok. Tortullarla. Bu nedenle intihar bu bölümde ağırlıklı tema olarak karışımıza çıkar. Gölün içinde kaybolmuş hayatlar.
İnsanın karanlık yaratılışının şiirsel anlatımı vardır. Okurun okuduğu aslında bir cinayettir, tecavüzdür, intihardır. Okur bunu unutur ve vurucu sonlara sürüklenir, sözcükleri taşır. Her adımda farklı bir sözcük yüklenir.
Öykülerin şaşırtıcı sonları ve sonlarda bıraktığı boşluklar okuru yazar olma duygusuna sürükler. Ve okur da öykülerin ortak yazarı olur. Öyküler aslında bir şekilde yazmak eyleminin içinden geçen yaşamları anlatır. Akşit Göktürk’ün dediği gibi. Yazından kaçış yoktur. Yazar olarak olmadı okur olarak, olmadı bir kahraman, dekor, figür. Özne ya da nesne olarak yazına dâhil olursun. Bu kimi zaman bir köylü kadın, sokaktan geçen bir adam, tüpçü, fırıncı, nalbur, deli ya da yaşlı.
Berna Durmaz anlattığı öykülerle adeta görünmeyeni görünür kılar, suskunlukları dile getirir, o kayaların dilini çözen bir yazardır. Acısı da buradan gelir, suskunluğu da. Göle düşen, kum yutan kadınlar, kanatlanan ruhlar, saat kulesinden düşen keşiş.
“Kayalar bile kaya gibi değildi. Esasında bir sözü vardı. Ama bunca söz varken suskundu.”
“Sana gitmenin mümkün olmadığını anlatabilseydim”
Çok acı anlatınca yazar susar ve gerisini getirmez öykünün. Çünkü küçük acılar değil ama büyük acılar dilsizdir. Zaman kavramı farklı işler taşrada. Günler haftalar birbirinin aynısıdır. Kelimeler mecalsizdir. Yorgun düşer. Zaman uzar. Sözcükler ağdalaşır, bulaşır.
Sonunda zamansız bir yerde durur ya da hep aynı zamanda. "Göç" adlı öyküdeki keşiş Ömer Kavur’un 1997 yapımı Akrebin Yolculuğu adlı filmdeki saat tamircisini hatırlatır. Saat kulesindeki bozuk saati onarmaya gelen gezgin saatçi kulenin sahibinin eşi Esra’ya âşık olur. Film saat tamircisinin vurulup tekrar kasabaya bir başkası olarak dönmesiyle sonlanır. Aslında kasabada hep aynı zaman yaşanır. Esra buradan uzaklaşamaz. "Sana gitmenin mümkün olmadığını anlatabilseydim” der. Başka bir yerde saat tamircisi “Niye niye kaybolup gidiyor her şey” der.
Bu film aslında öykülerin geneline yayılan ölümü, yaşamı, zamanı ve varlığı sorgulaması yönüyle dikkate değerdir. Filmde dikkate değer bir başka nokta da göldür. Oyunlar gölde oynanır. Gölün dibi tortuldur. Kayıplar gölde bulunur. Cinayetler orada işlenir. Ama göl hep sessizdir. Çünkü göl durgun sudur.
Son bölümde birbirinin içinden geçen öyküler yer alır. Un, Peri, demir yolu, tren, göl. Göl ve rüya teması yan yana gider. Gölün dibine çöken tortullar yol alırken, uyku halini yansıtır. Gölün sessizliğinin uyku halidir. Son öyküler aslında bir intiharı anlatır. Cinayet gibi bir intihar. Öyküler arasında dolaşan bir perinin intiharını farklı açılardan sunar. Ortak yan Peri’nin ölümüdür öykülerde. Anlatıcı Servet, bir oda dolusu erkek hiç kimsenin gücü yetmez Peri’yi kurtarmaya. Bütün öyküler aynı sonla biter. Peri’nin kaderi değişmez. Çünkü Peri’nin kaderi binlerin kaderidir. Göl kıyısında öyküler uyduran Peri ölür, bunca anlatılandan sonra söyleyecek söz kalmaz. Bu belki de ilham perisinin ölümüdür. Kalem kırılır, Peri ölür, kitap biter.