Müntehir'in Ölümüne Reddiye: Bir Metin Akbaş Kitabı

Ramazan Parladar
Belki yadırgatıcı gelebilir ama ben intiharı “sahicilik” kavramıyla birlikte düşünüyorum. İntiharın esriten cazibesine gövdesini yaslayabilen olabileceği gibi, iç dünyasında bastırılamayacak kertede dönenip duran, hiçbir gerekçeye indirgenemeyecek, haklılığı kendinden menkul intiharlar da olabilir. Onu haklı kılan, o yok edilemeyen şeydir. O şeyin eleştiri konusu haline getirilmesi saçmadır.

I.

90’lı yılların ortaları, benim şiire dair ciddi düşünceler taşımaya başladığım ilk yıllar. Ağustos 96’da ilk sayısı yayımlanan Yediharf dergisinin ilk dört sayısında ilk şiir ve yazılarımı yayımlama cesaretini gösteriyorum. Derginin asıl yükünü çekenler Mehmet Uçar ve Mustafa İbakorkmaz. Benle birlikte İ. C. Akimi, M. Bülent Doğan, Mehtap Kayhan gibi arkadaşlar da daha mütevazı çabalarla derginin harcına emeklerini katıyorlar. Kayseri’deki şiir-edebiyat çevremiz küçük, ama bu adlarla sınırlı değil. Dergiye ürünleriyle katılan Doğan Kılıçkaya, Özlem Aslan gibi arkadaşlarla da görüşüp konuşuyoruz. Öte taraftan, Kayseri’de sayı olarak yirmilere ulaşmış bir Eşik dergisi var. Ancak, bizim Yediharf’in ilk sayısının çıkışından iki ay kadar sonra Eşik, 23. sayısıyla kapanıyor. Bir süre önce tanıştığım ve kısa bir süre içerisinde de bir dergi serüveni ile arkadaşlığımı pekiştirdiğim Yediharf çevresinden sonra, aynı dönemde kapanışına tanık olduğum Eşik’e emek verenleri de tanımaya başlıyorum. Önce Halim Şafak, sonrasında İbrahim Berksoy, Emin Akdamar, Ahmet Ada, vs. Son çıkan iki sayısını güncel olarak izlediğim Eşik dergisinin önceden çıkan birkaç sayısını da (2, 3, 4 ve 6. sayılar) sanırım Halim Şafak’tan ediniyorum. Bu ilk sayıların künyesinde bir ad var; danışma kurulunu oluşturan üç addan birincisi: Metin Akbaş. İlk elime aldığım Eşik, birleştirilmiş olarak çıkan 21-22. sayı. Bu sayının karton kapağını açtığımda gözüme ilk takılan ad da aynıydı: Metin Akbaş. “Açılır-Kapanır” bir parantez içerisinde doğum ve ölüm tarihleri. Altında, “Beşir Fuad ki” adlı o kısa şiir. Aynı sayfanın biraz yukarısında, “Aramızdan ayrılışının 3. yılında Metin Akbaş abimizi saygıyla, sevgiyle ve özlemle anıyoruz. Anısı önünde saygı ile eğiliyoruz…” yazıyor. Beni, tanışma, tanıma imkânına sahip olamadığım Metin Akbaş’la ilk buluşturan sayfa işte burası. Beşir Fuad’a, bir müntehire yazılan bu şiir, beni ürperten, tedirgin eden ilk şiirlerden. Beşir Fuad’a, “Pirim benim” dediği, “Topal izdeşim” diye tamamladığı bu kısa şiirin, Metin Akbaş’ın elini hiç bırakmadığını ve en sonunda onu kendi izdeşi kıldığını şiiri okuyan hemen herkes hissetmiş olmalı.
Benim açımdan bu bir ilk deneyimdi. Bir metin nasıl sahibinin gölgesi olur, kendini var edenle nasıl boğuşur, nasıl kendinde kaybeder; bunu ilk kez görmüştüm. Metin Akbaş’ın durmadan şöyle dediğini yazıyor M. Hacıterzioğlu: “ Ben yıllardır gölgemle döğüşüyorum. Beni aklını uçurmuş bir kaçık zannediyorlar. Aslında ben hep gölgemle döğüşüyorum. Atılmadık tımarhane ve gidilmedik akıl hastaneleri bırakmadılar bana, hepsine götürüp yıllarca sür(ün)dürdüler. Beni anlayamadılar hâlâ ve bir türlü. Ben hep söyledim, deli değilim ben, gölgemle döğüşüyorum. Yıllardır anlatamadım.” (Susku, Nisan-Mayıs 1993, sayı: 6, s. 17)
2004 veya 2005 yılı olmalı, dört-beş yıldır İstanbul’dayım. Hasnun Galip Sokağı’ındaki sahafların dışarıya yığdıkları ucuz kitaplar arasında kapağı oldukça kirli ve yıpranmış bir Eşik’le karşılaşıyorum. Ocak-Şubat 1993 tarihli 5. sayı. Bende yok; ama çok yıpranmış, üzerinde enva-i çeşit leke… Nerden bulacağım bir daha deyip alıyorum. Hasnun Galip’i kesip İstiklal’e açılan sokaklardan biri olan Sadri Alışık Sokağı’ndaki Edebiyat Koop’a damlıyorum. Gündüz, sessiz sakin bir yerdir. Bir yandan, benim Arıza dediğim Ali Rıza’yla laflayıp çayımı içerken, bir yandan da elimdeki ıslak mendille Eşik’in kirini pasını temizliyorum. Derginin üst köşesindeki leke öyle katmanlaşmış ki, o kısmı delene kadar temizlemeyi sürdürüyorum. İdare edecek kadar temizlendiğine ikna olunca da Arıza’nın muhabbetini kısıp derginin sayfalarını çevirmeye başlıyorum. Aşağı yukarı on yıl önce bir şok halinde karşılaştığım Metin Akbaş’la ikinci buluşma. Derginin ortasına gömülmüş pembe saman kâğıtlı sayfalar. Dergi içinde dergi gibi. Şöyle yazıyor:

Anma Sayısı
Metin Akbaş
(1937-1992)

Osman Numan Baranus (ki Akbaş’ın akrabası olan ilginç bir şair), Sadullah Kutluer, Abdülkadir Budak, Mehmet Uçar, Emin Akdamar ve Mustafa İbakorkmaz’ın yazıları; arada da iki sayfa boyunca Akbaş’ın beş kısa şiiri. Ne var ne yok okuyup son pembe sayfayı çevirdiğimde; bu sefer, çerçevelenmiş bir fotoğraf. Altında büyük harf ve büyük puntolarla bir ad: METİN AKBAŞ. Altında büyük harflerle yine o şiir: “BEŞİR FUAD Kİ”

Ey köksüz görk
Öksüz görkem

Ey yani Beşir Fuad
Kendinin vampiri

Yıl, sanıyorum 2009. yeniyazı’yı konuşuyoruz arkadaşlarla. Gökhan Arslan’la tanışıyorum o günlerde. Yusuf Atılgan’ın Hacırahmanlı’daki evine gidişini, evinin halini, toz toprak içerisinde bulduğu kitapları, dergileri, mektupları anlatıyor. Bu yolculuğunun hikâyesini yeniyazı’nın ilk sayısı için yazmasını istiyorum. Yazının yazılma, derginin çıkma süreci içerisinde daha sık görüşmeye başlıyoruz Gökhan’la. Bir gün, intiharın konuşulduğu (ne tesadüf!) bir etkinlik için getirdiği, benim zamanında alırız diye ihmal edip sonradan bulamadığım bir kitabı çıkarıyor tıka basa dolu çantasından: Şiirin Kesik Damarları. Hayati Baki’nin intihar eden şairlerin yaşam öyküleriyle birlikte şiirlerinden örneklere yer verdiği kitabı. Gökhan’ın elinden kaptığım gibi karıştırmaya başlıyorum. Aklımda Metin Akbaş’a ayrılan sayfalara bakmak var. Hakkında en az bilgi verilen şairlerden biri Metin Akbaş. Şöyle yazıyor: “Kayseri’de doğdu; bebekken ölümcül bir hastalığa yakalandı; gözleri bozuldu. Bir süre İÜ Hukuk Fakültesi’nde okudu. ‘İç dünyasından kaynaklanan kopmalar, uzaklaşmalar, yalnızlıkları vardı.’ İntihar etmeden önce yazdığı yazı ‘Düşünce ve Edebiyat Dünyamızda Bir Çağdaşlaşma Sorunları (Sorunsalı olacak, RP) Olarak Beşir Fuad/ Ya da Meseller Meseli’ adını taşıyordu.” Bu kısa bilginin ardından Metin Akbaş’tan birkaç şiir. En başta, “Beşir Fuad ki”.

Pirim benim
Başım gözüm üstüne

II.

Yıl, bu sefer 2012. Kesin. Bireylikler dergisinin Mayıs-Haziran 2012 tarihli 44. sayısı. Son yıllarda birçok dergide olduğu gibi kitap hediyeli. Yalnız, Bireylikler dergisinin verdiği kitap, en azından beni, duraklatacak cinsten: Metin Akbaş /“Bir Us(l)anmaz Ozan”. Kayseri’de doğmuş, Kayseri’de yaşamaya çalışmış, Kayseri’de okumuş, yazmış, bunalmış, hastalanmış, kitaplarını yakıp aynı kitapları tekrar tekrar almış, kaybolmuş, durmadan kendi gölgesiyle döğüşmüş, anlaşılamamış, göz ardı edilmiş, hızlı hızlı adımlamış sokakları, dergi çıkarmış, şiir yazmış, yayımlamış, kendini apartman boşluğuna bırakmış bir şöhretsiz (!) müntehir’in terekesi; bir avuç şiir, iki inceleme yazısı, bir günlük… Onun hakkında yazılan çizilen, söylenilenlerle çoğaltılmış sayfalar. Halim Şafak’tan (en azından) ölmüş arkadaş(lar)ına karşı (Daha önce de Emin Akdamar için bir kitap hazırlamıştı) bir vefa örneği.
Kitabın ilk bölümünde, Halim Şafak’ın önsöz niteliğindeki yazısının ardından Metin Akbaş’tan bize kalanlar yer alıyor. Bir ajandaya kaydettiği alıntı ve notları, birçoğu kısacık olan toplam yirmi şiir, biri “Şiir tanıştırdı bizi” dediği Beşir Fuad; öbürü yerel bir şair olan Bünyani üzerine yazılmış iki inceleme ve 3 Temmuz 1977 Pazar günü için yazdığı rakamla 1 günlük günlük.
Halim Şafak’ın “İlkyazı Yerine” başlıklı önsözde yazdıklarından yola çıkarsak, Metin Akbaş’ın intihar eylemini tetikleyen iki olgudan söz edilebilir. İlki, Metin Akbaş’ın okuma süreci; ikincisiyse, yüzeysel ilişkilerin ötesine geçemeyen Kayseri’deki 60’lı, 70’li yılların edebiyat ortamı. Şafak’a göre, özellikle okudukları “ne yapmışsa yapmıştır” Akbaş’a. Tanpınar, Beşir Fuad, Cemil Meriç, Oğuz Atay, Sadık Hidayet ve Kaan İnce… Defalarca yakılıp yeniden alınan kitapların kapaklarında da bu adlar yazıyordu olasılıkla.
Akbaş’ın şiirlerine gelmeden önce, Akbaş hakkında yazılanları not edeyim buraya. Yazıların büyük bölümü, daha önce belirttiğim Eşik dergisinin 5. sayısında Metin Akbaş için hazırlanan sayfalarda yer alanlar. Yine Eşik dergisinin 9-10. sayısında (yine birleştirilmiş sayı) çıkan Halim Şafak ve A.Levent Alpüren’e ait iki yazı ve Eşik dergisinin bu sefer 17. sayısında yer alan yine Halim Şafak’ın “Kutup Noktası ve Metin Akbaş” adlı yazısı da kitapta yerini almış. Bir başka grup yazı da Eşik dergisi dışında başka dergi ya da kitaplarda yer alan ve 2000’li yıllar içerisinde yazılmış olanlar. Bu yazılarsa Emir Kalkan, Halim Şafak (iki yazı daha) ve Ahmet Sıvacı’ya ait. Bu yazıların dışında, bir de bu kitap için hazırlanmış olanlar var; Hüseyin Cömert, Nermin Hastaş (Akbaş’ın kız kardeşi), Hakkı Çınar, Ertuğrul Meşe ve İbrahim Berksoy’un yazıları. Bu yazılar dışında, iki seçkide (Hayati Baki’nin Şiirin Kesik Damarları 1 ve Adem Yılmaz’ın Edebiyat ve İntihar) yer alan kısa biyografiler ve Abdülkadir Budak’ın Akbaş için yazdığı bir şiiri de yer almış kitapta. Kitap, Halim Şafak’ın “Kitabın Sonu” adlı sonyazısıyla noktalanıyor.
Tüm bu yazılanların üstünden geçerek bir değerlendirme yapmak bu yazıyı çok uzatır. Ancak, şunu söylemek gerek ki; özellikle ilk dönem yazılanların (Eşik dergisinde yer alan) birçoğunda intihar olgusuna karşı olumsuz bir bakış hâkim. Bu olumsuz bakışla Metin Akbaş’ın intiharını kızgınlıkla karşılayan yazılar bile var. İntihara karşı öfkeli ya da mesafeli daha başka adlar da biliyoruz biz; Zweig gibi, Mayakovski gibi. Biri, kitabın bir yerinde Halim Şafak’ın da hatırlattığı gibi, karısının da elinden tutup o kara çemberden geçiyor; öteki, Yesenin’in intiharının ardından, “Sürer mi ölümü / hiç insan / tebeşir tozu gibi / yanaklarına?” diye itiraz ettikten sonra o kara tozu sürüyor kendi yanaklarına. Ne yazık ki, intihar çoklukla bir güzelleme olarak konuşuluyor, yazılıyor edebiyat dünyasında. Belki de intihara karşı kimilerince takınılan olumsuz tavrın sebebi budur. Belki yadırgatıcı gelebilir ama ben intiharı “sahicilik” kavramıyla birlikte düşünüyorum. İntiharın esriten cazibesine gövdesini yaslayabilen olabileceği gibi, iç dünyasında bastırılamayacak kertede dönenip duran, hiçbir gerekçeye indirgenemeyecek, haklılığı kendinden menkul intiharlar da olabilir. Onu haklı kılan, o yok edilemeyen şeydir. O şeyin eleştiri konusu haline getirilmesi saçmadır. Çünkü o türden bir intihar karar içermez. Karar içeren yerde gidilecek en az iki yol vardır; burada ise yol yoktur. Benim sahici diye nitelediğim intiharlar da bu ikinciler. Ancak bir müntehirin ardından kim böyle bir tespitte bulunabilir ki! Bir müntehir’in şöhretine süs taşımak ya da onu suçlamak yerine abartısız bir saygıyla anmak en yerinde davranıştır bana göre.

III.

Halim Şafak, Metin Akbaş’ın okurluğunu öncelese de, Akbaş’tan bize kalan bir avuç şiir olsa da Metin Akbaş’ın bir şair olduğunun altının çizilmesi gerekiyor. Kitaptaki tüm yazılar içerisinde onun şiirine dair söylenenler birkaç satırı geçmiyor neredeyse. Yazının bu bölümünde yirmi şiirin sunduğu olanaklar ölçüsünde biraz yakından bakalım bu şiirlere.
Şafak’ın ilk yazısında işaret ettiği gibi, iki dönem söz konusu Akbaş’ın şairliğinde; 60’lı yıllarda yazdıkları ve 80 sonrasında yazdıkları. Yazılış ya da yayımlanış olarak 90’lı yılların başlarına tarihlenen şiirler, Akbaş’ın kendini hizaladığı en üst noktayı gösteren örnekler denebilir. 1980’de Hakimiyet Sanat’ta yayımlanan “Oy” adlı şiiri dikkate alırsak, 90’larda yoğunlaşan bu şiirsel evrilmenin başlangıç noktasını bu tarih olarak görebiliriz. Metin Akbaş, şiirini 80’li yıllardan itibaren dönüştürmeye başlamıştır. Kitaptaki tarihsiz kimi şiirleri (Belki o tarihsiz şiirlerden bazıları 70’li yıllara aittir) dikkate almadan söylersek, 70’li yıllardan kalan Akbaş şiiri yok. Bu da şunu düşündürüyor; 70’leri işaretleyen on yıllık süreç, Akbaş’ın şiirde arayış içinde olduğu, 60’larda yazdıklarıyla hesaplaşma içine girdiği ve bu arayışı tek şiirle de olsa sonuçlandırdığı '80 yılına kadar ya yazmadığı ya da yazdıklarından hoşnut olmadığı bir dönem.
Akbaş’ın 60’lı yıllarda kaleme aldığı şiirlerde Cumhuriyet dönemindeki hececi şiirin etkisinin fazla olduğunu söylemek gerek. Kimi şiirleri içerik bakımından tasavvuf düşüncesinden beslenmiş. Tekleme bir örnek gibi görünen “Hürriyet Marşı”, bir dönem şiiri gibi görünmesinin yanında, “İstiklal Marşı”yla yakın akrabalık gösteren söyleyiş ögeleriyle yüklü. Bu dönem yazdıklarının geneli ölçülü olmamasına rağmen, ölçülü şiire yakın duran örnekler. Dizelerin hece sayılarının birbirine yaklaşıklığı, dörtlük beşlik vs halinde öbeklenmeleri (Sone ve rubai türündeki biçimsel denemelerini katabiliriz.) Akbaş’ın bu dönemdeki şiirsel eğilimini gösterir nitelikte.
Asıl Akbaş şiiri olarak değerlendirilmesi gereken son dönem şiirleri, hem nitelik olarak, hem de genel özellikleri bakımından ilk dönem şiirlerinden çok farklı bir yerde duruyor.
Önce, dize yapısında köklü bir değişiklik gerçekleştirmiş Akbaş. Uzun, ölçülü gibi görünen dize yapısından; kısa, sözcük vurgulu bir yapıya ulaştırmış şiirini. İçten/içerden söyleyişini korumakla birlikte, daha tok bir ses de edinmiş. Ünlemlerle, seslenmelerle bezenmiş bu tok ses. İntiharın vakt-i zamanının yaklaştığı tarihlerin örnekleri olan bu şiirlerdeki bu seslenme, bu konuşma, bu mesafesizlik arzusu irdelenmeye değer doğrusu. Örnekler verelim;

Yol ayağa duranda
Hey canım
Kim yürüyebilir? (s. 42)

Heyyarumey!
Elini mi kestin abi?! (s. 47)

Hey cânım! Gel gelelim
canın canındaki cücük, inceden
üşür/müş (s. 49)

Tabii ki seslenmelere koşut olarak şiirlerde konuşma kipleri ağırlıktadır. Birkaç örnek daha:

Atım
Atım
Hadi gidek
Biz buralardan (s. 45)

-Kuzum kızım, bir su Lütfen (s. 50)

Kardeş, bak hele (s.53)

Akbaş’ın bu son dönem şiirlerinde bir yönelişi de standart dilin dışına taşıp hem yöresel söyleyişlere hem de konuşma diline özgü kullanımlara açması. Tabii, bu yöneliş de Akbaş’taki içtenlikli şiirin bir olanağı olarak görünmekte.

Yol, ayağa duranda
Hey canım! (s. 42)

Öldürallah sevmelere gidek
Çıldırık sevinçlere (s. 45)
                                  
Heyyarumey (s. 47)
                                 
Merhabayın iki gözüm ışığı (s. 49)

Akbaş’ın şiirlerini biçimsel olarak çok farklılaştırdığını belirtmiştim. Tekrar ederek söylersem; kısa, bir iki sözcükten ibaret dize yapısı bu dönem şiirlerinin tamamının biçim özelliği haline gelmiş. Buna ek olarak, kimi sözcük, bağlaç kullanımları onun şiirde biçim üzerine ciddi kafa yorduğunun işaretleriyle dolu: “Adım Met:” (s. 42)”, “Binbiriki” (s.43), “biriçimsu” (s. 45), “Öldürallah” (s. 45), “Da, / Hele bize şöyle gelir: / Zaman: Sûfî’nin çocuğu.” (s. 48), “inanol” (s. 53)
Yine bu dönem şiirlerinde yer yer alışılmış işlevlerinin dışına taşırarak da kullandığı kimi noktalamalar ve büyük harf yazımları onun şiirinin biçimsel yapısına ilave katkılar yapar.

  “Us(l)anmaz ozan” (Yunus’un bir dizesinden dönüştürme, s. 42)    

(Atımın
Adı/da
“…gazap’tır
Ben onu suvarırım
Biriçimsu pınarından
Fi tarihinden) (s. 45)

Babam TÜRKÜ 
Anam ALATURKA (s.47)                                        
                     
Düş-azmış, düşünce yazmış, körelmiş (s. 53)

Metin Akbaş’ta hemen hiç görülmeyen toplumsalcı içerik bir tarafa bırakılırsa, dize yapısıyla, sesiyle, seslenmeye dayalı söyleyişiyle bir Enver Gökçe, biraz da Ahmed Arif akrabalığından söz edilebilir. Özellikle “Şimdicik” şiiri ve genelde de kimi sözcük kullanımlarıyla çok uzaktan bir Necatigil etkisi de söz konusu. “Şimdicik” şiiri, Necatigil’in “Şairler” ve “De” gibi şiirleriyle yan yana okunursa bu etki görülebilir sanıyorum.
Ve Metin Akbaş’ın intiharından sonra bile elini bırakmayan “Beşir Fuad ki” şiiriyle iki öncülünü; Enis Batur’un “Yanlış Mesel”iyle Ahmet Oktay’ın “Beşir Fuad” şiirini yan yana okumak gerek. Bu üç şiir arasında etkilenmeden çok bir esinden ve tabii, metinlerarası bir selamlaşmadan söz etmek mümkün. Batur’un “Yanlış Mesel” adlı şiiri, “- Beşir Fuad, yanlış kardeşim benim.” (Kandil, Ada yayınları, 1981) dizesiyle biter. Oktay, “Beşir Fuad” adlı Enis Batur’a ithaf ettiği şiirinin sonunda, “Beşir Fuad! Kardeşim benim.” dizesiyle “eyvallah” der Batur’a. Akbaş ise, bu iki dizede görülen seslenmeye dayalı söyleyişi kısa şiirinin geneline yayar ve açık göndermesini son dizesiyle gerçekleştirir: “Topal izdeşim” (s. 44). Metin Akbaş’ın Beşir Fuad üzerine yazdığı kapsamlı inceleme yazısının içine gömdüğü isimsiz bir şiir var. Bu şiiri Sadık Hidayet’in intiharının etkisiyle yazdığını söylüyor Akbaş. Ancak, özellikle ilk üç dizesiyle Beşir Fuad’ın “Ameliyatımı icra ettim, hiçbir ağrı duymadım. Kan aktıkça biraz sızlıyor…” diye başlayan notu bu şiirin kılcal damarlarında dolaşıyor sanki:

Bileklerimi kestim kan
Durmuyor kan
Durmuyor (s.41)

IV

Birkaç dergi, birkaç kitap sayfası arasında yitmeye yüz tutmuş gözlerden uzak bir müntehiri belleklerde yaşatma girişimi olarak gördüğüm bu derleme için kişisel kırgınlığı bir tarafa bırakıp yeniden teşekkür etmem gerek Halim Şafak’a. Belki ilerde yeni bir baskısı yapılır umuduyla bir iki hatırlatma yapıp yazıyı sonlandıracağım.
Susku dergisinin Nisan-Mayıs 1993 tarihli 3. sayısında M. Hacıterzioğlu’nun “Gölgesiyle Döğüşen Adam” adlı yazısı Metin Akbaş’la ilgili. Ola ki gözden kaçmıştır diye hatırlatmış olayım.
Kitapta yer alan “Öndeyiş” adlı şiirle ilgili verilen dipnotta, “Metin Akbaş’ın Bulut Batok adıyla yazdığı bu şiir hiçbir yerde yayımlanmamıştır,” denildikten sonra dipnotun devamında “Eşik, Ocak-Nisan 1994, Sayı 11-12, Kayseri” kaydı eklenmiş. Şiir, üstteki bu açıklamayla birlikte Eşik’in bu sayısından olduğu gibi aktarılmış olmalı. Yani şiir, ilk defa yayımlanmamış. Ayrıca, kimi küçük farklılıklarla ve “Kaçkın” adıyla Hayati Baki’nin Şiirin Kesik Damarları 1 adlı kitabında da yer alıyor bu şiir. Kitap, Eşik 11-12 ile hemen hemen aynı dönemde yayımlanmış: Şubat 1994.
Son olarak, yerel edebiyat araştırmacısı Abdullah Satoğlu’nun Kayseri Şairleri (As Matbaası, Ankara, 1970) adlı seçkisinde bir Metin Akbaş şiiri var: “Adını Anarsam Eğer” (s. 187). Kitabın sonunda yer alan kaynakçadan yola çıkarak bu şiirin Varlık yıllıklarının birinden alındığını tahmin ediyorum.
Yitik şiirlerin iz sürücüleri Metin Akbaş adını ajandalarına kaydetmişlerdir umarım; çünkü onun dergi sayfalarında hâlâ bulunmayı bekleyen birçok şiiri olabilir.