Külleri Soğumuş

Levent Açlan
Külleri Soğumuş

Külleri Soğumuş

Yunus Kocatepe

I


Gece Çölün güneşidir! Ve ölüler bu mevsimde yürürler güneş ülkesine doğru.

Külleri soğumuş konak artığı enkazın önünden geçerken gördü O’nu. Sokaklar ıssızdı ve gün yeni yeni kavuşuyordu şehrin bu tenha köşesine. Her zamanki gibi koştur koştur, yine geç kalmıştı O’nu işyerine götürecek servisine. Ama bir şey tutuyordu işte. Gri küllerin arasında, renklerin anılarla birlikte terk ettiği o konak artığından geriye kalanların arasından bir şey onu çekiyor, neredeyse önüne görünmez duvarlar örüp kendine gelmeye mecbur bırakıyordu.
Üstü başı tozlanacak diye hayıflandı ilkin. Elindeki çantayı nereye koyacağını bir türlü kestiremiyordu. Öyle ya, ölüler smokin, yaşayan ölüler ise üstü başı toz toprak olmuş takımlar giyinmezler bu dünyada.

Enkazın karşısındaki evin önüne park etmiş ve gece gelen itfaiye aracının geçmesini uzun süre engellemiş olan, sahibinin “Aman! Yerime başkası çeker!” diye bin bir naz ile önce başka bir sokağa götürdüğü, sonrasında itfaiye gider gitmez hemen aynı yere gelip çöreklenen beyaz şahinin kaportasını gözüne kestirdi. Sokağın sağına soluna göz gezdirdi, kimsenin onu görmediğine emin olduktan sonra enkaza doğru yöneldi. Yanmış tahtaların altında kalmış, kenarından sarkan küçük bir zincirin ucunda parlayan anahtarı gördü. Ağır fakat emin adımlarla yürüdü; zincirin ucundaki anahtara uzandı. O an elinin değdiği tahtadaki nemden ve genzini yakan keskin kokudan midesi bulandı. Ayağını bastığı yerin bir anda kaymasıyla, az evvel ıslaklığıyla midesini kaldıran tahtaların üzerine düştü. Alelacele kalktı, sunturlu bir küfür savurdu içinden, neye yahut kime olduğu müphem. Ardından gelen çıtırtıları duyup irkildi. Hemen ardına dönüp çantasını koyduğu arabaya doğru bakındı. Çantasını göremeyince panikledi, enkazın arasından koşar ayak fırladı. Ne o gördüğü zincirin ucundaki parlak nesnenin hayali kaldı aklında, ne de “Biri beni görür mü?” korkusu. Arabanın sağına soluna baktı, altına  eğildi ama yoktu işte. Etrafı hızla gözden geçirdi. Ortada kimseleri göremedi. Belki de bir köpek oyun olsun diye çantasını almış olabilir miydi? Telefonu çaldı, arayan servis arkadaşlarından biriydi, açtı ve “Çantam çalındı,” diyebildi yalnızca.

II


Geceki yangının dehşeti hala Rukiye Hanım’ın aklından çıkmıyor, dahası yüreği akşam fazla kaçırdığı kahveden ötürü pıt pıt çarpıyordu. Orta boylu, etine dolgun, eskilerin tabiriyle yanaklarından kan damlayan kanlı canlı kadınlardandı Rukiye Hanım. Gerçi doktoru kahveyi kesinlikle azaltmasını, hatta bununla da kalmayıp yemekleri de artık tereyağsız yapması gerektiğini söylemişti. Ama ne yapsındı Rukiye Hanım? Rahmetli babasının evinde anacığından böyle görmüştü; dahası, Recep Efendi pilavı tereyağsız ağzına komazdı. Bir akşam önce yine kocasına doktorun dediklerini söylediğinde yine aynı cevapları dinledi. Anneciğinin ruhu için, bir kaşığı daha ağzı hiç büzülmeyen torbaya attı. Recep Efendi o gün mağazaya gelen bir müşteri ile kıran kırana bir pazarlık yapmış, gelen kumaşları yağmurdan ıslanmasınlar diye çıraklarla birlikte kan ter içinde kalırcasına telaşla dükkana taşımıştı; hülasa adamın canı çıkmıştı.

Yemeğin üstüne evin balkonuna çıkıp ağzından emzik gibi düşürmediği sigarasını hemen  tellendirmişti. Mahalleli tarafından cinli ev olarak bilinen, içinde tinercilerin kaldığı karşıdaki konak eskisine baktı. Rukiye Hanım kahvesini getirmiş, kendi de kahve ile çikolatasını alıp karşısına oturmuştu. Karısına bakıp, “Ulan bir gün şu viraneyi ben yakacağım!” dedi. “Şuncacık huzurumuz kalmadı anasını satayım!” Rukiye Hanım, “Ah! Nerde o günler?” der gibi çekti içini ve “Başın belaya girmeyecek olsa hemen yak derim de…” dedi. Karşıdaki evi gösterdikten sonra, gözlerini Recep Efendi’nin ateşiyle yakıp kıvılcımlarını karşı evin kırık penceresinden içeri attı.

Hava kararmış, karı koca içeri girmişlerdi. Sokak sessizdi, fakat gecenin sükuneti yaklaşan felaketin şarkısını mırıldanıyordu. “Haydi Abbas vakit tamam! Akşam diyordun, işte oldu akşam.”

Önce bir alev topu flaş gibi patladı, tülleri sımsıkı çekilmiş ama sokak lambasının ışığı içeri girsin diye örtülmemiş perdelerin izin verdiği camlarda. Sonra birkaç çığlık... Birkaç komşunun camlara fırlayıp haykırışı... Derken önce polis, ardından itfaiyenin sirenleri ve ışıkları  sardı ortalığı. İşte Rukiye Hanım, geceki hadisenin etkisinden kurtulamamış bir halde ruhunu içten içe kemiren ölüm korkusunu bastırmak için dualar ederken, siyah takım elbiseli, kısa boylu, kumral saçlı o genci gördü. Adam enkaza bakakalmıştı. Sanki yanan ev kendi içinde yanmış gibi sarsılmış görünüyordu. Hava henüz aydınlanmamıştı; köpekler ise, sabah serenatlarını horozlardan önce yapmanın telaşıyla kendi bölgelerine işemektelerdi.
Genç adamın elindeki siyah çanta, sanki ayaklanıp gitmek için içten içten şişip şişip iniyor, yapıldığı derinin sahibi kozasını yırtmaya çalışan bir tırtıl gibi kıvranıyordu.

Rukiye Hanım bir yandan ölüm korkusunu bastırmaya çalışırken, diğer yandan midesindeki kör kuyuyu doldurmak için, akşamdan kalma  fındık ve bademleri sonsuz bir iştahla tüketmekteydi. “Herhalde polis müfettişi” diye geçirdi aklından. Öyle ya, siyah takım elbiseli, deri evrak çantalı, en önemlisi de adam gibi bir adama benziyordu bu beyefendi.

Adamın enkazı incelemek için çantasını koyduğu komşusu Ramiz Bey'in arabası da pek pisti canım. Zaten karısı da ne kadar temizdi ki, arabası da temiz olsundu? Öyle ya, insan bir yıkamaya götürür arabasını, olmadı alır hortumu fırçayı kendisi yapardı bu işi. “Ama nerde o eski adamlar!...” diye geçirdi aklından. Polis müfettişi yahut sigortacı, artık her ne halt idiyse bu adam, kızı Nurten için biçilmiş kaftandı. Acaba evli miydi? Yok yok! Parmağında bir alyansı olurdu herhalde. Ama adamın elini uzaktan bir türlü göremiyordu Rukiye Hanım.

Adam, enkazın üstüne eğilmiş, tahtaları kaldırıyordu. Herhalde bir ipucu arıyordu yangına dair. Aslında Rukiye Hanım çok şey biliyordu ama, söylemeye kalksa bu sefer polise ifade vermek, dahası mahkemeye çıkmak gerekirdi ki, o da bunu yapıp da kim olduğunu bile bilmediği hırsıza uğursuza hedef olmak istemiyordu. Öyle ya, ormanı yaksalar neyse. Sonuçta 2B yasası var. Zaten kimse Rukiye Hanım’ı ciddiye bile almazdı. Ama eski bir konak yanmış, kim bilir Osmanlı’nın hangi döneminden kalma! Ya bir de, kendi evlerini de “Restore edeceğiz,” deyip ellerinden almaya kalkarlarsa? Kadın bu düşüncelerle kendi kendini daha da haklı bulduktan bu adamın kızı Nurten’e hiç yakışmadığına karar verdikten sonra, takım elbiseli ve kumral saçlı adama bakıp suratını ekşitti. Adam birdenbire irkildi, hemen ayağa kalktı. “Demek aradığını buldu” diye geçirdi aklından Rukiye Hanım. Vay  köftehor!... Kadın içinden, “Allah’ım, inşallah elektrik kontağındandır.” diye dua etti.

Adam ardını dönüp Ramiz Bey’in arabasına doğru hızla ilerlerken, kadın bir anda soğumuş küllerin arasında, iki gün önce bir komşusunun onun tüm itirazlarına rağmen o çocuğa verdiği eski bir paltoyu gördü. Aslında paltoluk hali kalmamıştı ama, evindeki çer çöpü vermeyi iyilik bellemiş komşusu, dayanamamış ve tüm insanlığıyla, kocasının on yıl önce giymeyi bıraktığı, rengi solmuş, kumaşı yer yer eskimiş, bu baba yadigarı paltoya acımayıp kıymıştı. Paltonun kiremit rengi iyice açılmış olsa da, tek kolundan bile tanımıştı onu. “Kesin tinercilerin işidir,” diye söylendi içinden. Usulca ve dikkatle araladığı tülü geri çekti, kocasını uyandırmadan önce çayı koymak için mutfağa doğru yürüdü.

III


Bütün gün orada burada yürümüştü, yorgundu. Karnı aç, beyni daha da açtı. Havalar iyiden iyiye soğumaya başlamıştı. Artık bankamatikler de kapıları olmaksızın mutluluk dağıtmaktaydılar. Kör Musa bahsetmişti ilkin bu konaktan. Nihayet zemini taş bile olsa, üzerinde bir çatı ile uyuyabilecekti. Mahalleye girmeden önce, havanın iyice kararmasını bekledi. Köşedeki bakkalın ışığı hala yanmaktaydı; o da yakındaki parka doğru yürüdü.

Saat gece yarısını geçerken usul usul mahallenin yolunu tuttu. Ortalık sessiz ve tenhaydı. Evlerin bazılarında hala ışık yanıyorsa da, pek çoğununkiler sönmüştü. Hızla evlerin önünden geçti, sokağın genişleyen kısmında sağa dönüp konak artığı harabeye daldı. İçerde üç dört çocuk daha vardı kendi gibi. Diğerleri, geleni şöyle bir süzdüler, fakat sokaklarında bir kuralları vardı; hiçbiri ses etmediler yeni gelen bu Tanrı misafirine. Arkadaki odalardan birine geçip kapısını örttü. Gerçi menteşeleri gıcırdamak ile can çekişmek arası sesler çıkaran bu kapının, neresini örtse, öteki tarafından her türlü ses gelir, dahası içeri girmek isteyen için kapıya bir tekme atmak bile yeterdi.

Yerde bulduğu tahta parçaları ve paçavralar ile açık kalan pencerenin deliğini kapatmaya çalıştı. Sonra bundan vazgeçti, tahta parçasını altına koyup üstüne de paçavralardan bir yorgan uydurdu. Öyle yorgundu ki hemen uykuya daldı. Rüyasında eskiden  ailesiyle  yaşadığı evlerini gördü.  Duvarlara vuran güneşin  düşürdüğü gölgeleri, tam yanmak üzereyken annesinin sobanın üstünden aldığı kestaneleri, okuldan gelir gelmez üstünü çıkarmadan uzandığı mavi kadifeden örtüsü olan divanı anımsadı. Aslında bu bir rüya mıydı, yoksa hayal miydi o da emin olamıyordu. Babasının elinde torbalar ile annesini bekleyişi, kız kardeşinin koşarak babasının kucağına atılışı... Hepsi ama hepsi artık, duvardaki bir reklam panosundan fırlayan eski film afişleri gibiydi. Birdenbire uyandı ve burnuna gelen duman kokusuyla irkildi. İçerideki odadan bağırışları ve küfürleri duyabiliyordu. En sonunda kendi kapısına da sert bir darbe geldi, kapı gürültüyle üzerine devrildi. Koluna batan çivinin acısıyla çığlık attı. Ama yıkılan kapının boşluğundan gördüğü manzara kanını dondurmuş,  tüm kontrolünü yitirmesine neden olmuştu. Odanın içinde oradan oraya koşarak çığlık atan çocuk onun olduğu tarafa doğru geliyor ve “Su! Yanıyorum!” diye bağırıyordu. Yanan çocuk istemsizce evin ortasındaki ağzı açık kuyuya atladı. Önce bir su sesi duyuldu, ardındansa derin bir sessizlik çöktü.

Ahlak ölümün kıyısında dans eder! Bir kaya gibi durur ölüm korkusu yüreklerde ve koyu bir çayın dibinde görür Çingene, künyesi çizik çizik insanlığın akıbetini. Ama yangın sürer, hızla ahşap yapının içinde yayılır.

Diğer çocukların ortalarda olmadığını gören, kendini dışarı atmak için canhıraş pencereye yönelen çocuk, evin karşısına park etmiş ve içinde iki adamın oturduğu arabayı fark etti. Adamlardan biri çocuğu görüp diğerine işaret etmişti ve hemen arabayı sokağın çıkışına doğru sürmüşlerdi. Pencereden dışarı çıktıktan sonra, önce kalakalmış, sonra da yangının ardından onu kovaladığını sanarak hızla gecenin karanlığına karışmıştı. Katiller kurbanlarının mezarına döner gelirlermiş; oysa O kimseyi öldürmemişti. peki hala bu sokakta ne işi vardı, kimi yahut neyi arıyordu? Ortalıkta ne güneşin batarken doğurduğu renkler, ne annesinin son anda sobanın üstünden çektiği üstü çizilmiş kestanelerin kokusu ne de üzerine uzanıp yatacağı mavi kadifeden bir örtüyle kaplanmış yatak vardı. Babasını anımsadı yeniden. Petra'daki oyulmuş kaya evler gibi sağlam ve kadim babasını. Kaya gibi, kuyu gibi... Kıyısında dans ederken yaşamın, ateşten gömleğiyle kör kuyuya atlayan O çocuğu ve çığlığını anımsadı yeniden, içinde tarifsiz bir korkuyla.

Kör Musa, kuyu Musa, asasız ellerinden yapılma, ölüm kuyusu... Kaya Musa! Yeraltı nehirlerini asasıyla aşan Musa, Petra'nın kardeşi, yaşamın olduğu kadar ölümün adresi!

Sabaha karşı döndüğünde artık ne konak ne de ondan geriye bir şey kalmıştı. Ama hala yangın sonrası  bir sıcaklık sürüyor, beyaz arabanın altı uyumaya müsait görünüyordu. Enkazdan bulabildiği bir iki parça paçavrayı  arabanın altına serip uzandı. Yanına gelen bir sokak kedisini kucakladı, onunla ısınmaya çalıştı. Uyandığında tepesinde bir gürültü duyup ürktü. Kedi de uyandı, hemen egzoz borusunun altından sıvışıp kaçtı. Çocuk, arabanın sahibinin geldiğini düşündüğünden ne yapacağını bilmeksizin donakaldı. Ama adam birkaç saniye sonra arabanın yanından  uzaklaşıp enkaza doğru yürümeye başladı. Babasına benziyordu adam. Ama daha gençti herhalde babasından. Sahi artık babası yoktu onun; peki nerdeydi? Enkazın içinde bakınan adam ne arıyordu ki? O an anımsamıştı, gece eve girdiğinde kendine pek de sıcak bir hoş geldin dememiş olan çocuklardan birinin önünde kilitli bir kutu vardı. Parlak bir zincirin ucunda sallanan anahtar, çocuğun gözlerinde bozuk para gibi yansımaktaydı. Ama ne vardı o kutuda, bu adam kimdi? Dün gece arabanın içinde gördüğü adamlar niye oradaydılar? Adamın uzaklaşmasını fırsat bilip arabanın kaldırım tarafındaki yanından sürünerek dışarı çıktı. Tam gidecekti ki kaportanın üzerindeki çantayı gördü; onu usulca alıp duvarın dibine sine sine yürüdü. Sokağın köşesini döndü, adamın hala enkazın içinde oyalandığını görünce rahatlayıp hızla ordan uzaklaştı.

IV

“Allah belanı versin ulan senin! Hayvan oğlu hayvan! Kaç defa dedik sana şu evrakları şirketin kasasında bırak diye.” Yakasına yapışan patronu Selim’in suratına kötü kötü baktı ve iğrenir gibi yüzünü ekşitip onu itti. “Ulan! Git bul o evrakları. Bir çuval inciri bok etme, yoksa ben seni ne yapacağımı biliyorum!” diye kükreyerek Selim’i odasından kovdu. Az sonra gelen e-posta ise Selim’in o işteki son gününü ilan etti:

“Merhaba Hikmet Bey! Konsorsiyum, şirkete verdiği desteği geri çekti. Galiba ufak bir kaza olmuş ve gerekli evraklar da hala yok ortada. Ama üzülmeyin. Evin yerine otopark yaparsak çok kısa zamanda yatırımınızı geri kazanabilirsiniz. Ama bir süre ses etmeyelim, ortalık bir sakinleşsin. Nasılsa mahalle halkı bir süre sonra bunu da unutur gider.Öyle ya, umut fakirin ekmeğiyse, unutkanlık da suyudur.”