Ömürlük Zamanın İzinde

Tuğçe Ayteş
Bellek zamanın bütün olarak anlaşılmasına yardım edecektir ama karakterler zamanı dışsal, parçalı algıladıkları için bellekten çekip aldıkları anlar, anılar bölük pörçük kalır. O yüzden karakterler hep sürüncemede, boşlukta, sıkıntı içindedir ve ömürlerini tamamlayıp bu dünyadan göçüp gitmeyi beklerler. Dolayısıyla özgürlükleri en kısıtlı halindedir, intihar olasılık dâhilinde değildir ve kendi hayatlarında, karakterlerinde değişiklik yapamayacak kadar edilgenlerdir.


Şule Gürbüz’ün “Zamanın Farkında” kitabına Henri Bergson’un zaman anlayışıyla yaklaşmak…


Kısaltmalar: Şule Gürbüz (ŞG), Henri Bergson (HB), Müzik Hocası (MH), Cansın (C), Mezarlıktan Geçiş (MG), Mutfak (M), Zamanın Farkında (ZF)

İçsel ve Dışsal Zaman

Şule Gürbüz zamanla haşır neşir bir yazar. Sadece yazınsal anlamda değil yaşamında da öyle. Bir saat ustasının yanına gidiyor ve saat yapımının inceliklerini öğreniyor. Kendisi hala mekanik saat ustası. Bu açıdan, saatlerle, onların mekaniğiyle, incelikleriyle uğraşan bir kişinin bu süreçte yazdığı ilk kitabının adının Zamanın Farkında olması çok anlamlı (ilk yazdığı kitap değil, Kambur bambaşka bir hikaye).

Zaman ve zamanın farkındalığı filozoflar tarafından da ilgi çeken, dolayısıyla çeşitli görüşleri de beraberinde getiren bir konu. En temel tartışmalardan biri: Zaman geçmiş, bugün ve gelecekten mi oluşur yoksa tek bir zaman mı vardır? Bu soruların yanıtlarını burada yanıtlamak mümkün değil. Ama konu Şule Gürbüz’ken şu soruyu sorabiliriz: Zamanın Farkında’daki öykü karakterleri zamanın hangi yönden farkında?
Bu soruyu cevaplamak için zaman felsefesinde ismi sıkça anılan Henri Bergson’un yardımına başvurarak karşılaştırmalı bir okuma yapmaya çalışacağım. (Henri Bergson çevirileri bana ait.)

Henri Bergson kendinden sonraki birçok filozofu etkilemiş bir isim. Ondan etkilenenler arasında Gilles Deleuze, Maurice Merleau-Ponty ve Emmanuel Lévinas; onu eleştirenler arasında Bertrand Russell, Ludwig Wittgenstein, Martin Heidegger, Maurice Blanchot ve daha birçokları bulunuyor. Edmund Husserl’den sonra fenomenolojiye çok şey ekliyor. Bergson’un zamanla ilgili görüşleri etkileyici ve ufuk açıcı.
Bergson, zamanın bütün olduğunu savunan taraftadır ama zamanı onu algılama biçimimize göre ikiye ayırır: dışsal zaman ve içsel zaman. Dışsal zaman materyalist, matematiksel, bilimsel, nesnel zaman, saatlerde, takvimlerde gördüğümüz zamandır. Bilimsel zaman heterojen birimlerden oluşmuştur: saniyeler, dakikalar, günler, haftalar, aylar, yıllar, vb. Bunlar ölçülebilir ve hesaplanabilir.

İçsel, psikolojik, deneyimlediğimiz zaman özneldir, görelidir. Deneyimlediğimiz zaman organik, bütünsel ve bölünmez sürekli bir parçadır. Bergson buna süre adını verir ve zamanı tek bir parça olarak duyulması gereken bir melodiyle kıyaslar. Başka bir deyişle zaman sürekli bir deneyim akışıdır: Geçmiş ve geleceği tam da bugünde yaşarız. “Süreklilik olarak zaman tam da hakikat anlayışımız için gereklidir,” der Bertrand Russell. Dahası, zaman yaşamın gerçek bir anlayışı için gereklidir ki Bergson bunu “saf yaratıcı yaşam”a eş tutar.

Şule Gürbüz’ün karakterleri içsel zamanı, yılları çok uzun yaşadıklarını vurgularlar ama bunun için dışsal zamandan yararlanırlar. Gençlikte önlerindeki engin yaşam onları heyecanlandırırken şimdi sadece vakitlerini doldurmak isterler. Tek genç karakter Cansın bile adeta erken yaşlanmıştır. “Otuz yedi yaşıma geldiğimde…” (MH); “Kırk iki yaş beni ürkütmüyor ama…” (MH); “Kırk dört yaşımdayım.” (MH); “Şimdi düşünüyorum da on sekiz yaşında olsam…” (MH); “Elli iki yaşındayım.” (MH); “…tam yirmi dört yıl geçti. Yirmi dördüncü yaşını daha geçenlerde kutladı. Ocakın 21’i miydi 22’si miydi, her neyse…” (C); “Henüz on üç yaşındaki Leylâ…” (MG); “Yirmi iki-yirmi üç yaşına geldiğinde…” (MG) “Leylâ’nın on üç yaşında iken yüz yıllar var sandığı yirmi iki-yirmi üç yaşı geldi de, geçti.” (MG); “Otuz beş yaşına doğru heyecanlanmaya başladı.” (MG); “Bugün doğum günüydü. Duvardaki takvimden o günkü sayfayı kopardı.” (M); “Doğum günü elli altı yaşı mı kalbini sıkıştırıyordu…” (M)

Sadece “Zamanın Farkında” öyküsünün anlatıcısı Aslan Bey diğer karakterlerden biraz farklı konumdadır. İçsel zamanını bağdaştıramasa da hakikati görmek istediği yöne çeker, sürekli yalan söyler ama daha bilinçli bir içsel yolculuk yaşar. “Bu masada sanki otuz dokuz yaşın otuzunu bıraktım, dokuz yaşında kaldım.”(ZF); “Otuz dokuz yaşımda… Elli sene önce….” (ZF); “…yetmiş iki sanılan altmış bir yaşımda…” (ZF)

"Ben Aslan, yetmiş iki yaşındayım. Beni yirmi üç yaşımdayken yirmi, yirmi beş yaşımdayken yirmi iki, otuz beş yaşımdayken yirmi sekiz, kırk yaşımdayken otuz dört, kırk altı yaşımdayken otuz sekiz, elli beş yaşımdayken kırk iki, altmış yaşımdayken elli bir, altmış beş yaşımdayken elli beş, yetmiş yaşımdayken elli dokuz bilirlerdi; ben öyle söylerdim. Şimdi de yetmiş iki yaşımdayken altmış bir yaşıma geldim diyorum." (ZF)

Sezgi

Bergson, dışsal zamanın us ile anlaşılabileceğini ama içsel zamana sezgi ile ulaşılabileceğini belirtir. Bergson’a göre iki tür algı vardır: Ussal ve sezgisel. Us, gerçekte sürekli bir oluş akışı olan bölen ayrımın failidir. Dolayısıyla, Bergson kavramsal algıyla hakikate ulaşamayacağımızı savunur çünkü tamamen mantıksal biçimiyle düşünce yaşamın gerçek doğasını temsil etme yeteneğine sahip değildir. Us, hakikati kavrayabilmek için parçalara bölmek zorundadır.
Bergson’un içgüdü dediği sezgiyse tarafsız ve kendinin farkındadır, kendi nesnesi üstüne derinlemesine eğilip onu sonsuza dek genişletebilir. Sezgi, “kendinden dışarı adım atar ve atıl maddenin kullanımı için emilir.” Bergson’un kendinden dışarı adım atmakla kastettiği, “sempati” adını verdiği şeydir, kendimizi başkalarının yerine koymaktır. Bunu beceremeyenler keder ve acıyı tadarlar.

"Keder, geçmişe doğru yüzünü dönmekten, duygularımızla fikirlerimizin fakirleşmesinden başka bir şey olmadan başlar, sanki her biri dışarı çok az şey veren küçüklüğün içine tamamen kapanmıştır, sanki gelecek bir yerlerde durdurulmuştur. Bu, her yeni talihsizlik, mücadelenin yararsızlığını daha iyi anlamamızı sağlayarak bize acı bir keyif verirken seri bir başarısızlık izlenimiyle, hiçliği arzulama etkisiyle sonlanır." (HB)

Şule Gürbüz’ün karakterleri bu sezgi kısmında bocalarlar, kendilerinden dışarı adım atamazlar ve dolayısıyla kendilerini derin bir boşluk içinde bulurlar. Boşluk, yalnızlık, sakatlık, sıkıntı, ıstırap, acı, yersiz yurtsuzluk, isteksizlik, çile, yük, boşa geçme karakterlerin sık sık kullandığı sözcüklerdendir.

Ama bir yandan da nefes alışverişler bir türlü bitmiyor. Bu ıstırap bitmiyor. Her soluk alıp veriş bir umutsuzluk da diyemem, hatta öyle ki umutsuzluk hayatın belki yüzde yirmisi, ama ne var ki gerisi de bana kalan değil, hiçbir şey değil, uzun, sıkıcı, utandırıcı bir rüya. Bazen özellikle geceleri otururken aniden kendimi, odamı, adımı… yadırgıyorum. Bir yabancılık, adeta tamamı ile hikâye okur gibi bir his duyuyorum, ama okuyanı anlamıyorum. Kapıya, eşyalara… bakıyorum; hepsi tanıdık ama başka bir şeyin dekoru gibi geliyor. Adımı tekrarlayıp duruyorum ve sanki kendimi her şey bitmiş de geçici kimliği, geçici mekânı, güdük eşyaları ile hükmü bekler buluyorum. O zaman kendime baktığımda bomboş bir uzantı, evet, kendimi önümde uzanmış bir boşluk olarak görüyorum. (MH)
Karakterler asılı kalmıştır, ne yaşamaya tahammülleri vardır ne de intihar edip bu işkenceye son verme cesaretleri… “Allah korusun, kendimi atamam artık. Yetmiş yedi yaşında intihar eden Zweig mı olayım? O işler yirmi-yirmi beş yaşın, bilemedin otuz yaşın işleri.” (MH)

Karakterler içsel zamanlarını sezgi yoluyla keşfedememelerinden dolayı yaşamlarının kaplumbağa adımlarıyla geçtiğini hissederler, yılları sayarken bol bol gençlik anılarını hatırlarlar. Kendilerinden başka ilgi alanları olmadığı için yaşayıp tüketmeye çalıştıkları ömür kat kat daha fazla ağırlaşır. “Acının şiddetini ona ilgi duyan organizmanın büyük ya da küçük parçasına göre hesaplarız,” der Henri Bergson. Şöyle ekler:

"Böylece saatin tik takı geceleyin daha sesli duyulabilir çünkü duygulardan ve fikirlerden neredeyse yoksun olan bilinci kolayca tekeline alır. Anlamadığımız bir dilde birbirleriyle konuşan yabancılar bize çok yüksek sesle konuşuyormuş gibi gelirler çünkü sözcükleri zihnimizde hiçbir fikir uyandırmaz, böylece bir tür ussal sessizliği bölüp dikkatimizi gece tik tak eden bir saat gibi tekellerine alırlar." (HB)

“Müzik Hocası” öyküsünde karakter bu acıyı, ıstırabı açıkça dile getirir:

"Benim şimdiki halim böyle. Gözleri acıtan bir ıstırap, uzun, görünmeyen bir ağlamadan ve uykusuzluktan sabah ve öğlene doğru da inadına keskin, yakıcı bir güneşin alnımın çatına değdiği ve hiç açısını değiştirmediği bir zamanda yolculuk etmek ve etrafa, o her şeyden ama her şeyden habersiz kalabalığa bakmak, gözlerini kısarak bakmak. Birbiri ardına geçen görüntüler, hareketler, uçuşan sözler, kendini bir trende hissetmek gittikçe hızlanmak ve bulanıklık, biraz gözlerin iyice yanması ve sulanması, biraz başka şeyler. Geçmişimin benden adeta kaçarak uzaklaşması. Tuhaf ama mecbur kaldım, memnun değildim asla, ama sanki büsbütün yersiz yurtsuz ve meyus kaldım."*

Bellek

Bellek, Bergson’un zaman anlayışında önemli bir yer tutar. Bergson’a göre bellek, “zihin ve maddenin kesişimidir.” Russell bunu “geçmiş gelecekte yaşar,” diye belirtir. Bellek olmadan algı, “saf algı, en düşük zihin derecesidir”. Mekanik bir süreç olan algı eylemini yapım veya yeniden yapım süreci, “dokunulan, içine girilen, yaşanan” organik bir süreç haline getiren bellektir. Ayrıca bellek, şeylerin ayrı anlık algısını da reddeder ve sonsuz algı anlarını bağlayıp birleştirir. “Dışımızda yalnızca uzamı buluruz, ardından nesnel olarak adıl olduklarını söyleyemeyeceğimiz eşzamanlılıklardan başka bir şey bulamayız çünkü ardıllık ancak bugünü geçmişle karşılaştırarak düşünülebilir.”

Bergson belleği de ikiye ayırır: Organizmanın bedeninin o anki duruma uyum sağlamasına önayak olan duyusal bir motor mekanizması ve kişinin yalnızca kendinin sahip olduğu, geçmiş olayları bellek imgeleri halinde kaydeden ve tamamen tinsel olan “saf bellek”. Kişiliğimizi şekillendiren ve düşüncelerimizle eylemlerimizin desteklerini oluşturan (ve Zamanın Farkında karakterlerinde tanık olduğumuz) ikinci bellektir. “Zamanın Farkında” öyküsündeki Aslan Bey tam da bunu sorgular aslında: “Zaman hafızada biriken ve arandığında orada, sadece orada bulunan mı? Unutulmamak birinin, bir şeyin hafızasına nakşolmak mı, unutulup anılmadığında bu tümden kayıp mı?” (ZF) Karakterler sürekli geçmişi düşünürler, gelecekte bir şeyler olmasını umdukları zamanları hatırlarlar ama hayal ettikleri hiçbir şeyin olmadığı gelecekte anıların vakit doldurmaktan başka işlevi kalmamış gibidir.

Bellek, benlik ve kimlik birliğini sağlamak için de gereklidir. Benlik büyür ve değişir; Bergson’a göre, “bugüne geçmişten bir şey ileten” ve benliğe bütünlüğüyle gerçek kimliğini veren bellektir. Benlik, kimlik ve özgürlüğünü bellek veya hatırlamayla kazanır çünkü Bergson’a göre, bellek “tek bir sezgiyle birçok süre anını kavramamızı sağlayarak” gereklilik ve madde yasalarına meydan okur. Bergson, benliğin zamansallık ve süresini de bellek yoluyla koruduğunu ileri sürer çünkü “bellek sayesinde kendimizi sürekli yeniden yaratırız.” Karakterlerin belleği Bergson’un “saf bellek” tanımına uyar ama karakterler sezgiden ve sempatiden uzak oldukları için bir kısırdöngü içinde debelenirler ve kendilerini sürekli yaratmaktan mahrum kalırlar, tersine sürekli tekrarlarlar. Bunun yine farkında olan Aslan Bey’dir: “Çocuk sıkıntılı, çekingen, geride, gözleri gizli bir kederle gölgeli, hayatından memnun olmayan ama bunu değiştirmeyecek biriydi. Sadece gerçeği değiştirmeye çalışıyor, bu nedenle sadece yalan söylüyordu.” (ZF) Hakikatin değiştirme çabasıyla yalana başvurur ama değiştirilemeyeceğine dair inancı derinleştikçe yalanı yaşam biçimi haline getirir.

Özgürlük

Özgürlük aslında bu yazının amacını aşan bir konu ama Bergson’un zaman ve bellek anlayışından sonra özgürlük hakkında söylediklerinden bahsetmek, Şule Gürbüz’ün karakterlerinin kendilerini ömür süreleri içine ne kadar hapsolmuş olduğu hakkında fikir verebilir. “İnsan en zıddına giden şey başına gelmeden bu dünyadan gitmezmiş, gidemezmiş. Doğru; müzik hocası oldum. İçimde sevince benzer bir kıpırtıya da bu sebep oluyor. Acaba bu hal dünyadan gitme vaktimin de yaklaştığını mı müjdeliyor?” (MH); “Şimdi yılın kaç olduğu önemsiz, kaç yıl kaldığını ben de bilmiyorum. Zaten kalan yıl değil, çekeceklerin bitmesi. Çekecekten kastım; anlayacaklar, anlamak zorunda olunanlar.” (C)

Henri Bergson şöyle der: “…özgürlük, kökten özgürlükçü felsefenin savunduğu üzere mutlak değildir: Derece kabul eder.” Sonra ekler: “Temel benliğin içinde, ötekinin sınırlarını sürekli aşan bir asalak kimlik bulunur. Birçok kişi böyle bir yaşam sürer ve gerçek özgürlüğü bilmeden ölürler.” Şule Gürbüz’ün karakterlerini konuşturan da bu asalak kimliktir. “Dünyanın, yaşadığımın farkında değildim. Dahası bu mest olma sonucu bir kayboluş değildi, ne olmaya çalıştığımı da hatırlamıyorum, sadece sisler içinde bir zaman ve onun müziği.” (MH) Asalak kimliklerinin etkisindeki karakterler kendilerini değiştirmek yerine zamanlarının bir yerde duracağı ana kadar beklemeyi yeğlerler.
Bergson’un suçu zamana, daha genel olarak dış koşullara atan karakterlere bir karşılığı olabilir:  “[Hislerimize ve fikirlerimize] geri dönersek ve belleğimizi dikkatle incelersek o fikirleri kendimizin şekillendirdiğini, bu hisleri kendilerimizin yaşadığını ama her yüzeye çıktıklarında irademizi uygulamaya karşı tuhaf bir isteksizlikle onları ruhumuzun karanlık derinliklerine attığımızı göreceğiz.” Bergson’un, belirlenimciliğe düşmemek için özgürlüğün tanımını vermekten kaçındığını burada belirtmek gerekir. Bergson’a göre, özgürlüğü tercüme edilemeyeceği bir lisanda ifade edemeyiz.

Lisan

Yine konuyla direkt alakalı olmayan ama Şule Gürbüz’ün edebi eserini incelerken değinilebilecek bir konu da lisandır. Bergson, lisan konusuna çok fazla eğilmese de “edebi yaratımın doğal yaratıma benzediğinin” farkındadır. “İzlenimlerimizi lisanda ifade etmek için onları içgüdüsel olarak pekiştirmeye eğilimliyizdir.” Şöyle ilave eder:

"Bireysel bilinçlilik hiçbir yerde hislerimizde olduğu kadar çarpıcı değildir. Şiddetli bir aşk veya derin bir melankoli ruhumuzu ele geçirir: Burada, kesin hatları olmadan, kendilerini birbirlerine ilişkili olarak dışsallaştırmaya dair en ufak bir eğilimleri olmadan, birbirlerinde çözülen birbirlerinin içine geçen binlerce farklı unsur hissederiz, benzersizlikleri bu yüzdendir. …

Ama lisan, bu [farklı duygu] durumları her seferinde aynı sözcüklerle ifade eder: O yüzden sevgi, nefret ve ruhu karıştıran binlerce duygunun nesnel ve kişiden bağımsız yönünü tasarlayabilir. Bir romancının yeteneğini genel alandan çıktığı, lisanın aşağı indirdiği, ayrıntıya ayrıntı ekleyerek hislerin ve fikirlerin benzersizliğini ve yaşayan bireyselliklerini korumaya çabaladığı kuvvetle değerlendiririz. …ruhumuzun deneyimlediklerini tamamen tercüme edemeyiz: Zihin ve lisan arasında ortak bir ölçüt yoktur." (HB)

“Zamanın Farkında”nın karakterleri benzer sözcüklerle benzer ruh hallerini anlatmaya çalışırlar. Ama hepsinin hissettikleri, deneyimledikleri birbirinden farklıdır. “Belli, ne olduğunu bilmediğimiz ama hele dar zamanda hele en anlamadığımız zamanlarda dilimizin altına yuva yapmış bir yılan gibi çıkarıp işini gördürüp yerine sakladığımız kelimelerimiz, cümlelerimiz var.” (MH) Müzik Hocası, Cansın, Leylâ, Aslan Bey… Hepsi hapsolmuşluk hislerinde kendilerini ifade etmek için çırpınırlar. Belki de bu yüzdendir konuşkanlıkları, sayfalara sığmayan monologları…

Sonuç

Zaman akıp gider, kişiye hızlı da yavaş da gelse akıp gider. Zamanın evrensel bir özelliği daha vardır: Geri döndürülemez. “Geç kalmak, değiştirememek; ne acı, bakın içim kasılıyor.” (ZF) Henri Bergson, “Burada süre, kesinlikle bir neden gibi davranıyor gibi görünür ve belli bir zaman sonunda şeyleri yerlerine geri koymak fikri bir tür saçmalık içerir çünkü böyle bir geri dönme, yaşayan bir varlık durumunda asla gerçekleştirilememiştir,” diye belirterek zamanın sadece ileriye doğru aktığını destekler. Karakterlerden kendini en iyi ifade edebilen Aslan Bey hızla akıp giden zamana erişememeyi, eriştiğini fark ettiğinde her şeyin zaten geride kalmasını şöyle anlatır:

"Yetmiş adım mı yetmiş sene mi yakın bilmiyorum; yetmiş adımı ben yetmiş senede alabildim mi hiç sanmıyorum. Mesafelerin farkında değilim. Mesafelere düşünce mani. Bir an hissettim ki ben körü yederken otuz beşinci, kırkıncı adımda kırk yıllık mesafe bıraktım ardımda. Ama bunu duymak beni elli yıl geriye attı. Zaman bir şeyleri anlama mesafesi ise anladıkça fark ediyorum ki yaklaşıyorum, ama her anladığımda da mesafe açılıp erişilmez bir uzaklığa kaçıyor ve bana bir yakınlık duyurup uzaklığı veriyor. Ama zamanın ve mesafelerin farkına varacakken benden aniden uzaklaşmaları, beni fırlatıp atmaları, önce yakınlığı bulmamı öğütlüyor biliyorum, bu kadarını biliyorum, fazlasını da biliyorum ama yapamıyorum. Hiçbir şey yapamıyorum." (ZF)

“Zamanın Farkında”daki zaman kavramı, Bergson’un zaman kavramıyla paralel görünür. Ama Bergson zaman hakkında ideal anlayışı sunarken karakterler o ideali yakalayamamaktan dolayı sıkıntılıdırlar. Bergson’a göre, zaman dışsal ve içsel zaman diye farklılık gösterir. İçsel zamana erişmenin yolu sezgiyle içsel zamana ulaşmaktır. Ama bunun için kişinin kendinden dışarı çıkabilmesi gerekir. Karakterler hep kendi içlerindedirler, varsa yoksa kendileridir. Bellek zamanın bütün olarak anlaşılmasına yardım edecektir ama karakterler zamanı dışsal, parçalı algıladıkları için bellekten çekip aldıkları anlar, anılar bölük pörçük kalır. O yüzden karakterler hep sürüncemede, boşlukta, sıkıntı içindedir ve ömürlerini tamamlayıp bu dünyadan göçüp gitmeyi beklerler. Dolayısıyla özgürlükleri en kısıtlı halindedir, intihar olasılık dahilinde değildir ve kendi hayatlarında, karakterlerinde değişiklik yapamayacak kadar edilgenlerdir. Kendi öznel deneyimlerini benzer sözcüklerle ifade ederek çıkarlar karşımıza. Kitabın adının aksine, ironik bir şekilde, karakterler aslında zamanın farkına varamamışlardır.
Zamanın akışına kapılmadan önce son kez Aslan Bey’e kulak verelim:

“Hele yetmiş iki yaşında insanın işi gücü, annesi, babası, çocukluğu ve dut ağacının altı oluyorsa, aralamayın yaprakları, her şeyi de görmeyin, hatırlıyorum, aslında, zamanın farkındayım.” (ZF)

*“Cansın” öyküsüne konuk olan Bacon da benzer ifadeler kullanır: “Zaman ıstırap demek, ıstırabı çok çekmeyeyim diye her şeyin üzerinden en ağırlığıyla geçişine göz yummak, sessiz kalabilmek, gördüklerini görmek ama sadece görmek demek. Zaman, bir algının acısından ve yetersizliğinden başka ve daha derin bir algının acısına uzanan yoldaki yolcunun mevcudiyeti demek, yürüyen, önünü görmeyen, görmesinin imkânı olmayan demek. Önüne çıkanı değerlendiren ama ne çıktığını o gözden kaybolduktan sonra anlayan demek.”

 

Kaynaklar

1. Şule Gürbüz, Zamanın Farkında, İletişim Yayınları, 2012.
2. Henri Bergson, Time and Free Will: An Essay on the Immediate Data of Consciousness, translated by F. L. Pogson, M. A. London: George Allen and Unwin, 1910.
3. Fazel Asadi Amjad, Temporality and Intuitive Perception in Woolf’s Fiction: A Bergsonian Reading, 2011.
4. http://plato.stanford.edu/entries/bergson/