Şule Gürbüz’ün metinlerindeki karakterler günlük hayatımızda karşımıza devamlı çıkabilecek kişilerdir. Örneğin, bir müzik hocası, ya da evleneceği adamın nasıl olması gerektiğini dileyen bir kız çocuğu ya da görücü usulüyle evlenmiş bir adam ya da bir iş adamı… Kısacası her şekliyle insan… İkiyüzlülüğüyle, naifliğiyle, iyiliğiyle, kötülüğüyle… Bunu yaparken de ironiyi aktif olarak kullanır Gürbüz. Çünkü insanın bu hallerini didaktik bir anlatıya kaçmadan verebilmenin belki de en iyi biçimi olan ironide bütün zıtlıkları bir arada bulundurabilmek mümkündür.
Kısaltmalar: Walter Benjamin Son Bakışta Aşk (SBA)
Walter Benjamin’in Hikâye Anlatıcısı Adlı Denemesi Üzerinden Bir Şule Gürbüz Okuması
Şule Gürbüz metinleri incelendiği zaman biçimsel olarak göze ilk çarpan şey metinlerin zanaatkârca bir tutumla oluşturulmuş olduğudur. Bir usta nasıl yaptığı iş üzerinde ince ince çalışıyorsa Şule Gürbüz’ün de metinlerini aynı şekilde oluşturduğu her okumada göze çarpar. Örneğin günümüzden çok da uzak olmayan bir zamanda ayakkabıcılar vardı. Ya da saat tamircileri, terziler, berberler… Saatlerce hatta günlerce aynı iş üstüne düşen usta yaptığı iş mükemmel olana kadar uğraşırdı. Zamanın önemi yoktu. Gerçi bunların çoğu mesleklerini bugün de sürdürmeye çalışmaktadırlar ama gelişen piyasa koşulları ve teknolojiyle endüstriyel üretime geçildiği için eskinin zanaatkârları artık neredeyse yok denecek kadar az. İşte Şule Gürbüz’ün metinlerinde de zaman önemini kaybeder. Ancak metin daima zamanın farkındadır. Şule Gürbüz tam olarak buna cevaben söylemese de bir söyleşisinde: “Okurken edebiyat lezzeti aldığım metinler olmakla beraber ben kendim yazarken her cümlesinde bir şey söylemek istedim. Hiç boş geçmek istemedim. Ben şu kitapta bende olan her şeyi vermek istedim. Bir durumu hikâye etmekten ziyade bir düşünceyi, kendi içinde taşıyan, beynimi eriten, kafatasımı çatlatan şeylere açtım. Ve gerçekten aç olan bir insan iyi sofra kurmayı da bilmeli aslında. Sırf aç olmakla yetmiyor, doyurmayı bilmek de gerekiyor. Öyle yapabilmek istedim. Şu cümle de lüzumsuz denilebilecek bir yeri olmasın istedim. Kendi açlığım başkasına tokluk olsun isterim,” diyor. Örneğin bir terzi ele alalım. Elbiseye ihtiyacı olan birine elbise dikerek bu ihtiyacı giderebilir. Ancak her terzi kumaşa kendinden bir şeyler katar, ürettiği elbiseye kendi imzasını atar bir şekilde. Terzi zanaatkârdır onun işi sadece elbise dikmek değildir. Elbiseyi güzel bir biçimde dikmektir. Bir de, alıntının son birkaç cümlesi “Terzi kendi söküğünü dikemez,” atasözüne ne kadar da büyük bir benzerlik gösteriyor değil mi?
Şule Gürbüz, Türkiye’nin son mekanik saat ustalarından biri… Aslında yaptığı iş de kaybolmakta olan bir zanaat. Bu yönüyle de zanaatkâr sözcüğünün altını dolduruyor. İşinin gerektirdiği incelik, dikkat, ısrar gibi özellikler bütün öykülerini kuşatıyor. Zaten metinlerinin bu durumu bizi Walter Benjamin’in "Hikâye Anlatıcısı" adlı denemesine götürüyor. Denemenin konusu Benjamin’in yaşadığı dönemde artık bitmekte olan bir edebi biçim olan hikâye anlatıcılığıdır. Metinde, modernleşmeyle birlikte gelişen enformasyonun deneyime üstün gelmesiyle sonlanan süreçte hikâye anlatıcılığının neden bittiği ya da bitmeye başladığı incelenir. Burada deneyimin ya da deneyim aktarımının önemini yitirmesi önemlidir çünkü bu olgu aynı zamanda hikâye anlatıcılığının bitmesine neden olan etmenlerden biridir. Ayrıca gelişen teknolojiyle insanın anlık ve doğrulanabilir bilgiye gereksinim duymaya başlaması deneyim aktarımının önemsizleşmesine neden olur. Çünkü kişi bir şeyi deneyimlemek yerine o şeyle ilgili bilgiye neredeyse saniyeler içerisinde ulaşabilecek durumdadır. “Her gerçek hikâye, açık ya da örtük biçimde yararlı bir şeyler barındırır. Bu yararlılık kimi hikâyede bir ahlak dersi, başkasında bir nasihat, bir üçüncüsünde bir atasözü ya da düstur olabilir. Ama her durumda hikâye anlatıcısı okuruna akıl verebilecek kişidir.” (S.B.A) Eskiden bu akıl verme günlük hayata dair pratik çözümlerken (gaz lambasının tehlikeleri, doğa bilimsel bilgiler içeren hikâyeler, aslan ya da timsah avlama teknikleri vs) bugün ne olabilir? Çünkü günümüzde artık günlük hayata ilişkin bilgiler aldığımız eşyanın kutusunda kullanma talimatı olarak gelir.
Her haliyle insan
Doğa ya da eşyayla ilgili günlük sorunlar artık deneyimin alanında değildir. Deneyimin alanına artık insan ilişkileri girer. Belki de insana dair bilginin yani kişinin varoluşsal sıkıntılarının ele alındığı metinlerin günümüzde bu kadar popülerleşmesinin nedeni budur. Tabii bu başka bir denemenin konusudur. Peki, Şule Gürbüz, okuruna akıl veriyor mu? Şule Gürbüz’ün metinlerindeki karakterler günlük hayatımızda karşımıza devamlı çıkabilecek kişilerdir. Örneğin, bir müzik hocası, ya da evleneceği adamın nasıl olması gerektiğini dileyen bir kız çocuğu ya da görücü usulüyle evlenmiş bir adam ya da bir iş adamı… Kısacası her şekliyle insan… İkiyüzlülüğüyle, naifliğiyle, iyiliğiyle, kötülüğüyle… Bunu yaparken de ironiyi aktif olarak kullanır Gürbüz. Çünkü insanın bu hallerini didaktik bir anlatıya kaçmadan verebilmenin belki de en iyi biçimi olan ironide bütün zıtlıkları bir arada bulundurabilmek mümkündür. Ve bunu çok iyi başarır Gürbüz. Örneğin Zamanın Farkında’daki “Mezarlıktan Geçiş” adlı öykü bu kullanımın iyi örneklerinden biridir. Öykü özetlenecek olursa bir kızın hayatını anlatır. Leyla, küçüklüğünden beri her ailenin çocuklarına kulaktan dolma öğrettiği dini bilgilerle büyür. Daha çocukluğundan yatağa yatar yatmaz dualar okur ardından isteklerini sıralayarak uyur. Büyüdükçe okuduğu dualarla isteklerinin kabul olmayacağını anlayan Leyla dualarını arttırır. Zaman içinde dualar o kadar artar ki artık okula uykusunu alamadan gider ya da bunları okurken uyuya kalır. Bir gün üniversiteden bir arkadaşıyla falcıya gidip burada bir burç haritası çıkarır. Falcı ona otuz beşinden sonra biriyle karşılaşacağını söyler. Aradan yıllar geçer, Leyla’nın otuz beş yaşı gelip geçer ve heyecanlanmaya başlar. Ama gelen giden yoktur. Bir gün gidip eski sandığından bu burç haritasını çıkarır ama falcıya gittiği zaman on sekiz olan yaşını küçülttüğünü ve doğduğu Anadolu şehrinden de utandığı için bunu İstanbul yaptığını görür. Çok büyük bir hayal kırıklığı yaşar. Öykünün sonunda bu sefer mezarlıktan geçerken görürüz Leyla’yı. Mezarlığın önünden geçerken ölüler için Fatiha okur ama yine çocukluğundaki gibi. Ölenler için Fatiha’yı hızlı bir biçimde okurken kendi ile ilgili dualara gelince yine her kelimenin üstüne basa basa söyler. Dikkat edilirse metin tamamen ironik öğeler üstüne kuruludur. Okuru hem gülümsetir hem hüzünlendirir Leyla’nın bu durumu. Ancak bu ironi metinlerde bazen aşırıya kaçıyor. Yazar sadece karakterleriyle dalga geçer duruma geliyor. Yine bu ironik öğeler öykülerin sadece oluşturulmasında yapı malzemesi olarak kullanılıyor. Örneğin Don Quijote’de ya da ironiyi yapı malzemesi olarak kullanan diğer metinlerde olduğu gibi formun kendi özelliklerini eleştiren bir noktaya gelemiyor. Tabii bunu formu eleştirmek için kullanmak zorunda mıdır? O da ayrı bir denemenin konusudur.
Denemede “Günümüzde akıl vermek modası geçmiş bir şey gibi algılanıyorsa, deneyimin giderek daha az aktarılabilir hale gelmesindendir. Bu yüzden ne kendimize ne de başkalarına verecek aklımız yok artık,” (S.B.A) şeklinde geçen bölüm akla Şule Gürbüz’ün son kitabı Coşkuyla Ölmek’i getiriyor. Coşkuyla Ölmek’in iki ana öyküsü olan "Akılsız Adam" ve "Akılsız Adamın Oğlu Sadullah Efendi"de bu durum gözle görülür bir hal alıyor. Metinler, birbirlerinin devamı şeklinde örülmüş hem de iç içe geçerek ilerleyen bir yapı gösteriyor. İlk öyküdeki Akılsız Adam, oğlu Sadullah ile kendi deneyimlerini paylaşmaya çalışıyor. Kendi deneyimlerini oğluna aktarmak istiyor ki gün geldiğinde oğlu, kendisinin katlandığı zorluklara katlanmasın önünü daha rahat görsün. Bunu örtülü bir biçimde (aynen Şule Gürbüz’ün diğer metinlerinde de yaptığı gibi) çocuğun yaşam biçimi haline getirerek yapmaya çalışıyor. Ancak çağ, deneyimlerin böylesi paylaşılabileceği bir çağ olmadığından çocuğun aklı babanın deneyimlediği şeyleri deneyimlemek yerine daha rahat olan şeyleri seçiyor. Zaten çocuk da pek anlamıyor babasının ne yapmaya çalıştığını. Sonuç olarak babanın giriştiği bu deneyim aktarımı projesi iflas ediyor.
Okurunu çağıran metinler
Benjamin, adı geçen denemede Paul Valery’nin zanaatkârlık üzerine düşüncelerine de yer verir. “Doğadaki mükemmel şeylerden söz eder o, kusursuz incilerden, kıvamlı ve yıllanmış şaraplardan, gelişimini tamamlamış yaratıklardan ve onları ‘birbirine benzer zincirleme bir dizi nedenin değerli ürünleri’ olarak nitelendirir. Bu nedenler birikimine yalnızca mükemmellik zamansal bir sınır koyabilir. ‘Doğa’nın bu sabırlı sürecini,’ diye devam eder Valery, ‘insan bir zamanlar taklit ederdi. Minyatürler, mükemmel olana kadar ince ince işlenen fildişi oymalar, kusursuz olana kadar kesilip parlatılan taşlar, üst üste bir dizi ince saydam kattan oluşan lake eşyalar ya da resimler… Uzun süreli, fedakârca bir çabanın sonucu olan bütün bu ürünler yok oluyor; zamanın önemsiz olduğu zamanlar geride kaldı. Modern insan, kısaltılamayacak şeyler üzerinde çaba sarf etmiyor artık.” (S.B.A) Aslına bakıldığında bu cümleler günümüzü daha iyi özetler nitelikte. Bugün insanoğlu enformasyonun hızına yetişemediği bir çağda yaşıyor. Bilgi her an yenileniyor. İnsanlar uzun uzun düşünme ihtiyacı duymuyor ya da onların bu ihtiyacı duymasına izin verilmiyor. Günümüzde insanın zamanı o kadar değerli ki internet üzerinde gazete okurken bile neredeyse sadece ara spotları ve başlıkları okuyup geçiyor. Tam da bu noktada Şule Gürbüz’ün metinleri bir şerh düşüyor. Metinleri olan bitene yeterince kafa yormayan okuru dışarıda bırakıyor. Aslında metinler, okurlarını çağırıyor. Okurundan çaba göstermesini ve zaman harcamasını istiyor. Zaman önemini yitiriyor daha doğrusu yavaşlıyor. Öykülerin zamansal algılarında elle tutulur bir genişleme var çünkü öykü anlatıcıları ölüm anı gelmiş gibi bütün hayatlarını bir çırpıda anlatıveriyorlar. Geçmiş, gelecek, şimdi neredeyse aynı anda yaşanıyor.
Benjamin, iki tür hikâye yazıcısı olduğundan bahseder. Bu yazıcı türlerinden biri yerleşik olan diğeri ise gezici olandır. Bunları yerleşik çiftçi ve gezen denizci olarak resmeder. Bu iki tür yazıcıyı kendi bünyesinde birleştirebilenler ise hikâye anlatıcılarıdır. Bunu Ortaçağ’ın zanaat düzeninden bir örnek vererek sürdürür: “Yerleşik usta ile gezgin kalfa aynı odalarda birlikte çalışıyorlardı ve her usta, yurduna ya da başka topraklara yerleşmeden önce gezgin kalfalık döneminden geçmişti. … Onda uzakların bilgisiyle geçmişin bilgisi, çok gezen insanın yurduna dönerken beraberinde getirdiği bilgiyle kendini bir yerin sakinlerine teslim eden geçmiş bilgisi kaynaşmıştı.” (S.B.A) Şule Gürbüz’ün hayatına bakıldığı zaman aslında birebir bu süreçten geçtiğini görebiliriz. İşin çarpıcı yanıysa öykülerindeki karakterlerin de bu duruma neredeyse birebir uymasıdır. Hem Zamanın Farkında’da hem de Coşkuyla Ölmek’teki karakterlerin çoğunluğu hayatlarının gençlik bölümlerinde gezici sayılabilecek bir şekilde geçirdikten sonra ancak orta yaşlarının sonuna doğru yerleşik bir hayata geçebilen kişilerdir. Özellikle Coşkuyla Ölmek’teki Sadullah Bey ve babası bu tabloya tıpatıp uyar. Ancak bir farkla Benjamin’in hikâye anlatıcısı anlattıklarına yorum katmazken Şule Gürbüz’ün karakterleri (ya da Şule Gürbüz) anlattıklarına çok fazla müdahil olur.
Hem zamanın hem ölümün farkında
“Ölüm hikâye anlatıcısının anlatabileceği her şeyin teminatıdır. Hikâyeci yetkisini ölümden ödünç almıştır,” der Benjamin (S.B.A). Şule Gürbüz’ün bütün karakterleri bu yetiyle donatılmış gibidir. Ölüm, iki kitapta da “Ben buradayım!” der. Bütün karakterler bir şekilde ölümle bu bağ içindedir. Neredeyse hepsi hayatlarının sonunda, ölümü çok yakından hissedebildikleri bir yerdedirler. Mesela mezarlığın yanından geçiyor olabilirler ya da intiharı düşünüyorlardır. Ve istisnasız her biri zamanın farkındadır. Zamanın farkında olan ölümün de farkındadır. Bu noktada Şule Gürbüz metinleri aslında bir nevi modern zaman eleştirisidir de: Ölüm orada olmasına rağmen kimse farkında değildir. Ancak ölümden ne kadar bihaber olsalar da gerçek orada bütün çarpıcılığıyla bekler. Yaşadığımız dünyada ölüm artık masalsı bir gerçeklikten öteye gidemiyor bizim için. Başımıza gelene kadar ölümün orada durduğunun farkında bile değiliz. Ama Şule Gürbüz’ün öykülerinde ölümü düzenli aralıklarla görebilirsiniz; tıpkı öğlen vakti elinde tırpanı, katedral saatinin etrafını dolaşan geçit törenindeki ölüm gibi.
Sonuç itibariyle bakıldığında, Şule Gürbüz metinlerini incelikli bir tutumla oluşturur. Zaten bir söyleşisinde Coşkuyla Ölmek’teki çoğu metni bir daha yazamayacağını ifade eden Gürbüz, bunun ipuçlarını verir. Çünkü zanaatkârlıkta fabrikasyon üretim mümkün değildir. Ayrıca öyle bir işçiliktir ki bu, metinlerinin her yerinde göze çarpar. İncelikli bir üslupla kurulmuş, yoğun ironik bir anlatım (her ne kadar kimi yerde tökezlese de), her öykünün karakterlerine göre kullanılan dil, her biri üzerinde uzun uzun düşünüldüğü anlaşılan cümleler, birbirini bir şekilde tamamlayan ya da iç içe geçen akla hemen Binbir Gece Masalları’nı getiren öyküler… Bunların dışında zamanın hep farkında olan, ölümün bir an olsun yanı başlarından ayrılmadığı ve bütün yetkilerini ölümden ödünç alan öykü kişileri (ve yazar)… Hepsi Şule Gürbüz’ü modern bir hikâye anlatıcısı gözüyle incelememize olanak tanıyor. Şule Gürbüz metinlerinin bütün karamsarlığına rağmen bu çağa olan inancını koruyor. Ama gözlerini, yaratıkların önünde bir geçit töreni yaptığı kadrandan hiç ayırmadan; duruma göre törende ölüm ya başı çekmekte ya da sersefil kervana yetişmeye çalışmakta.
Kaynakça:
1.Zamanın Farkında, Şule Gürbüz, İletişim Yayınları, 2012
2.Coşkuyla Ölmek, Şule Gürbüz, İletişim Yayınları, 2012
3.Walter Benjamin Son Bakışta Aşk, Nurdan Gürbilek, Metis, 2012